Türklerin Tarihte İlk Olarak Gerçekleştirdikleri Deneyler

108

Prof. Dr. Dr. Arslan Terzioğlu; ile yapılan röportajın bu bölümünde; havacılık ve denizcilik alanında, Türklerin tarihte ilk olarak gerçekleştirdikleri deneyler anlatılıyor:

Oğuz Çetinoğlu: Patlayıcı madde konusunda Çin mi önde Türkler mi?
Prof. Dr. Dr. Arslan Terzioğlu: Çinlilerin 1232 senesinde Pienking’i Moğollara karşı müdafaada patlayıcı madde kullandıkları, Çin İmparatorluk vekayinamesi Tung-ki-ang-kang-mu’da belirtilir.
Yalnız Türklerin bu devirde balistik silah ve patlayıcı madde yapımında Çin’den ileri olduğu, Giles ve Sarton tarafından Çin kaynaklarına dayanılarak belirtilir ve şöyle denir: ‘1271-1273 yıllarında Kubilay Han, Çinlilerin Hangshow ve Hsiang-yang şehirlerinin muhasarasında kendi ordusunun muzaffer olması için Abaka Han’dan İslâm mühendisleri göndermesini rica etmişti. Gene Çin kaynaklarına göre Abaka Han, Kubilay Han’a Alaaddin ve İsmail isimli iki tane Türkistanlı mühendis gönderdi. Müslüman ve Türkistanlı olan bu mühendislerin Türk oldukları açıktır. Bu iki Türk mühendisi muhasara edilen Hangshow şehri önünde balistik silahlar cinsinden makinalar inşa ettiler. Mühendis Alaaddin sonraları General Alihaya’nın ordusu ile Yang-tsze nehrini aştı ve birçok Çin şehirlerinin fethinde büyük rol oynadı. Diğer Türk mühendisi İsmail 1273 yılında Moğolların Hsiang-yang şehrini muhasarasında bulundu. Şehrin güneydoğusunda balistik bir silah karakterinde bir harp makinası inşa etti. Bu harp makinası ateşlendiğinde yer ve göğün sarsıldığını, düşen güllelerin yere 7 feet gömüldüğünü, her şeyi mahvettiğini Çin kaynakları belirtmektedirler. 1330 yılında ölen mühendis İsmail’in oğlu Yakub da babasının mesleğinde çalıştı.’
Çetinoğlu: Mevlana Celaleddin-i Rûmî’nin, mütefekkir ve mutasavvıf şair olmasına rağmen fizik ilmi ile ilgilendiği biliniyor. Bu konuda bilgi lütfeder misiniz Hocam?
Terzioğlu: Doğu Türkleri, balistik uzmanlarıyla Çinlileri zorlarken, batı Türk dünyasında büyük düşünür Mevlâna, bir fizikçi olmamasına rağmen, atomun parçalanabileceğini ve atomun parçacıklarının varlığını haber veriyordu. O, sembolik olarak şöyle diyordu: ‘Bir kesersen, içinde bir güneş ve güneş etrafında dönen gezegenler bulursun.’
Ayrıca Mevlâna bize atom ve parçacıklarının durgun olmadıklarını, her an hareket halinde bulunduklarını haber vermiştir. Bütün bu görüşlerini ‘Sema’da sembolize etmiştir. Sema, hem bize kâinatın yapı ve düzenini, hem de atomun yapısını ve düzenini aynı anda sembolize etmektedir. Semada insan da kâinat ve atom gibi dönmekte, yani hareket etmekte ve tabii düzene uymaktadır.
Mevlâna’dan yıllar soma, başka bir şair ve filozof Malkaralı Yahya bin Pir Ali Nevi 16. yüzyılda Netaic ül-Fünûn ve Mehasin ül-Mütun adlı eserinde, atomun bölünebileceğini savunur ve der ki: ‘Esasında kesilerek, kırılarak akıldan ya da hayalden kaplar, hareket eder, sağı solu vardır. O halde iki yanı vardır, iki yanı olan şeyse bölünebilir.’
Çetinoğlu: İlmî çalışmalar Osmanlı döneminde nasıldı?
Terzioğlu: Tarih hükmünü icra etmekte, devletler yıkılmakta, devletler kurulmaktadır. Türkler ise tarih sahnesine yeni bir devletle çıkmaktadırlar. Osmanlı…
Osmanlılar, İznik’te ilk medreselerini kurarlar. Bu medresenin ilk müderrisi Dâvûd’ül-Kayserî’dir.
Doç. Dr. Mehmet Bayrakdar’ın Dâvûd’ül-Kayserî (*) ile ilgili araştırmaları bilim tarihindeki bir hatanın düzeltilmesiyle neticelenir. Bugüne kadar Enerjitizm adı verilen kısaca tabiatta var olan her şeyin esasını ve bütün tabiat olaylarını enerji ve enerji değişimiyle açıklayan fizik ve felsefe doktrininin kurucusu olarak Alman kimyacı ve felsefecisi Wilhelm Ostwald olarak bilinirdi. Bayrakdar’ın araştırmaları neticesinde ‘Enerjitizm’in ilk defa Davud’ül-Kayserî tarafından ortaya atıldığı ispatlanır.
Dâvûd ül-Kayserî’ye göre, her şeyin aslı enerjidir. O, tabiatı enerji olarak tarif eder. Enerjinin özelliği ve tezahürü, ışık ve ısıtıcı, ateş ve yakıcı olmasıdır. Dâvûd ül-Kayserî  ‘Matla Husûs’il-Kelim fi Ma’âni Fusûs’il Hikem’ adlı eserinde şöyle der: ‘… Tabiat, ışık verici ve yakıcı özelliğe sahip olan genel enerjidir.’ Dâvûd’ül-Kayserî bu görüşlerini Kuran’da âlemin yaratılışıyla ilgili olan ‘Duhân Âyeti’ne dayandırır:  ‘Sonra O özü Duhân olan gökyüzüne yöneldi…’ Dâvûd ül-Kayserî’ye göre, Dûhan başlangıçta Allah’ın yarattığı şekil almamış enerjidir. Ve derki: ‘Yer ve gökler başlangıcı duhân olan çeşitli unsurlardan teşekkül etmiştir ve tabiat unsurları bu enerjiden kaynaklanmaktadır.’
Görüldüğü gibi Dâvûd ül-Kayserî’ye göre, her şeyin aslı enerjidir ve o bu görüşlerini Ostwald’dan yaklaşık 600 yıl önce öne sürer.
Çetinoğlu: İstanbul’un fethi sırasında, sonradan ‘Fatih’ olarak anılacak olan Sultan İkinci Mehmed Han’ın fizik ve mekanik ilmine dayalı buluşlarının kullanıldığı biliniyor… 
Terzioğlu: Türkler fizik ve mekanik ilkeleri uygulayarak dönemlerinin en güçlü silah ve savaş araçlarını yaparlar. Fatih Sultan Mehmed Han’ın yüksek matematiğe dayalı uygulamalarla çeşitli silahlar geliştirdiği yerli ve yabancı kaynaklar tarafından belirtilir. Fatih’ten sonraki çalışmalar ise daha ziyade tecrübe ve pratiğe dayanır.
15. yüzyılda Türklük âlemi, Fatih Sultan Mehmed Han gibi bir deha yetiştirir. Bu şair hükümdarımız aynı zamanda önemli bir bilim adamıdır. O, İstanbul’un fethinde kullandığı ‘Şahi’ topların balistik hesaplarını bizzat kendisi yapar ve plânlarını da bizzat kendisi çizer.
Fatih’in balistik hesaplarını yaptığı ‘Şahi’ toplar yaklaşık 17 ton ağırlığındaydı ve bakırdan dökülmüştü. Bu toplar 1,5 ton ağırlığındaki mermileri 1.000 m uzağa atabilecek güçteydi.
Fatih yalnızca bununla kalmaz. İstanbul kuşatması sırasında tarafsızlığını ilan eden Galata Ceneviz Kolonisine zarar vermeden düşman donanmasını tahrip yollarını arar. Sonunda çözümünü bulur. Balistik hesapları ve plânları kendisine ait olan, gülle aşırabilen toplar döktürür. Bu toplar, topçuluk tarihinde ‘Havan’ adı verilir ve günümüz ordularında halen kullanılır. Ve Fatih tarihe havan topunun mucidi olarak geçer.
Fatih döneminde teknolojimiz gelişmeye devam eder. 1480 yılında Rodos kuşatmasında Türk ordusu dünyada ilk defa infilâklı tahrip bombaları kullanır. Kuşatılanlar bu roketlerden korunmak için kale ve kilise mahzenlerine sığınırlar. Bu olayı çok değişik tarihî kaynak ve kayıtlar doğrulamaktadır.
Fatih, 1478 İşkodra Kuşatması’nda ise yangın roketleri kullanır. İşkodra kuşatmasında bulunan Venediklilere ait bazı İtalyan belgelerine göre, geceleri kuyruklu yıldız gibi bir iz bırakan ve ince bir ses vererek seyreden bu korkunç roketlerin her şeyi yaktığı ve hatta kuyuların suyunu bile kuruttuğu söylenir.
Çetinoğlu: Hocam! Türkler, savaşçı bir kavim olarak tanınmıştır. Türklerin savaş âletleri üzerine çalışmaları belgelenebiliyor mu?
Terzioğlu: Savaş teknolojisine ait günümüze ulaşabilen 14. yüzyıla ait eserlerden biri Topkapı Sarayı’nda bulunmaktadır.
Topkapı Sarayı’nda Üçüncü Ahmed Kitaplığında A-3569 sayı ile kayıtlı bulunan bu eserin ismi Kitab’ül-ank fi mancınık olup 1374-1375 (775 hicri) yıllarında İbn Erenboğa ez-Zerdakâş isimli bir Türk tarafından yazılmıştır. Üç bölümden oluşan bu eserin ilk bölümünde mancınıkların ve kaleleri fethetmede kullanılan diğer aletlerin yapımı ve kullanımı, ikinci bölümünde ise çeşitli patlayıcı ve yakıcı cisimlerin yapılışı ve karışımı açıklanmış olup bunlara ait çok güzel resimler yer almaktadır.
Bir Türk tarafından Arapça yazılan eserde 98. ve 99. sayfalarda ayrıca akaryakıtla çalışan bu füzelerin ve bu eserde yer alan mancınıkların modelleri Prof. Dr. Fuat Sezgin tarafından yaptırılarak Frankfurt’ta kendi tesis ettiği İslâm Bilimleri Tarihi Enstitüsü Müzesi’ne konulmuştur.
Bu eserin Topkapı Sarayı’ndaki bu elyazma nüshasının içerisinde yer alan Alaeddin Tayboğa isimli başka bir Türk’e ait Kitab ül-Hiyel fi’l-Hurub ve Fethi Medain ve Hifzu’d-Durub isimli eserde 133a ile 232b varaklar arasında yer almakta olup, yazılış tarihi de hicri 757, milâdi 1356’dır. Bunda da harp sanatından ve araçlarından bahsedilmektedir.
Bu konu Hoca Sadettin’in Tac üt-Tevarih’inde, Türk düşmanı Schlumberger’in ‘Turks en 1453’ adlı eserinde ve Bizans tarihçisi Dukas’ın ‘Histoire de Constantinople’ inde açıkça belirtilir.
Çetinoğlu: Fatih Sultan Mehmed Han’ın torunu Yavuz sultan Selim Han döneminde de ilerlemeler sağlandı…
Terzioğlu: Yavuz Sultan Selim’in 20 ton ağırlığındaki deniz toplarına benzeyen topları ise, günümüz topçuluk uzmanlarını hayrete düşürmeğe devam etmektedir. Tunç yerine demirden dökülen bu topların nasıl yapıldığı halen bilinmemektedir. Bu topların diğer bir özelliği de 17 helezonî yive sahip olmasıdır. Bazı kaynaklar yivli topların 1867’de Almanlar tarafından icat edildiğini yazmaktadırlar. Halbuki askerî müzedeki Yavuz’un toplarını görenler, bunların Almanlardan 350 sene önce Türkler tarafından icat edilip, kullanıldığı anlarlar.
Kırım Savaşı’nda Hafız Paşa isimli Türk paşası şeşhâneli ve yivli toplar yapar. Bu topları Erzurum’da gören Fransız ve İngiliz subayları Avrupa’ya dönünce, aynı şekilde toplar döktüler. Avrupalılar ancak bundan sonra yivli helezonik toplar yapmaya başarabildiler.
Çetinoğlu: Havacılık sahasındaki durum nedir?
Terzioğlu: Havacılık tarihinin ilk önemli uçma denemelerinin de Türkler tarafından gerçekleştirildiği birçok tarihi kaynakta belirtilmektedir.
Türkistan’ın Farab şehrinde doğan ve ‘Al-Sihah’ isimli meşhur eserin büyük sahibi büyük Türk âlimi Cevherî, 1003 yılında Nişabur’da uçma denemesine girişir. Ağaçtan imal ettiği iki kanadı bir iple bağlayarak bir caminin damına çıkar. Şaşkınlıkla ve merakla etrafına toplanan Nişabur ahalisine: ‘Ey ahali, benim yaptığım buluşu şimdiye kadar kimse yapmamıştır. Sizin gözleriniz önünde şimdi uçacağım. Dünyada yapılacak en mühim şey göklerde uçmaktır. Ben de bunu yapacağım.’ Diyerek iki kanadı ile caminin damından kendisini aşağı bırakır. Bir müddet uçtuktan sonra yere düşerek ölür.
Bilinen ve insanlı uçuş olarak gösterebilecek ikinci deneme de yine bir Türk’e aittir. 1159 yılında, Bizans’ta yaşayan Siraceddin adlı bir Türk, Bizans’ı ziyarete gelen kendi hükümdarı Selçuklu Sultanı Kılıçarslan’ın şerefine, bugünkü Sultanahmet Meydanı’nda, vücuduna giydiği geniş ve büyük bir elbise ile, bunu paraşüt gibi kullanarak yüksek bir kuleden aşağıya atlamıştır. Siraceddin de, elbisenin yetersizliği yüzünden yere çarparak ölmüştür. Bu olaydan Bizanslı tarihçi Niketas Honiates bahseder.
Ona dayanarak, 1865’te Paris’te yayınlanan eserinde Cousin ve C. Dollfus’da Histoire de l’aeronatigue isimli eserinde bu olayı zikrederler.
1582 senesinde Şehzade Mehmed’in sünnet şenliklerinde Simurg adı verilen bir planör-uçurtma ile yine Sultanahmet Meydanı üzerinde uçulduğunu tarihi kaynaklar belirtmektedir.
Daha önce 9. yüzyılda Endülüs’te büyük bir bilgin olan Abbas bin Firnas’ın da kuşlardan ilham alarak uçma denemeleri yaptığı bilinmektedir. Ancak kanatlı ve içinde insan bulunan, düşmeden ve içindeki insan da ölmeden yere inilebilen ilk uçuş 1632 yılında Hezarfen Ahmed Çelebi tarafından gerçekleştirilir.
Buna bizzat şahit olan Evliya Çelebi, uçma denemesini şöyle anlatır: ‘Hezarfen Ahmet Çelebi, evvelâ Okmeydanı’nın minberi üzerinde rüzgârın şiddetinden kartal kanatlarıyla sekiz dokuz kere havada uçarak talim etmiştir. Sonra Sultan Murad Han, Sarayburnu’ndan Sinan Paşa Köşkü’nden seyrederken, Galata Kulesi’nin ta tepesinden lodos rüzgârıyla uçarak, Üsküdar’da Doğancılar Meydanı’na inmiştir. Sonra Murat Han kendisine bir kese altın ihsan ederek: ‘Bu adam pek korkulacak bir adamdır. Her ne isterse elinden geliyor. Böyle kimselerin durması doğru değil’ diye Cezayir’e sürmüştür. Orada vefat eyledi.’
Galata Kulesi ile Doğancılar Meydanı arasındaki mesafe, kuş uçuşu 3.200 metre, kule ile meydanın arasındaki yükseklik – kod farkı ise 62 metredir. Hezarfen Ahmet Çelebi’nin lodos durumuna göre bu mesafeyi kırık çizgi bir yörünge takip ederek 6 kilometre. uçarak aldığı ve takriben 60 kilometrelik bir rüzgâr hızında uçtuğu tahmin edilmektedir. Halbuki, bugünkü havacılığın babası olarak kabul olunan Alman Otto Lilienthal, Hezarfen Ahmet Çelebi’den 259 yıl sonra, 1891 yılında uçak-planör diyebileceğimiz bir araçla 30 metre yükseklikli bir tepelerden 300 metre kadar uçabilmiştir.
İçinde insan bulunan, yere düşmeden ve içindeki insan ölmeden ilk roketli uçuş da yine Türklere aittir. Bu uçuşu Evliya Çelebi’den dinleyelim: ‘Murad Han’ın Kaya Sultan adlı yıldız gibi temiz kızı doğduğu gece akika şenliği oldu. Lâgarî Hasan, elli okka barut macunundan, yedi kollu bir fişenk icad etti. Sarayburnunda hünkâr huzurunda fişenge bindi. Talebeleri fitili ateşlediler. Lâgarî: ‘Padişahım! Seni Allah’a ısmarladım. İsa Nebi ile konuşmağa gidiyorum.’ Diyerek dualar ederek göklere çıktı. Yanında olan fişenkleri ateş edip denizin yüzünü aydınlattı. Gökkubbede, büyük fişenkliğin barutu kalmayıp yere doğru inerken, kartal kanatlarını açıp denize indi. Oradan yüzerek, çıplak olarak padişahın huzuruna geldi. Yeri öperek ‘Padişahım! İsa Nebi sana selam söyledi’ Diye şakaya başladı. Bir kese akça ihsan olunup, yetmiş akça ile sipahi yazıldı. Sonra Kırım’da Selâmet Giray Han’a gidip, orada vefat eyledi.’
Türklerin İstanbul’daki bu uçma denemelerinden Chester Başpapazı ve matematikçi Dr. John Wielkins de 1638’de yazdığı ‘Wilkins Discovery Of A World’ eserinde bahsetmektedir.
Havacılık tarihinde yeni bir çığır açan Hezarfen Çelebi’nin Cezayir’e sürülmesi, Lâgarî Hasan Çelebi’nin ise yeterli derecede ilgi görememesi, sonradan Kırım’a gitmesi bu alandaki gelişmenin neden devam etmediğim açıklar.
Türk mühendisi Lâgarî Hasan Çelebi’nin kendi icadı olan füzeye benzer yedi kollu fişenkle havaya uçup, sonradan kartalınkine benzeyen kanatlarla salimen denize inmesi, Amerikalıların bugün yaptıkları feza denemelerindeki paraşütle denize inmeleri metoduna çok benzemektedir. Bu bakımdan Lâgarî Hasan Çelebi, roket tekniğinde çığır açan bu uçma denemesiyle havacılık tarihinde özel bir yere sahiptir. Londra’da çıkan Times Gazetesi 1986’da dünyada insan taşıyan ilk roketin İstanbul Boğazı’nın derinliklerinde gömülü olduğunu, 1632 yılında Lagari Hasan Çelebi’nin geliştirerek kullandığı barut yakıtlı roketin 3,5 metre uzunluğunda olduğunu belirterek Norveçli ve Türk bilim adamlarının Boğazın 30 metre derinliğindeki bu roketi çıkarma çalışmalarına başlayacakları haberini verdi. Lâgarî Hasan Çelebi’nin bu başarısı, 12. ve 13. yüzyıllarda Selçuklular devrinde barutun ve ateşli silahların ilk olarak tekâmülü, Türk-İslam mühendisleri tarafından balistik silahların inşâ edilmesi ve hatta roket sisteminde çalışan torpedo plânlarının yapılması gibi Türk-İslâm dünyasındaki teknik gelişmenin bir neticesidir.
Çetinoğlu: Yabancı devletlerde havacılık alanındaki çalışmalar ne durumda idi?
Terzioğlu: Rus roket tekniği bilgini Kuzmenko’nun yaptığı araştırmaları göre, ilk olarak Rusya’da Ukrayna bölgesinde 17. yüzyıldan sonra roket tekniğiyle ilgili çalışmalar başlamış olup, rokete ait ilk tarifeye Ukrayna’da 1650 yılında rastlanmaktadır. Sonraları Nikolojev ve Konstantinov Rus tekniğinin bugünkü başarısını Ukrayna’daki bu ilk çalışmalar üzerine kurdular. 26 Ağustos 1971’de Moskova’da yapılan 13. İlimler Tarihi Kongresi’nde Prof. Dr. Dr. Dr. Arslan Terzioğlu; ‘Ukrayna’daki ilk Rus roket tekniği çalışmalarının Lâgarî Hasan Çelebi’nin, Kırım’da ikâmeti ve ölümünden hemen sonraya tesadüf etmesinin, Rus roket tekniği alanındaki çalışmalarda Türk mühendisi Lâgarî Hasan Çelebi ile talebelerinin etkisi olabileceği’ tezini ile sürmüştür. Bu tez, Ukrayna’daki Rus roket çalışmaları hakkında bildiri veren Rus bilim adamı Kuzmenko tarafından desteklenmiş ve kendisinin de bunu destekleyici mahiyette Rus arşivlerinde araştırmalar yaptığını belirtmiştir.
Çetinoğlu: Deniz teknolojileri konusundaki durum nedir?
Terzioğlu: İlk denizaltı tecrübelerinin Türkler tarafından yapılması da Osmanlıların tecrübî ve pratik mekanikte çok ileri gittiklerini gösteren bir başka delildir.
Lâle Devri’nin bütün haşmetiyle sürdüğü yıllardı. Tarih 1720 yılının 1 Ekim gününü gösteriyordu. Zamanın padişahı Sultan Üçüncü Ahmed Han, şehzadelerinin sünnet düğünlerini yaptırıyordu. Günlerce süren eğlencelerin 14. günüydü. Denizin yüzü rengârenk kayıklarla doluydu. Padişah, vezirler ve şehzadeler Aynalıkavak’taki sahil sarayında gösterileri seyrediyorlardı. Birden bire denizden koca bir timsahın çıktığı görüldü. Kayıkçılar arasında bir gürültü koptu. Canavar üç çifte kayık büyüklüğündeydi. Üst çenesini açıp kapayan, sağa sola hareket eden bu timsahın denizde işi neydi? Timsahın Aynalıkavak sarayına doğru yaklaşması padişah ve beraberindekileri heyecanlandırmıştı. Sarayın önüne kadar geldiğinde gördüler ki, timsaha benzeyen bu yaratık, timsah şeklinde bir gemiydi.
Saray önlerinde ağır ağır denize gömülen timsahı meraklı gözlerden tamamen kayboldu. Herkes merak içinde neticeyi bekliyordu. Bir saat kadar sonra timsah biçimindeki gemi tekrar su yüzüne çıktı. Bir müddet dolaştı. Sonra kocaman ağzı açıldı. Timsahın ağzından rengârenk elbiseleriyle 5 köçek oğlanı fırladı. Timsahın üstüne çıkıp raksetmeye başladılar. Bu gösteri seyredenler için unutulmaz bir hatıra oldu.
Bu denizaltının denize dalışına ve deniz altında iken mürettebatın nasıl kamış borularla hava alabildiğine dair teknik bilgileri de açıklayan Seyyid Vehbi’nin Sûrnâme-i Hümâyun isimli o zaman yazılmış eseri Türklerde denizaltıların ilk denemelerinin başarıyla gerçekleştirildiğini de bize göstermektedir. Sultan 3. Ahmed Han’ın şehzadelerinin sünnet düğünündeki 1 Ekim 1720 Salı günü olan hadiseleri anlatan Mehmed Hazîn’in Sürname’sinde de balığa benzeyen böyle bir denizaltıdan bahsedilmesi bunu teyid etmektedir.
Bunun benzeri ikinci bir deneme yapılmadı ve bu denizaltıyı yapan Tersane Başmimarı İbrahim Efendi ölümüyle birlikte denizaltı gemisinin sırlarını kendisiyle beraber mezara götürdü.
Çetinoğlu: Selçuklular döneminde denizcilikle ilgili çalışmalardan söz ediliyor…
Terzioğlu: Selçuklular döneminde ilk denizaltı gemisinin 1150 yılında Akka kuşatmasında haçlı şövalyelerine karşı kullanıldığı tarihçi Bahaeddin tarafından zikrediliyor.  Osmanlı döneminde mimar İbrahim’in Üçüncü Ahmed Han döneminde yaptığı denizaltının daha gelişmiş olduğu belirtiliyor. Bu denizaltı, 1 saat su altında kalabilmiştir. İngiliz Day isimli bir zâtın, Mimar İbrahim Efendi’den yarım yüzyıl sonra 1774’de yaptığı küçük denizaltıyı denedikten sonra inşa ettiği daha büyük denizaltı ile tekrar su yüzüne çıkmadan öldüğü düşünülürse Osmanlıların bu alanda başarısı küçümsenemeyecek kadar büyük olduğu görülür. Ancak 1776’da Amerikalı bilgin David Bushnell geliştirdiği denizaltıyı basarı ile denedi. Stockholm Askerî Kurumu’nun arşivinde bulunan 1765 tarihli bir denizaltı projesine dair planı o dönemdeki bütün bu teknik gelişmeleri değerlendirmek açısından enteresandır.
Çetinoğlu: Türklerin diğer alanlardaki buluşlarından da söz eder misiniz Hocam?
Terzioğlu: Türklerin bilim ve teknoloji tarihine geçen buluşlarından biri de kuluçka makinalarıdır.
Fransız seyyahlarından Le Bruyn, Lucas, Thevenot ve İngiliz seyyahlarından Melton; seyahatnamelerinde Türklerin çok eski zamanlardan beri kulukça fırınları kullandıklarını anlatırlar. Corneille le Bruyn 1732’de Lahaye’de yayınlanan ‘Voyages au Levant’ isimli 5 ciltlik büyük seyahatnamesinin ikinci cildinde kendisinden önceki seyyahların bu konuda verdikleri bilgileri de karşılaştırarak şunları söyler: ‘Bir Osmanlı vilayeti olan Kahire’de bir Türk iş adamı ilk kuluçka fırınlarını yapıp, işletmeye başlar. Yer altında yapılan kuluçka fırınları kerpiçtendir. Üzerlerinde birer değirmi menfez vardır. Bunlar fazla hararetin çıkması içindir. Bir fırın binasında genellikle 24 fırın bulunur. Bu fırınlar 12’şerden iki tarafa ayrılmış ve aralarında işçiler için küçük bir yol bırakılmıştır. Her iki taraftaki 12’şer fırının altısı üstte, altısı alttadır. İki katlıdır. Saman ve gübre yakılarak ısıtılırlar. Yumurtalar genellikle üst fırına konur ve alt fırında ateş yakılır. Civcivlerin kabuklarından çıkışı 21. gün başlayıp, 22. günü son bulur. Fırınların büyüklüğüne göre her birine sekiz yüzden sekiz bine kadar yumurta konur’
Diğer Türk vilayetlerinde de kurulan bu kuluçka fırınları sayesinde Avrupa’ya tavuk ihracatı yapılmıştır. Türk rekabetine dayanamayan Avrupa tavukçuları; ‘Fırın piliçlerinin etleri tabii piliçler kadar lezzetli değildir.’ Diye şayialar çıkarmışlardır. Buna rağmen Floransa Dukası Türkiye’den uzmanlar getirtip kuluçka fırınları kurdurmuş ve ondan sonra da bu Türk icadı Lehistan’a kadar birçok Avrupa ülkesine yayılmıştır.
Çetinoğlu: Hocam çok teşekkür ederim. Verdiğiniz bilgilere ulaşmak kolay kolay olmasa gerek. Bu bilgiler kitap hâline getirilerek daha geniş kütlelerin istifadesine sunulabilir mi? 
Terzioğlu: Henüz el yazması halinde olan yüz binlerce eser ve belge ciddî bir şekilde incelenmiş değil. Bilinen çok önemli ilim adamlarımızın orijinal nitelikleri eserleri bile incelenerek ve notlanarak yayınlanmadı. Bu yüzden belki de gerçeğin çok azını söyleyebildik.
Yazma eserlerimiz, belgeler üniversitelerimizin, bilim adamlarımızın, araştırmacılarımızın ilgisini bekliyor. Belki de hasretle…

(*) Dâvûd’ ül Kayserî: İlk Osmanlı medreselerinin kurucusu, günümüzdeki rektör görevinde bulunan başmüderrisi, filozof, mutasavvıf ve yazar. 
Dâvud ül-Kayseri 1258 veya 1261 yılları civarında Kayseri’de doğdu. Kayseri’nin o dönemde Selçuklu ilim ve kültür hayatında önemli bir yeri vardı. Burada dönemin tanınmış âlimlerinden Kadı Siracettin el-Ümrevi’den dersler aldı. Onun Konya’ya tayin edilmesinden sonra burada diğer hocalardan eğitim gördü.

Prof. Dr. ARSLAN TERZİOĞLU:

1938 yılında Çorum’un Sungurlu İlçesi’nde doğdu. 

Batı Berlin Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ni yüksek mühendis olarak bitirdi. 1959 – 1965 yılları arasında Hür Berlin Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde tıp öğrenimini tamamladı ve tıp doktoru oldu. 1968’de Batı Berlin Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde doktor mühendis unvanını aldı. ‘Dr. Dr.’ unvanı kazandı.  1975’te Münih Tıp Fakültesi tarafından ‘doçentliğe hak kazanmış tıp doktoru’ unvanı verildi. 1979’da İstanbul Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Deontoloji Kürsü Başkanlığı’na tâyin edildi. 1981’de profesör oldu. 

Hastane Planlaması, Tıp Tarihi, Tıbbî Etik, Avrupa ve bizde yüksek öğretimin evrimi alanında Almanca, İngilizce, Fransızca ve Türkçe olarak 50’si kitap, 325 yayını bulunan Terzioğlu, Alman Tıp, Fen ve Teknik Tarih Kurumu şeref üyelikleri, Erich Frank Madalyası, Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver Ahlak ve Etik Ödülü, Alman Federal Cumhuriyeti ve Avusturya Cumhuriyeti Liyakat Nişanı, Ludvvig Maximilians Üniversitesi Münih Tıp Fakültesi Wolfgang Peisser Madalyası sahibidir.

Yayınlanmış Eserleri: Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane ve Bizde Modern Tıp Eğitiminin Gelişmesine Katkıları: Arkeoloji Ve Sanat Yayınları. Türk Tıbbının Batılılaşması: Arkeoloji ve Sanat Yayınları. Yerli ve Yabancı Kaynakların Işığında Ermeni Tehciri Meselesi: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı. Baıtrage Zur Geschıchte Der Turkısh-İslamıschen Me: İsis Yayınları.

Önceki İçerikPromosyonlu İbadet Anlayışı ve Kutlu Doğum Haftası
Sonraki İçerikTürkistan’dan Can Azerbaycan’a
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.