Türkiye’nin Azınlıklar Meselesi

85

 

Oğuz Çetinoğlu: Cihan devleti olan Selçuklularda ve 1830’lu yıllara kadar Osmanlı’da azınlıklar meselesi problem değilken, Cumhuriyet döneminde baş ağrıtıcı bir unsur oldu. Konu hakkında genel bir değerlendirme lütfeder misiniz?

Prof. Dr. Kenan Erzurumlu: Tarihî kaynaklarda, imparatorluk anlayışıyla hareket eden Selçuklularda ve Osmanlıların kuruluş, yükseliş ve duraklama dönemlerinde azınlıktan bahsedilmemiştir. Osmanlıların son dönemlerinde kullanılmaya başlayan ‘azınlıklar‘ kavramı, batılı devletlerin milletlerarası politikaları gereğince, Osmanlı tabasında ve toprağında hak talep etmelerinin vasıtasından başka bir şey değildir. Nitekim Osmanlı tabasından olup ta azınlık olarak tariflenenler sadece gayrimüslimler olmuştur. Hatta Lozan Andlaşması’nda Türkiye’de azınlık olarak tanımlananlar sadece Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler olmuştur. Sayılan çok az olan Doğu-Güneydoğu kökenli gayri Müslim vatandaşlarımız dahi azınlıklar içerisinde sayılmamışlardır. Türkiye nüfusunun 1844’te ve 1884’te yapılan sayımlarda nüfusun13.500.000’a yakın olduğu bilinmektedir. 1910 yılına ait tahminî rakamlara göre, bugünkü Anadolu sınırları içinde yaklaşık 16.000.000 kişi yaşamaktaydı. Bu nüfusun yaklaşık 3.000.000’u Rumlar ve Ermenilerdir.

1910-1919 döneminde yaşanan savaşlarda verilen kayıplar, Türk nüfusun azalmasına yol açmıştır.  Birinci Dünya Savaşı yıllarında Rus ordularının Doğu Anadolu’yu işgal etmelerini fırsat bilen Ermenilerin bölgede 700.000 fazla Türk’ü katletmesi, dikkat çekici bir husustur.

Nüfus azalması özellikle erkeklerde daha fazladır. Nitekim Cumhuriyet döneminde yapılan ilk nüfus sayımında kadın/erkek oranı 2/1 olarak tespit edilmiştir. Öte yandan, Rusların Doğu Anadolu’yu terk etmesinden sonra Doğu Anadolu’da tekrar hâkimiyet kurmamız üzerine bölgedeki Ermenilerin Suriye, Lübnan, Avrupa ve Amerika gibi ülkelere göç ermeleri nüfus azalmasında etkili bir diğer faktör olmuştur.

Bulgarların Balkanlar’daki katliamları, Rumların Batı Anadolu ve Karadeniz’deki toplu cinayetleri Türk nüfusunun azalmasında etken olmuştur.

Anadolu Türklüğü, Birinci Dünya Savaşı, Bulgar-Rum-Ermeni katliamları ve Kurtuluş Savaşı’nda yaklaşık olarak 3.000.000 kayıp vermiştir. Bunun sonucunda Anadolu’daki Türk nüfusu Cumhuriyetin başlarında, 10.500.000 olarak tahmin edilmektedir. Mübadele ve göçlerle gelen nüfusun ilâvesiyle Anadolu’daki Türk nüfusu 1927 nüfus sayımında 13.648.000’e ulaşmıştır.

Mustafa Kemal Paşa, Cumhuriyetin ilk kuruluş yılında yaptığı Eskişehir-İzmit gezisinde, nüfus konusunda; ‘Hakikaten memleketin nüfusu şayan-ı teessüf bir derecededir. Zannederim ki, bütün Anadolu halkı 8.000.000’u geçmez. Fakat biz Anadolu halkı ile 8.000.000’luk bir idare yapmak için değil, büyük imparatorluklar tesisine heves ettik ve fütuhat yaptık. Her zapt edebildiğimiz yere Anadolu halkını götürdük ve Anadolu halkını öldürdük. Bir misalini burada tahattur edeceksiniz: Süveyş Kanalı açılalı 45 sene olduğu hâlde, bu müddet zarfında Yemen’e gidip ölen Anadolu çocuklarının miktarı zannederim 1.500.000’dur. Ona göre Suriye’yi, Irak’ı, Afrika’yı muhafaza edebilmek için öldürdüğümüz Türklerin adedini düşünürken, yekûnları milyonlara baliğ olacaktır.

Şimdi biz, bunu telâfi etmek istiyoruz. Telâfi etmek için ise, şüphe yok herkesçe malûm olduğu gibi, sıhhî ve içtimaî tedbirler almak lâzım gelir.’ demiştir.

Yurt dışından göçler, mübadele gibi uygulamaların yanında, yurt içerisinde alınan tedbirlerle nüfusun artması sağlanmıştır. 1926 yılında ‘Kasten çocuk düşürmenin ve düşürtmenin suç sayılması, 1929 yılında  ‘Fazla çocuk sahibi olan ailelerin yol vergisinden muaf tutulması, 1930 yılında ‘Nüfus arttırma politikası ile doğum evi kurmak, fakir vatandaşlara ücretsiz ilaç dağıtılması’ ve ‘İlkaha mâni veya çocuk düşülmeye vasıta tayin olunacak alat ve levazımın ithal ve satışının yasaklanması, 1931 yılında ‘Altı ya da daha fazla çocuklu ailelere vergi muafiyetinin getirilmesi’, 1932 yılında ‘Nüfus artışını istenilen seviyeye çıkartmak, anne ve bebek ölüm oranlarını düşürmek için alınması gerekli önlemleri araştırmak üzere nüfus komisyonunun kurulması’, 1934 yılında göçleri teşvik etmek amacıyla göçmenlere gümrük muafiyeti getirilmesi’, 1936 yılında ‘Kısırlaştırma ve gebelik önleyici bilgileri yayma da yasaklanması’ ve ‘Çok çocuklu ailelere hazineye ait topraklardan tarla bağışlanması, 1938 yılında ‘Evlenme yaşının erkekler için 17, kızlar için 15’e indirilmesi’ ve ‘Düşük ve gebeliği önleyici ilaç ve araçların satılması, kullanılması ve bu konuda eğitim ve propaganda yapılmasının yasaklanması’ bu tedbirlere örnektir.

O yıllardaki nüfus politikalarımızı, Şevket Süreyya (Aydemir)’in, Kadro dergisinde, ‘Çok nüfus, tok nüfus, şen ve zengin nüfus istiyoruz.’ sözleriyle özetlemiştir.

Bu uygulamalar sonucunda nüfusumuz, 1935 sayımında 16.200.694, 1940 sayımında 17.713.000 olarak belirlenmiştir. 1960 sayımında ise 27.830.000’i bulunmuştur.

1960 sonrasında ise nüfus politikalarında köklü bir değişiklik dikkati çekmektedir. 1963-1967 yılları arasını kapsayan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’ndaki,  ‘İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, geri kalmış ülkelerin çoğunda ölüm hadleri hızla düşmekte, fakat doğum hadleri pek değişmemektedir. Böylece nüfus artış hızı gittikçe büyümektedir. Bu durum iktisadî gelişme çabalarını kösteklemektedir. Çünkü iktisadî gelişme, en basit deyimle, adam başına düşen millî gelirin artmasıdır

Türkiye’de nüfus büyük bir hızla artmaktadır. ‘İktisadî gelişme hızının mümkün olduğu kadar büyük olması da bir millî politika hâline gelmiştir. Bu sebeple nüfus politikamızda bir değişikliğe şiddetle ihtiyaç vardır.’ Gerekçesiyle çıkarılan, 10 Nisan 1965 tarih ve 557 sayılı ‘Nüfus Planlaması Kanun Tasarısı Nüfus Planlaması Kanunu’ ile nüfus politikaları köklü değişikliğe uğramıştır. O kadar ki, o yıllardan sonra halkımıza verdiği vaatleri yerine getiremeyen veya iş-hizmet üretemeyen tüm yöneticilerimiz ve siyâsî kadrolarımızın en büyük savunma ve oylama söylemi, ‘Doğum kontrolü-nüfus planlaması-sigara ile mücâdele‘ olmuştur.

Çetinoğlu: Azanlıklar meselesinde ne türlü gelişmeler oldu?

Erzurumlu: 20. yüzyılın başlarından itibaren azınlıklar problemi, devletler hukuku ve insan hakları meselesi gibi sunulmaya başlanılmasına karşılık; gerçekte milletlerarası siyasetin ve emperyalizmin bir aracı olmaktan öteye geçememiştir. Kendi devlet bünyelerindeki ve tarihlerindeki olaylara karşı kör ve sağır olanların, özellikle kendi blokları dışında kalan millet ve devletlere karşı azınlık hakları savunucusu kesilmeleri, samimiyetten uzak, emperyalist ve onları etki altında tutmayı amaçlayan siyâsî çalışmalardır.

Demokrasi havarisi ve fikir hürriyeti savunucusu kesilen bazı devletlerin, resmî görüşlerine karşı fikirler beyan edilmesini yasaklamaları ve hatta karşı görüş beyan eden tarihçileri tutuklamaya kalkışmaları art niyetlerin açık göstergesidir.

ABD’nin, Kızılderililere ve Afrika kökenli Amerikalılara, İngiltere’nin başta Hindistan olmak üzere sömürgelerine, Fransa’nın Cezayir’deki yerlilere, Almanların Yahudilere; İtalyanların Darfur’da-Habeşistan’da, Portekiz ve İspanya’nın tüm sömürgelerinde yaptıklarının hesabını vermeden, başkalarına akıl vermeye veya hesap sormaya hakları yoktur.

Çetinoğlu: Milletlerarası hukuk açısından değerlendirme yapmak gerekirse…

Erzurumlu: Lozan Anlaşması ile Türkiye’deki azınlıklar, sadece dinî temele dayandırılmıştır. Buna göre; Türkiye’deki azınlıklar sadece Ermeni, Rum ve Musevîlerden ibaret olmuştur. Bahaîler, Maronidler, Süryanîler, Yezidîler, Protestan Hıristiyanlar gibi diğer gayri Müslimler azınlık olarak dahi kabul edilmemişlerdir. Bunların sayılarının azlığı, azınlık sayılmamalarına etken olmuştur.

İki kutuplu dünyanın oluşmaya başladığı 1945’ten sonra, ‘azınlık tanımı’ farklı yorumlanmaya başlanılmıştır. BM Genel Sekreteri’nin 1949’da sunduğu rapora dayanan 1954 tarihli komisyon kararında, azınlıklar, ‘Genel nüfus içinde hâkim pozisyonda olmayıp, çoğunluğa oranla farklı olan, dil, din ve etnik özelliklerini koruma arzusunda bulunan gruplar‘ olarak tarif edilmiştir.

1979 yılında BM tarafından yapılan tanımda ise, ‘Bir devletin, geri kalan nüfusundan sayıca az olan, hâkim konumda olmayan, mensupları -Devletin vatandaşı olarak- etnik, dinî veya dil olarak nüfusun geri kalanından farklı özellikler taşıyan ve zımnen de olsa, kendi kültür, gelenek, din veya dillerini koruma yönünde dayanışma sergileyen gruplar‘ denilmiştir. Tariften anlaşılacağı gibi azınlık tanımı, din, etnik köken ve dil olarak farklı olmayı içermektedir.

Çetinoğlu: Azınlık kavramının tarifi üzerinde milletlerarası mutabakattan söz edilebilir mi, bir problem söz konusu mu?

Erzurumlu: Problem, bu gün için azınlık hakları savunucusu kesilen BM’in önde gelen üyelerinin geçmişlerindeki etnik soykırım, din ve mezhep esası katliamları göz önüne alıp almayacaklarıdır.

Nitekim BM’in bu tanımlamasına rağmen; İngilizler, farklı grupların haklarını zaten kullandıklarını ileri sürmüşlerdir. İspanyollara göre, ‘İspanya’nın ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü‘ esastır.

1978 Fransa’sında 17 etnik gruptan bahsedilmiş ve bunlardan 16’sınm nüfuslarının 100.000’in üzerinde olduğu, toplam nüfusun % 19’unu oluşturdukları bildirilmiştir. Buna rağmen Fransa, hiçbir etnik grubu ve Fransızca dışındaki dilleri -AB tarafından kabul edilen- ‘Mahallî ve azınlık dilleri şartı‘nı kabul etmemektedir. Keza, 15 etnik gruba sahip İngiltere’de, bunların % l61ık oranı teşkil etmeleri de aynı benzerliği göstermektedir.

Öte yandan, İngiliz ve Fransızların, Hıristiyanlık dışındaki dinlere yaklaşımı da aynı istikamettedir.

Fransız Hükümeti, ‘Mahallî dillerin kullanılmasının, ilmî amaçlar dışında, hiçbir şekilde bir grubun kimliğini belirlemede bir kriter olarak kabul edilmesinin mümkün olmayacağına‘ dikkati çekmektedir. Fransız Anayasa Konseyi’nin, 1991de verdiği kararda, Fransa’nın geleneksel azınlıkları red politikası bir kez daha vurgulanmış ve; ‘Menşe, ırk ve din ayırımı gözetilmeksizin, tek ve bölünmez bir Fransız milleti bulunduğu‘ belirtilmiştir. Bu tutum dolayısıyladır ki, ortadaki tabloya rağmen Fransa’da ne mozaik sözü edilir, ne de Fransa için ‘mozaik‘ nitelemesi yapılır.

Bünyesinde 118 etnik grubu barındıran Sovyetler Birliği, ‘Ülkesinde özel korumaya muhtaç, farklı dil, din ve kökene mensup hiçbir azınlığın olmadığı‘ bildirilmiştir.

Hâlen, sözü edilen ülkelerde azınlıkların tanımlanmasında veya geçmişte yapılan katliamlarla ilgili bir kabul görülmemektedir.

Azınlıkların en fazla olduğu ABD’de L. Smith 5 ayrı azınlık grubundan bahsetmektedir: Irkî, Kültürel, Milliyet, Dinî, Bunların kombinasyonu. Buna rağmen, ABD’de azınlıklar sorunu gündeme gelmemektedir.

Çetinoğlu: Azınlıklar konusunda ilim adamlarının görüşü nedir?

Erzurumlu: Milletlerarası bilim çevrelerinin koyduğu ölçüyle, bir ülkenin etnik bir mozaik olarak tanımlanabilmesi için iki şart gereklidir. Ayrıca bu iki şartın birlikte sağlanması gerekir.

Bunlardan biri, etnik çeşitlilik; diğeri, nüfus oranıdır. Bir ülkenin etnik mozayik olması için çeşitlilik yeterli değildir. Etnik grupların genel nüfusa oranı en az % 35 olmalıdır. Egemen unsurun nüfus oranının % 65-70 olduğu bir ülke için ‘mozaik’ tanımı, çeşit ne olursa olsun geçerli değildir. Prof. Martin Lipset, nüfus oranım % 65 olarak kabul etmektedir. Ayrıca; etnik gruplar arasında din, ırk vb. anlamlarda hiçbir doğrudan bağ bulunmamalıdır.

Çetinoğlu: Türkiye’deki duruma gelirsek…

Erzurumlu: Türkiye’de ‘azınlık‘ diye nitelendirilen gruplarla (Kürtler, Zazalar, Araplar, Lazlar, Gürcüler, Çerkezler vb) ortak kültürel, dinî ve etnik bağlarımız, mozaiklik tanımını çürütmektedir. Kaldı ki, Türkiye’de kendilerini farklı etnik guruplardan hissedenlerin oranı % 11,87’dir ve nüfusları 100.000 üzerindeki grup sayısı sadece 5’tir. Tüm araştırmalarda, esas unsurun (Türklerin) oranı % 80’in üzerindedir.

Türkiye’de esas unsurun (Türklerin) oranı, ‘Ethnologue data from: Languages of the World‘ kuruluşunun Peter Alford Andrews tarafından hazırlanan raporunda % 86.21 (Daha sonra bu rakam % 88.03 olarak bildirilmiştir.); 2007 yılında ‘Konda Araştırma Şirketi’ni yaptırdığı ankette % 84,5,  Erciyes, Elazığ Fırat ve Malatya İnönü Üniversitesi’ndeki öğretim görevlileri tarafından hazırlanan raporda % 77,9’dur.

Öte yandan, Avrupa Birliği’nin Türkiye üzerine yaptığı 2005 yılı ‘Eurobarometer Araştırması’nda, Türkiye’de yaşayan insanların anadilinin ve günlük hayatta % 93 oranında Türkçe konuştuğu tespit edilmiştir.

Çetinoğlu: Andrews’in ‘saçmalık’ olarak nitelendirilebilecek bilgi kirliliği oluşturan kitabını incelemişsinizdir…

Erzurumlu: Peter Alfred Andrews’ün muğlak ve bilim dışı kriterlerle, Türkiye’de 47 etnik grup belirlemesini anlamak ve kabul etmek mümkün değildir. Yazarın, ‘Özgür Batı Almanya Üniversitesi’ tarafından 1989 yılında yabacı dilde yayınlanan; 1992 yılında Türkçeye ‘Türkiye’de Etnik Gruplar‘ adıyla tercüme edilen kitabında, Türkler, Türkmenler, Yörükler, Tahtacılar, Abdallar, Azeriler, Balkarlar, Karaçaylar, Karapapaklar, Kırım Tatarları, Özbekler, Kırgızlar, Kazaklar, Özbek Tatarları,

Kumuklar, Çepnileı; Ahıskalılar, Avşarlar gibi Öz-be-öz Türk boy ve aşiretleri, ayrı birer etnik grup olarak gösterilmiştir.

Keza, Türkleri, Kürtleri, Arapları ve Zazaları kendi içlerinde ‘Sünnî’ ‘Alevî’ olarak ayırmıştır.

Bunlarla de yetinmeyen yazar, 90-100 kişilik Polonya asıllılar gibi sayıları onlarla veya yüzlerle ifade edilen ve hatta göçler sebebiyle Türkiye’de artık hiç kalmamış olan İtalyanları, Almanları, İngilizleri, Fransızları, Rusları ayrı etnik gruplar olarak tanımlamıştır. Andrews’ün, ayrı bir etnik grup olarak tanımladığı Almanlar ve Estonlar göçler sebebiyle Türkiye’de bulunmamaktadırlar.

Tüm bunlara rağmen, Andrews’ün hesabıyla Türkiye’de Türklerin oranı % 88,03, diğerlerinin oranı ise % 11,87’dir.

Bizzat kendi tespitleriyle, bilimsel gerçekler bu kadar açıkken, Andrews’ün Türkiye’yi etnik bir mozaik olarak tanımlamasını, bilim adamı sıfatıyla ve objektivite ile bağdaştırmak güçtür.

Öte yandan; söz konusu çalışma, 1989 yılında Özgür Batı Almanya Üniversitesi tarafından gerçekleştirilmiştir. Andrews’ün kitabı için kullandığı ifadesi, ‘Bütün Orta Doğu açısından etnik ayrımların tanımlanması ve tartışılması bu projenin kapsamı içerisindedir‘ şeklindedir. Çalışma 1982-1985 yılları arasında Millî Güvenlik Konseyi’nin izniyle gerçekleştirilmiştir.

Andrews’ün bu çalışması, çok acıdır ki, Türkiye’yi yöneten bazı kişi ve gruplar tarafından sık sık gündeme getirilir olmuştur. Andrews tarafından abartılarak, adetâ açık arttırmaya çıkartılan etnik grupların 47 olarak açıklanmasından sonra, bazı gafil veya art niyetli yöneticilerimiz tarafından 27, 32, 36, 46 ve 54 gibi gerçekten uzak rakamlarla abartılmış, bugün ise, bu sayı 26’ya düşürülmüştür. Nitekim Türkiye, Tayip Erdoğan’a göre 27, Korkut Özal ve Almanlara göre 40, AB raporlarına göre 26 etnik gruptan oluşmaktadır. Maalesef bu densizliğe katılan cumhurbaşkanımız ve başbakanımız da olmuştur.

Ne tesadüftür ki, Paul Alford, kendi yazdıklarını 2001 yılında tekzip etmiş, ve merkezi ABD’de bulunan ‘Ethnologue datafrom guagesoftlıe World‘ kuruluşu için yaptığı çalışmada, Türkiye’de aslî etnik grup sayısını sadece 3 olarak ve toplam nüfus içindeki oranı da % 13,79 olarak göstermiştir!  Buna rağmen ‘dâhili bedhahlar’ aynı teranelere devam etmektedirler.

Yurt dışı kaynaklı ve art niyetli bu çalışmaların gündeme gelmesinden sonra, 1990’1ı yılların sonlarına gelindiğinde, Millî Güvenlik Kurulu’nun (MGK), isteği üzerine Prof. Dr. Şaban Kuzgun başkanlığında, Erciyes, Elazığ Fırat ve Malatya İnönü Üniversitesindeki öğretim görevlileri tarafından yapılan ‘Türkiye’deki Etnik Grupların Dağılım Raporu‘ başlıklı araştırma, dikkat çekici sonuçlar vermiştir.

Prof. Dr. KENAN ERZURUMLU:

Amasya İli’nin Suluova İlçesi’nde 1952 yılında doğdu. 1962 yılında Merzifon’da Cumhuriyet İlkokulu’ndan, 1968 yılında Merzifon Lisesi’nden, 1974 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden diploma aldı. 1981 yılında Genel Cerrahi Uzmanı, 1991 yılında Doçent, 1996 yılında Profesör oldu.

1976’dan 1981 yılına kadar ABD’de Genel Cerrahi alanında çalıştı. Tokat’ın Turhal İlçesi Devlet Hastahânesi’nde Başhekim olarak tâyin edildi. 1991 yılında Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Genel Cerahi Uzmanı olarak göreve başladı. 1996 yılında aynı üniversitenin

Uygulama Hastahânesi Baştabi oldu. 2011 yılından itibâren Cerrahi Bölüm Başkanı olarak çalışmaktadır.

Prof. Erzurumlu, Evli, 2 evlat babasıdır. İyi derecede İngilizce bilmektedir.

Web Sitesi: http://www.kenanerzurumlu.com //  E-posta: kerzurum@omu.edu.tr

 

 

Önceki İçerikFB, GS, BJK ve TS Camiaları Stadlarınıza Sahip Çıkınız!
Sonraki İçerikDevlet; Vasfını Milletten Alır
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.