Oğuz Çetinoğlu: Yönetim
ve Organizasyon Anabilim Dalı uzmanısınız. Türk Yönetim Düşüncesinin Kültür
Arka Planı’nda neler var?
Prof. Dr. Feyzullah Eroğlu: İkinci
Göktürk Devleti’nin, kendi zamanına göre çok gelişmiş bir yönetim bilincini
temsil eden Türk yönetim düşüncesinin dayandığı temel ilke ve kuralların arka
planında, hiç şüphesiz böyle bir yönetim kültürünün oluşumuna imkân ve fırsat
hazırlayan uygun bir kültür ortamı vardır. Bu çerçevede, Türk yönetim
düşüncesinin şekillenmesine yol açan ve çağdaşı olan diğer toplumların
kültüründe pek bulunmayan husus, ancak Türk kültür bileşimine özgü olan bir
kısım önemli kültür kodları ve sosyal davranış kalıplarının varlığıdır. Gerçekte,
Türklerin zihniyet temellerinde ve evren tasavvurlarında öyle kültür kurum ve
kodları olmalı ki bunların sâyesinde yönetim ilke ve kuralları, yönetim
faaliyet ve ilişkilerinde kendine uygun bir kültür zemini bulmuş olsun. Türk yönetim düşüncesindeki, ‘kut-töre/adalet’, ‘bilgelik’, ‘istişâre’ ve
‘direnme ahlâkı’ gibi, son derece
özgün bir yönetim bileşimini yaratan Türk kültür kodlarını şu iki temel
varsayım üzerinden izah etmek mümkündür.
Bunlardan
birincisi, Türk mülkiyet ilişkilerinde belirli bir sermaye sınıfının,
dolayısıyla aristokrat bir sınıfın bulunmayışıdır. İkincisi, yönetim
ilişkilerini paylaşacak veya etkileyecek bir din adamı, yâni ruhban sınıfının
bulunmayışıdır.
Çetinoğlu: Bu hükme
nereden varılıyor?
Prof. Eroğlu: Çünkü gelmiş geçmiş bütün
yönetim sistemlerinin, kendi genel prensiplerine göre işlemesinin önlenmesinde
ve adâlet içerisinde dengeli bir yönetim uygulamasının sağlanmasında en büyük
engelleyiciler, çoğunlukla bu iki sınıfın yönetim mekanizmalarına karşı
yaptıkları haksız müdâhaleler sebebiyle ortaya çıkmıştır.
Çetinoğlu: Sözünü
ettiğiniz iki temel varsayımla alakalı tespitlerinize geçebilir miyiz?
Prof: Eroğlu: Türk Mülkiyet Sistemi ve
Sermaye Sınıfının Yokluğu bahsinden başlayalım:
Göktürk
yönetim düşüncesinin en önemli niteliği, yönetimi temsil eden her seviyedeki
yöneticilerin, görevleri kapsamındaki yönetime dâir yetki ve sorumlulukları
yerine getirme çalışmaları sırasında, kendilerini olumsuz ve tarafgir bir
şekilde etkileyebilecek belirli bir sermaye sınıfının olmayışıdır. Yönetim ve
organizasyon faaliyetleri, bir taraftan zayıf ve fakir kesimlere göre
çoğunlukla güçlü ve egemen sınıfların ilgilendikleri faaliyetler olurken, diğer
taraftan da güçlü ve egemen sınıfların lehine gerçekleştirilen etkinlikler
olmaktadır. Servet ve mülkiyet sâhiplerinin, sosyal sınıf konumlarını daha
fazla pekiştirmek ve sermâye güçlerini daha fazla artırmak için başvurdukları
en etkili ideolojik aygıt, çoğunlukla yönetim ve örgütlenme faaliyetleridir. Pratik
olarak ‘sermaye’ ve ‘yönetim’ olgularının, birbirleriyle bu
denli içli-dışlı olmaları, sermâye sınıfının yönetim mekanizmaları üzerinde,
kendileri lehine ancak diğer sosyal sınıf ve gruplar aleyhine çok büyük bir
baskı ve tahakküm yaratma ihtimalini artırmaktadır. Bu çerçevede, yönetim
uygulamaları sırasında sermaye sınıfının baskısı sonucunda yöneticiler, bu
sınıfın ekonomik ve mâlî gücünün etkisi altında kalabilmektedirler. Bütün
zamanlardaki rüşvet, torpil, kayırmacılık, yolsuzluk gibi ekonomik temelli
suçların bir kısmında, maddî durumu iyi olan kişi ve grupların, mevcut meşru
yönetim uygulamalarını olması gereken mecrâdan çıkartmalarında etkili bir rol
oynadıkları bilinmektedir. Ayrıca, yönetim mekanizması içerisinde bir şekilde
yer alan çalışanların, aldıkları karar ve uygulamalar ile bir şekilde zengin
veya servet sâhiplerine yakın olma ve görünme eğilimi içerisinde bulunmaları
çok görülen yönetim davranışları arasındadır.
Yönetim târihi itibâriyle sermâye sınıfı ile yönetici sınıf arasındaki
işbirliği ve dayanışma, her zaman olagelmiştir. Ancak, bu ilişkilerin diğer
sosyal sınıf ve grupların aleyhine bir istikamet kazanması, yönetim
mekanizmasını ve özellikle üst düzey yöneticilerini sermayenin birer
işbirlikçisi konumuna getirmiştir.
Çetinoğlu: Göktürklerde
mülkiyet hakkı ile alâkalı olarak neler söylemek istersiniz?
Prof. Eroğlu: Göktürklerin sosyal ve
ekonomik hayat tarzını şekillendiren mülkiyet ilişkileri, ne tamamen kamu
mülkiyetine, ne de tamamen özel mülkiyete dayanmaktadır. Türk mülkiyet
sisteminde, kimin elinde olsa onların toplumun diğer kesimleri üzerinde
tahakküm kurmalarına vesile olacak kadar büyük mülkiyet ve servet kaynakları,
toplum adına işletilmek kaydıyla kamu mülkiyetinin kontrolündedir. Bu mülkiyet,
toplum için çok önemli fedakârlık ve katkı yaratmış olan ailelere geçici olarak
verilir. Çeşitli zaman dilimleri içerisinde bu kaynakları en verimli ve üretken
şekilde işletecek aileler arasında münâvebeli/değişimeli olarak kamu mülkiyetine
bağlı servet edinmek suretiyle sürekli ve sâbit bir sermaye sınıfının ve aristokrat
bir kesimin oluşumu önlenmiş olurdu. Kimin elinde olsa onların zenginleşmesine
değil de sâdece çağının bir orta sınıf oluşmasına imkân verecek miktardakı mal
ve mülk ise özel mülkiyete konu olmaktaydı. Ayrıca, Göktürklerin kültür
sisteminde, sürekli ve sâbit bir zengin tabaka oluşumunu önlemek üzere, ‘paylaşımcı savaş ganimet sistemi’, ‘dağıtımcı
toy’, ‘ülüş sistemi’ ve tarımda ‘başakçılık’ gibi yardımlaşma gelenekleri
mevcuttur. Göktürkler, böyle bir kamu- özel mülkiyet dengesi ile son derece
paylaşımcı ve dayanışmacı bir düzen içerisinde, sosyal ve iktisâdî mânâda
paylaşma ve dayanışma esasına dayanan toplumcu bir düzen yaratmışlardır.
Hakan-yönetici önderler, toplumda onların irâde ve kararlarına olumsuz anlamda
tesir edecek bir zengin sınıfının olmaması sebebiyle asıl yönetim sorumluluk ve
yükümlülüklerini yerine getirme sırasında, tamamen töreye uygun yâni adâlet ve
hakkaniyet içerisinde davranma serbestliğine ve rahatlığına sâhip olmuşlardır.
Çetinoğlu: Bu
sistemin sağladığı faydalar nelerdir?
Prof. Eroğlu: Türk yönetim düşüncesinde
‘sınıfsız yapı’ dolayısıyla
yöneticiler bakımından ‘kut-töre/adalet’,
‘liyakat ve ehliyet’, ‘danışma ve
katılımcılık ahlakı’ gibi ilkelerin varlığı gerçekleşebilmektedir. Buna
karşılık, yöneticiler gibi yönetilenlerin de ayrıca güçlü ve egemen bir sermâye
sınıfının tasallut ve tahakkümü altında olmadığı bir ortamda ancak ‘direnme ahlâkı’ yeşerebilmektedir. Bu
durumda, adâlet ve ahlâkın bütün sosyal süreçlerin ve en fazla da yöneticilerin
sâhip olmaları gereken nitelikler olmasının teminatı için sınıfsız ve
imtiyazsız bir sosyal yapının varlığı mecbûrîdir. Eski Türklerdeki mülkiyet
sisteminin temel esası, çoğunlukla birey-toplum dengesine dayanması ve kimin
eline geçse, toplumun diğer kesimleri üzerinde baskı ve tahakküm kurma potansiyeli
olan, başta iktisâdî ve mâlî imkânlar olmak üzere, bütün güç ve iktidar
araçlarının sosyal paylaşıma tâbi olmasıdır. Çünkü, sınıfcı ve mülkiyetin
sâdece bazı özel şahıs veya zümrelere ya da yalnızca bir kısım kamu
otoritelerine bırakıldığı rejim ve sistemlerde, bütün iddialara ve söylemlere
rağmen, adâlete ve ahlâka dayalı bir yönetim mekanizması kurulamamaktadır.
Toplumların sâhip olduğu mülkiyet ve gelir yaratıcı faktörler ile her türlü
iktisâdî, sosyal, siyâsî ve kültürel imkânların, insanlar ve gruplar arasında
çok ciddî bir farklılığa konu olduğu sınıfçı ve imtiyazlı topluluklarda,
insanlar ve gruplar arası güç ve iktidar farklılığı da fazla olmaktadır.
İnsanlar ve gruplar arası güç ve iktidar farklılığının fazla olduğu sosyal
yapılarda, paylaşma ve dayanışmaya dâir inanç özelliklerinin ve geleneklerinin
yeşermesi de adetâ imkânsızlaşmaktadır. Bu tür toplumlarda, elbette adâlet ve
ahlâka daha fazla ihtiyaç vardır. Ancak, târihî süreç içerisinde sayısız
denilecek çokluktaki örnekler göstermektedir ki, bu şekildeki sınıfçı ve
imtiyazlı topluluklarda adâlet ve ahlâk değerleri konusundaki ilkeler sürekli
lafta veya yazıda kalmakta ve bir türlü fiiliyata dönüşmemektedir.
Çetinoğlu: Teşekkür
ederim. Türk inanç sisteminde ruhban sınıfın yokluğu meselesine bakabilir
miyiz?
Prof. Eroğlu: Göktürkler döneminde Türk
yönetim düşüncesinin şekillenmesinde rol oynayan ve yönetim sisteminin kendi
mantığı ve tutarlılığı içerisinde işlerliğine katkı sağlayan önemli
sosyo-kültürel niteliklerden bir diğeri de, Türk inanç sisteminde her fırsatta
din adına hareket eden bir din adamları sınıfının olmayışıdır. Aslına
bakılırsa, Türk yönetim düşüncesinde, yöneticilerin kararlarına tesir
edebilecek ve onların bir kısım olumsuz uygulamalarını perdeleyerek onlara
haksız yere kalkan olacak olan bir din adamı sınıfının mevcut olmaması, son
derece özgün sayılacak bir uygulamadır.
Çetinoğlu: Yöneticilerin
vasıfları hakkında da diyecekleriniz vardır. Lütfeder misiniz?
Prof. Eroğlu: Türk yönetim düşüncesinin, Göktürk kitabelerindeki
veriler üzerinden analizi sonucunda ortaya çıkan en önemli târihî yönetim
bulgusu, her düzeydeki ve konumdaki yöneticilerin, yetenekli, bilgili, liyâkat
ve ehliyetli, istişâreye tercih eden ve katılımcı olmalarıdır. Bu târihî
yönetim olgusu, yönetim pratiği bakımından en ideal ve en uygun bir modeli
temsil etmektedir. Türk yönetim düşüncesinin temel ilke ve hukukuna büyük
ölçüde uyulduğu ve bu model ekseninde bir yönetim uygulaması gerçekleştirildiği
dönemler olmuştur. Buna karşılık, iç ve dış şartların olumsuz ve kötü
sonuçlarına bağlı olarak zaman zaman ilgili ideal yönetim modelinden
uzaklaşmalar ve sapma halleri de yaşanmıştır. Şurası târihî bir gerçekliktir
ki, târihin çeşitli evrelerinde ve günümüz Türk yönetim pratiğinde, Türk
yönetim düşüncesinin temel ilke ve yasalarından uzaklaşıldığı ölçüde,
çoğunlukla başta yöneticiler arasında olmak üzere sosyal yapıda adâlet ve
ahlaktan uzaklaşılması, toplumda çözülme ve kimlik bunalımı, hâkimiyet
bilincinin kaybı, kargaşa ve kaos ortamının yaygınlaşması gibi çok sayıda
belâlı durumlar ortaya çıkmıştır ve çıkmaktadır.
Çetinoğlu: Teşekkür
ederim muhterem hocam.
Prof. 1955 yılında Osmaniye’nin Hasanbeyli 1980’de Atatürk Üniversitesi İşletme Fakültesi’ne Yönetim ve organizasyon sâhasında daha çok |