1 Eylül tarihine ve dolayısıyla Cumhuriyetin 100. yılının yeni adli yıl açılışına vasıl olduk. Hayırlı olsun. Bu 1 Eylül tarihi de her 1 Eylül’de olduğu gibi Türk yargısının ve genel olarak Türk hukukunun eksiklerinin, hatalarının barolar tarafından sayılmasıyla geçecek. Ve sonrasında maalesef yine bir arpa boyu yol alamayacağız. Hayırlısı olsun.
Türk yargısının kendi içinde cemaatvari bir yapı olması, yargının kaplumbağadan beter yavaşlığı, yargılama faaliyetlerinin ilk derece mahkemelerinde ortalama 1,5-2 sene gibi uzun bir sürede sonuçlandırılması, kararlardaki isabet oranları, hakim/savcıların bilgi ve deneyimleri ve tabi ki yargının olabildiğince siyasallaşması Türk yargısının kronik problemleri haline gelmiş durumda. Ancak, kanaatimce Türk yargısının öyle bir problemi var ki bu problem çözüldüğü zaman diğer problemler de çorap söküğü gibi bir bir çözülecekler. Yine kanaatimce Türk yargısının en büyük problemi insan odaklı olamamasıdır.
Bizim hâkim / savcı ortalamamız önlerine gelen bir soruşturma ve/veya kovuşturmayla ya da genel olarak yargılama faaliyetiyle ilgili olarak meseleye sadece “dosya” olarak bakarlar. Hâlbuki konusu ne olursa olsun her “dosya”, içinde insana dair bir hikâye taşır. Ve elbette konu hikâyenin çok ama çok ötesindedir. Her “dosya”, mutlaka ama mutlaka en az bir insanın mağduriyetini içermektedir ve yargı çoğu zaman ağır aksak işleyerek, dosyanın içindeki mağduru göz ardı ederek o mağduriyeti katlar.
Somut örnekler üzerinden gidelim;
Örneğin boşanma davaları. Türk yargısının boşanma davalarını ele alış tarzı, insan hayatında ciddi mağduriyet meydana getirmektedir. Üstelik boşanma davalarında davanın yalnızca bir tarafı değil, her iki tarafı da uzun süren yargılama faaliyeti nedeniyle mağduriyet yaşamaktadır. Düşünün ki, her iki taraf veya sadece bir taraf artık mevcut evliliği devam ettirmek istememekte, ancak müşterek çocukların velayeti – nafaka – tazminat – mal rejimi gibi daha “tali” nedenlerden dolayı taraflar yıllarca boşanamamaktadır. Taraflar, fiilen tamamen bitirdikleri bir evlilikle ilgili olarak sadakat yükümlülüğü başta olmak üzere evliliğe ilişkin bir eş olmaktan kaynaklanan bütün sorumlukları yıllarca sırtlarında taşımaktadır. Bu da hem tarafların ruh dünyasında hem de sosyal hayatlarında çok ciddi problemlerin doğmasına neden olmaktadır. Hâlbuki hukuk sitemi içerisinde boşanmaya derhal karar verilip diğer hususlar yönünden davanın devam ettirilmesi imkanı –teorik olarak- bulunmaktadır. Ancak Türk yargısı adeta Katolik Kilisesi gibi hareket etmekte ve boşanma meselesinin adeta etten tırnağı çıkartır gibi son derece sancılı bir şekilde gerçekleştirmektedir.
İş davaları için de benzer bir durum söz konusudur. İşveren tarafından hakları ihlal edilen ve işveren karşısında daha zayıf durumda olan işçi, davanın yıllarca sürmesi nedeniyle hakkını geç elde etmekte ve Türkiye gibi enflasyonist bir ülkede bu haklarını geç elde etme neticesinde bütün haklar adeta kuşa dönmektedir. İşveren tarafından zaten mağdur edilen işçi, bir kere de yargının hantallığı nedeniyle mağduriyet yaşamaktadır.
Yargı bazen de gecikmesinde sakınca bulunan ve telafisi imkansız zararların doğmasına neden olabilecek durumlarda verilmesi gereken ihtiyati tedbir, ihtiyati haciz, yürütmenin durdurulması gibi kararları zamanında vermeyerek mağduriyet doğmasına neden olabilmektedir. Bu durumlarda ilgili taraf davayı kazansa bile davayı kazanmanın hiçbir anlam ve değeri kalmamakta ve yine yargı eliyle mağduriyet doğmaktadır.
Yargının asıl insan odaklı olması gereken ceza davalarında ise bu yazının hacmini çok aşacak ve aslında başlı başına bir kitap konusu olabilecek mağduriyetler maalesef bazen yargı eliyle yaşatılmaktadır. Haksız olarak verilen tutuklama kararları en sık rastlanan mağduriyetlerdendir. Yine haksız olarak verilen cezalar, ceza infaz kanununun ceza evinden cezaevine ve hatta kişiden kişiye farklı uygulanması da çok yaşanan mağduriyetlerdendir. Halbuki tekrar ifade edeceğimiz üzere, özellikle ceza yargısı en çok insan odaklı olması gereken yargı alanıdır. Çünkü buradaki mağduriyet yalnızca yargılaması yapılan kişiyi/kişileri değil onların eşlerini, çocuklarını, kısa bütün ailelerini, iş hayatlarını, ekonomik durumlarını, sosyal hayatlarını kısaca her şeylerini etkilemektedir. Bu alanda verilen / verilecek olan en ufak bir yanlış karar onlarca insanın hayatını mahvedebilmektedir.
Yeni adli yılda dileğimiz, Türk yargısının artık önündeki yargılama faaliyetini yalnızca dosyadan ibaret görmemesi, o dosyanın içindeki insanı yakalayabilmesi, umursamaz bir tutumla değil bilakis insan odaklı bir anlayışa bürünmesidir. Bir şeyleri düzeltmeye belki buradan başlayabiliriz.