Türk Vatanı ve Türkçe

59

 

Uğrunda can ve baş verilen toprak, vatanlaşır. Osmanlılar, tarihî seyrinin başından beri, toprakları vatanlaştırmakta büyük bir dehâ göstermişlerdir.

Bundan dolayıdır ki, dünyanın hiçbir tarafında kendilerini yabancı hissetmemiş, gurbette saymamıştır.

Bir de bakmışınız ki, yeni fethedilen ülke, Osmanlı’nın asırlık vatanı olmuş. Belki de Yahya Kemâl’in Üsküb’ü öz be öz vatan bilişindeki hikmet buna dayanıyor.

Fethin ardından, o beldede adâlet güneşi de hemen te’sîrini gösterir, halk yepyeni bir devrin başladığını fark ederdi.

Ülkede bambaşka kıpırdanışlar, apayrı hayât belirtileri ortaya çıkar, beldenin çehresi Osmanlı hüviyeti arz ederdi.

Kubbeli binalar, nârin endamlı minâreler, servili şehitlikler, pîr-i fânili türbeler, o yöreyi dört bir taraftan sarar, ülke rahat bir hayâtın sihirli havasını teneffüs ederdi.

Günün beş vakti, Ezan-ı Muhammedî’lerle kendinden geçer, din ayrımı gözetmeyen adâlet sâyesinde, farklı dîn ve medeniyetlerin insanları kardeşçe yaşardı.

Kısaca âlem bir başka âlem, devrân bir başka devrân olurdu. Toprakları vatanlaştırmakta ecdâdın sihirli elleri bu kadar mâhirdi.

Ülkeler vatanlaşırken, kelimeler de millîleşirdi. Çünkü Osmanlı, her cephesiyle fâtihti. Diyârdan diyâra at koştururken, katettiği ülkelerden, arı titizliğiyle sayısız kelimeler devşirir, kendi potasında eriterek, eskisinden soyca aynı, mânâca farklı bir hâle getirir. Yâni millîleştirirdi.

Tarihî seyri boyunca, güzel, doğru ve iyiye düşkün oluşu, dili ortaya koymakta da, ona en doğru yolu göstermişti.

Kelimeleri devşirmede asla menşe’ ayrımı yapmazdı. Onu potasında yoğurduktan sonra, güzel, câzip, hoş ve kolay söylenir, canlı bir dil hücresi olarak nakışlar ve bünyesine katardı.

Bundan dolayı ecdâdımız, temâs ettiği her milletin güzel ve söylenişi kolay kelimelerini devşirmekte bir sakınca görmemiş, bu yüzden Türk Dili “Güldeste” mâhiyetini almıştır.

Şaşmıyalım. Toprak tâbiiyet değiştirdiği gibi, kelimeler de değiştirir. Nasıl ki, cihânı elinde tutan Osmanlı Devleti’ni ihya eden seçkin devlet adamları arasında milliyeti Türk olmıyan fakat Türkleşmiş yâni müslüman olmuş nice yüksek devlet adamları (Sokullu Mehmed Paşa gibi), nice soylu âileler (Mihâloğulları misâli) varsa; kelimeler için de aynı başkalaşma söz konusudur.

Onları Osmanlı olarak kabullenmiyecek bir Türk tasavvur edilebilir mi? Çünkü asıl olan doğuş değil, oluştur.

Kelimeler de tâbiiyet değiştirir demiştik. Öyledir. Türk Milleti, kendi isteği ile ümmeti olduğu “Adı güzel, kendi güzel.” Peygamberi Hz. Muhammed’in ism-i şerîfini, sıradan kimselere de verilerek, edepli edepsiz sarf edilmesini istememiştir. Sırf Risâlet-penâh Efendimizin şahsına hürmeten; “Muhammed” adını başkalarına “Mehmed” şeklinde verir ve böyle telâffuz eder / söyler olmuştur. Peygamber-i Zîşân Efendimiz’in azîz rûhlarını rahatsız etmemek gibi ince düşünce bir yana, kelimeyi başka bir kalıba dökmekte gösterilen dehâ, gerçekten göz kamaştırıcıdır.

Bu gibi misâller saymakla bitmez. Farsça’da “neverd-i bâm” şeklinde geçen kelime, Türk ağzında işlene işlene bugünkü “merdiven” hâlini almıştır. Bunun gibi Arapça “manâra”, zarîf “minâre” şekline bürününceye kadar, kim bilir kaç Türk’ün ses tellerinde tesviyeye uğradı.

Köylümüz, çöreğine katık yaptığı “Hoş Âb”ı,”Hoşaf” yapana kadar kim bilir neler çekti.

447

“Örnek” kelimesini Ermenice “orinag”dan devşirdiğimiz de unutulmasın. Ya “bâd ü hevâ”dan bedava yapmamıza ne demeli?

Kısa da olsa, kelimelerin tâbiiyet değiştirebildiğini anlatmıya çalıştık. İşte Türkçe, bilhâssa Arapça ve Farsça’dan alınmış, fakat üzerlerine Türk mührü vurulmuş, nice asırlık kelimelerden ibâret büyük bir dil.

Evet, bu vatan bizimdir. Çünkü uğrunda kâh şehit düştük, kara topraklara serildik. Kâh gâzi olduk, al kanlara boyandık. Toprağın altını şehitlerimizle süsledik. Üstünü mâmûrelerimizle, bir uçtan bir uca bezedik.

Şehitliklerinde serviler, türbeler yükselttik. Dirilerimiz için mâbedler, mektepler, külliyeler yaptık. Akan çaylara köprüler kurduk. Uzayıp giden yollara kervânsarâylar kondurduk. Köşe bucağa kubbeler, çeşmeler, kemerler yaptık.

Bu vatan bizimdir. Çünkü üstünde bir Süleymâniye, bir Selimiye, bir Sultân Ahmed Câmii, bir Topkapı Sarâyı var. Altında Dîn-i Mübîn-i İslâm’ın müjdesine erişmiş bir Fâtih, şâirin:

“Sultân Selîm-i Evveli râmetmeyüp ecel
Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî”

Beytiyle, büyük dâvâsını gözler önüne serdiği bir Sultân Selîm yatıyor.

Şimdi sormak gerek:

“Feth-i mübîni zâmin o tebşîr aşkına” asırlarca nice seferlere girişilen, nihâyet:

“Leşker-i müfettihü’l-ebvâb” pâyesini hakkıyla kazanan,

“Türk’ü gönderen Yed-i Takdîr aşkına,

Gülbângı âsmânı tutan pîr aşkına” kılıç sallıyan Fâtih’in ordusunca fethedilen Konstantıniyye için, kim çıkıp da tekrâr “Bizans başşehri olsun!” diyebilir?

Bu misâli bütün memleket için düşünürsek, nasıl menfî ve sakat bir zihniyetin tutsağı olacağımız anlaşılır. Vatan sevgimiz kaybolduğu ân -Allah etmesin- nasıl vatansız kalacağımız da  gözlerden ırak tutulmasın.

Vatan edinmede, nasıl ki ilk sâhiplik esâs alınmaz. Kelimeleri de aynı şekilde tasnîfe tâbi tutmak, bizleri çok kötü bir âkıbete sürükler.

Çünkü diline sâhip, fakat vatansız bir millet, yeniden vatan sâhibi olabilir. Diline sâhip çıkmayan bir millet ise, er-geç elindeki vatanı da kaybeder.

Fethinden îtibâren İslâm’ın serhad kal’ası olmuş vatanımız Anadolu’da, binlerce kelimeye kendi mührümüzü vurmuşuz. Bu güzel Türkçemizle de, asırlarca nice eserler yazmışız.

Evet Mevlid, Mesnevî Tercüme ve Şerhleri, Muhammediye ve Ahmediye’ler; işte bu şâheserlerden ilk akla gelenler.

Süleymâniye üstüne elde kazma yürümekle, bu şâheserlerimize karşı bigâne ve kayıtsız kalmak arasında ne fark var?

Bir Süleymâniye, bir Selimiye, bir Topkapı Sarayı’nın yeniden inşâsı imkânsızdır da; bir Mevlid, bir Ahmediye ve Muhammediye, bir Mesnevî Tercüme ve Şerhi ve bir İstiklâl Marşı’nın yeniden kaleme alınması kolay mı?

Hâtırdan uzak tutmıyalım ki, kütüphânelerimizdeki kitâplarımızın lisânı, asla bize yabancı değil. Ancak bizler onlara yabancılaştık. Üstelik öz lisânımızı suçlar olduk.

Türkçe için ne hazîn tecellî ya Rab!
Vatan mâmûr olur mu, dil olmuşken harâb?

 

448 – 449

 

 

Önceki İçerikAlamanya, Alamanya Dedikleri!
Sonraki İçerikMiras ( Kentsel Dönüşüm )
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.