Türk Romanında Zorunlu Göç Olgusunda “Vatan Sevgisi”

111

Vatan mefhumu birçok araştırmacıya göre Fransız
ihtilalinden sonra ortaya çıkmıştır. Hâlbuki “Hubbül vatan minel
iman” yani “Vatan
sevgisi imandandır
” hadisi 1400 yıldır bilinmektedir. Daha da gerilere
gidersek ilk cennet, anne rahmi insanlar için birer vatandır. Türk kültüründe
kadın uterusuna rahim denmesi yani Tanrı’nın “Rahim” isminin verilmesi bu
saygının ifadesidir. Hatta Latince’de “uterus”
kelimesi Tanrı’nın “İlk” anlamına
gelen “Evvel” isminin karşılığıdır.
Demek oluyor ki, insanlığın mirasında kadın ve rahim vatan kutsallığının
karşılığıdır. Antropolojik olarak insanlığın önce ana-erkil, daha sonra
ata-erkil toplum olması da bu tespiti teyit eder. Ana Tanrıça’nın “Bereket
Tanrıçası” olarak görülmesi Frig’lerin Kybele’si, Yunanlıların Artemis’i bu
zengin düşüncenin ürünleridir. Kadın psikolog Karen Danielsen Horney, “Kadın
Psikolojisi”
eserinde
mitolojide ana tanrıçaların toprak gibi
verimli olduğu vurgusuyla, insanlığın psikolojik hafızasında bu gerçeğin
bulunduğunu dile getirir (Horney,1991: 119). Horney, eserinde Sigmund Freud’un kadınları küçümseyen penis
kıskançlığı kavramına karşı uterus kıskançlığı kavramını kaleme alır.
Kadınların yaşamı yaratma ve sürdürmedeki birincil rolü olan hamilelik, emzirme
ve anneliğe yönelik erkek kıskançlığının erkeklerin diğer alanlarda
üstünlüklerini iddia etmelerine yol açtığını öne süren rahim kıskançlığı
realitesini ortaya çıkarır (Horney, 1991: 158). Erkekler kendilerinde olmayan
bu üretken organa karşı ancak hayran olabilirler. İnsanların farkına vardığı
veya çok az vardığı fetüs pozisyonu dediğimiz bacaklarını karnına çekerek
kıvrılarak yatması uterus günlerinin hatırasıdır. Mitolojideki tanrıçalar ile kadim
dinlerin bahsettiği eşine yasak elmayı sunma cesaretini gösteren Havva’nın
sorumluluk alma cesareti bir benzetme olarak vatan kavramının kadındaki
kadimliğine işaret eder. Zira Havva güçlü, risk alma da ilk oluşu ile vatanın
benlikte somutlaşması açısından önemlidir. Toprakta vatanın ortaya çıkışını, en
veciz haliyle Albert Sorel güzel
Camille Julian’ın “Fransız toprağı bin
yılda Fransız insanını yarattı” cümlesiyle özetler. Fransız tarihçi Albert Sorel’den etkilenen Yahya Kemal’in vatan
fikri de bu çerçevede olgunlaşır.

Hasret duygusu; ayrılık ve
kaybedilenlerin arzusundan sonra ortaya çıkabilecek bir duygu halidir. İnsan
benliği gerçek karşısında duyduğu eksiklikle bütüne hasretlik duyar.
Felsefedeki panteist yaklaşımlarda parçanın bütün karşısında özlemi ve onu
arzulaması söz konusudur. Platon’un “mağara” metaforunda bağlarından kopan
benliğin mağara dışı ile tanıştıktan sonra diğer beninde esir olanları gerçekle
buluşturma hasreti yatar. Leibniz’in monadlarında da parçaların içinde
taşıdıkları bütünsel gerçekliği fark etme özlemi vardır. Psikanalistlerde bunu
farklı şekillerde açıklamaya çalışırlar. Mesela, “
Jacques Lacan’a
göre gerçekten çıkan özne, aynı zamanda bütünlüğünü ve parçasız yapısını
yitirmiş ve bölünmüş öznedir. Özne gerçekten çıkarak yitirdiği bütünlüğü ve
parçasız yapısını, bir bütün olarak gördüğü toplumsal yapının simgeselliğini
içselleştirerek kazanmaya çalışacaktır” (Paliçko, 2019: 25)
 

Platondan itibaren mağara motifi yeniden doğuşun
gerçekleştiği mekândır ve ana rahminin karşılığı olmaktadır. Jung, Kur’an’dan
örnek vererek “yedi uyurlar” (Ashab-ı kehf) hikâyesinde mağarayı ölümsüzlüğe
ulaşma örneği olarak anlatır (Jung, 2012: 69). Jung’a göre “mağara”, yeniden
doğuşun gerçekleştiği bilinçdışının karanlık ve soyutlanmış durumunu temsil
eder. “Mağara” arketipi, “doğum ve döllenme yeri” olarak ana rahmiyle de
özdeşleşmiştir. Karanlık mağara savaş halindeki zıtlıkları içinde barındıran
bir kaptır. Kendilik, tezatlarda ve onların arasındaki çatışmada açığa çıkar,
yani kendiliğe giden yol çatışmayla başlar (Jung, 2015: 300). Emine Işınsu’nun Tutsak romanında Ceren zıtlarla
çatışmakta ve içindeki kahramanını ortaya çıkarmaya çalışır. Bu kahraman
Kerkük’te şehit edilen Tarık’la özdeşleşecektir. Bu özdeşleşme Tarık’ın Irak’ta
tutsak olmasına benzer bir tutsaklık değildir. Ceren, Tarık’ın şahsında
tanıdığı Kerkük Türklerindeki Türkiye sevgisi ile bütünleşecektir. Tarık’daki
Türkiye sevgisi ve hasreti çok büyüktür. Türkiye özlemini sadece Irak’taki
Türklerin olarak değil dünyadaki tutsak Türkler için düşünmektedir Türkiye
hasreti bütün dünya Türk’lerinde de vardır. Eğer sanatkârlar resim, müzik,
hikâye ile bu sevgiyi terennüm ederlerse büyüyecektir. Emine Işınsu’nun Tutsak romanında Ceren’in kendi
evliliğini sorgulaması ile yaşama isteğini kaybettiği bunalımlı bir dönemi
vardır. O zihninde evinin, çocuklarının, Kerkük Türkleri’nin kaygısını
taşımakta ve “bütün Türkleri koru Yarabbim” diyerek dua eder. Ceren çaresizdir
ve ana rahmine sığınma arzusu taşır: “Ah, anama dönmek istiyorum galiba, anamın
rahmine. Duygusuz, sorumsuz, fakat sıcak bir odada, beslenen ve uyuyan bir
cenincik! Et parçası! Bu da mı gurur Tarık? Hayır,  bu pislik. Anlaştık Tamam!” (Tutsak, 1979:
104) Kahraman kendisini içkiye vermiştir. Doktora; “Geceleri uyuyamıyor
gündüzleri uyanamıyorum diyen Ceren ‘yaşantımda iki trajedi var biri uyumak
öbürü uyanmak bir çare bulamaz mıyız?’ diyerek, dert yanar” (Işınsu, 1979:
186). Eşi Orhan’a karşı yıllarca sessiz kalmış fakat içinde biriktirdiği
öfkesini artık taşıyamamaktadır.

Mesihpaşa İmamı’nında Samiha Ayverdi, Halis efendinin sessiz, silik tabiatlı eşi
Gülsüm Hanım ve annesi Pembe Hanım Bulgaristan sınırları içinde
Eski Zağra’dan
hasretle bahseder. Bu Halis Efendi’ye tuhaf gelmektedir. O uslu, uysal karısı
Eski Zağra’yı, Kızanlık’ı, gül bahçelerini, bağları, bostanları sanki daha dün
oradan ayrılmışlar gibi hararetle anlatmaktadır: “Halkın dilinde Altunlu Zağra
diye anılan o mamur, zengin, bereketli memleket hikâyeleri, kocasını şaşırtan
bir kolaylık ve sadelikle, dudaklarından kayıp gitmektedir” (Ayverdi, 2015:
160). Zağra, eski dönemlerden itibaren Zagora ismiyle anılmaktadır. Bu ifade
ile Zağra, Osmanlı coğrafyasında bir mekânı tarif etse de, onun etimolojik
hikâyesi aynı zamanda bireyin kendi iç serüvenine de vurgular. Zağra/Zagora
sürekli el değiştiren bir verimli topraktır. Ayrıca Zagora, Sırbistan ve
Hırvatistan gibi birçok Balkan ülkesinde de bulunmaktadır. Bu parçalanan bir
ovayı/ kimliği tanımlar. Eski Anadolu Türkçesine zahra/zahire olarak geçen
kelime, “buğday, arpa, tahıl” gibi üretkenliğin ifadesi olmuştur (Aksoy ve
Cankoçak, 2009: 4831; Tietze, 2019: 474). Zağra, Gülsüm hanımın parçalanmış
benlik vatanıdır. Çünkü orda doğmuş fakat orada tutunamamıştır. Oraya duyduğu
hasret doğuşa duyduğu bir tesellidir.

Samiha Ayverdi, Rumeli Türklerinin uğradığı iki büyük
göç dalgasına eserlerinde özel bir yer ayırır. Mesih Paşa İmamı romanında,
yardımcı karakter konumundaki büyükanne, 1877/78 Osmanlı-Rus savaşı sonrası,
ilk büyük göçü yaşamış bir kişi olarak romanda yer alır. Romanın bu bölümünde,
Rumeli’de savaş öncesi Türklerin maruz kaldığı sindirme politikası ve savaş
sonrası zulüm ve işkenceler, yaşlı bir kişinin gözlerinden sunulur. Bu roman
karakteri, “düşmanın, boğazlanmış vatandaşların kulaklarından yapılmış
gerdanlıklarla sokak sokak dolaştıklarını, mızrak ucundaki çocuk cesetlerine,
sarhoş düşman askerlerinin emmesi için kesilmiş kadın göğsü ikram ettiklerini,
ileri yaştaki kadınları çırılçıplak soyup porsuk derilerine kabukları
çatlatılmış cevizler sıkıştırarak dipçik tehdidiyle çiftetelli oynattıklarını”
anlatır (Ayverdi, 2000: 69 -70) Bu yardımcı roman karakterinin, göç yollarında
öldürülen yurttaşlara ve gördükleri zulme dair anılarının  Ayverdi’nin romanlarında yer bulmasındaki
temel amaç, toplumu tarihine yeniden, millî bir bilinç ve birliktelik ruhuyla
bakmaya yönlendirmektir.
Mesihpaşa İmamı’nda Halis Efendi muhacirleri komşu evlere
dağıtmış, kalanlarını caminin içine almıştır. Çünkü kış yaklaşmış, kar taneleri
etrafa düşmeye başlamıştır. Eskiden kızının kemençe çalmasına müsaade etmeyen
Halis Efendi, eşinin kızına iştirak etmesine ses çıkarmaz. Vaktinin büyük bir
kısmını artık evinde geçirmeye başlamıştır. Kayınvalidesi Pembe hanımın
anlattığı buram buram Rumeli hasreti tüten hikâyelerini de dinlemektedir
(Ayverdi 1974: 204).

Mesihpaşa
İmamı
Halis Efendi’nin muhacirleri tanıdıktan sonra Kayınvalidesi Pembe hanımı
anladığı görülür. Pembe hanım’ın ‘93 muhaciri olması Halis Efendi de yıllarca
herhangi bir mana ifade etmemiştir. Balkan faciasından sonra başlayan
İstanbul’a yoğun muhacir göçü, Halis Efendi’nin göçmenlerdeki Türkiye hasretini
görmesine yardımcı olmuştur. Çünkü ‘93 Harbinden sonra Türklerin uğradığı
ikinci büyük göç dalgası, 1912 Balkan bozgunudur ki, bu göçe dair izlenimler,
romanın güncel olayları arasında yer alır: “Selanik, Manastır, Üsküp, Serez
kısaca bütün Rumeli kan, ateş, ızdırap, feryat ve sefalet içinde yüzlerce
koldan ırmaklar gibi Edirne’ye doğru akmaktadır. Göçmenlerin oluşturduğu göç
selinin dörtte üçü, hür vatan topraklarına ulaşamadan yollarda canlarını
vermektedir. Edirne’ye ulaşanlar ise orada kalmayıp, İstanbul’a doğru yollarına
devam ederler (Ayverdi, 2000: 153). İnsanlarda en önemli duygu yaşama
duygusudur. Yaşama duygusunun devam edebilmesi, güven duygusuyla ilgili bir
durumdur. Mesihpaşa İmamı’nda görüldüğü gibi insanlar Edirne’yi de güvenli
hissetmemekte, payitaht olan İstanbul’a doğru göçlerine devam etmektedir.
Gelişen olaylar tarihî araştırmalar ve romanlarda görüldüğü gibi Edirne’de kısa
bir süre sonra Osmanlı’nın elinden çıkmış, Rus ve Bulgar orduları ancak
İstanbul yakınlarında Yeşilköy civarında durmuştur.

Sovyetlerde geçen olayları anlatan
romanlarda, Türk halkları vatan coğrafyalarının hasretini çeker. Bunlar Kırım,
Kafkasya ve Türkistan’dır. 1943 romanında
Gokka, rastladığı gözü kapalı ihtiyarın şu sözlerini işitir:

– Allahım! Kendi alın teriyle hayat süren
bu halka, bu acıyı niçin verdin? Bir günah işleyen varsa da, şimdi cezasını on
katıyla çekti. Ya Rabbi! Bizi doğduğumuz topraklara geri gönder de, orada
ölmeyi nasibet! Bizlere ecdadımızın yattığı yerlerde ölüm ver!…” (Bayramuk
1995: 163)

Cengiz Dağcı’nın İhtiyar Savaşçı
isimli uzun hikâyesinde sürgün yerine varan aileler, meskûn bölgelerden en az 200 km uzaklıktadır. Sovyet
yöneticileri Kırım Türklerini yıllarca yerli Özbek Türklerinden kopuk yaşamaya
mahkûm ederler. Aradan yıllar geçer. Sürgünde Melek Hanım ve İhtiyar Savaşçı
ile gelen evlatlıklardan dördü daha ölür, bayıra bir mezarlık açmışlardır. İhtiyar
Savaşçı’
da sürgün yerindeki mezarlık ve Kırım Türkleri şöyle anlatılır:
“Köyün mezarlığı sürgünden sonraki ölümler nedeniyle büyük bir mezarlık
olmuştur. Çocuklar büyüyüp evlenmişlerdir. Ölen çocukların yerine başka
çocuklar doğmuştur. Melek hanım ihtiyar savaşçıdan dört oğlan çocuğu dünyaya
getirmiştir. Her birine İhtiyar Savaşçı’nın çok sevdiği Alim adını koyarlar. Bu
isimler: Alim, Alimcan, Alimgir, Alimseyit”dir (Dağcı, 2005: 132). Alim ismi,
Cengiz Dağcı’nın bir çok eserinde olduğu gibi burada da Kırım Türklerine yardım
edecek sembolik bir kişiyi ifade eder. “İhtiyar Savaşçı da sürgün yerinde
geçen yılların ardından, Stalin’in ölümüyle kısmi bir serbestlik gelmiştir. Bu
arada çocuklar okumuş, iş güç sahibi olmuşlardır. Kısıtlı şartlarda Kırım’a
dönüş izni verilmektedir. Alimcan babasını Kırım’a götürmek ister. Sevinçle üç
uçak bileti alarak babasının yanına gelir” (Dağcı, 2005:133). Fakat babası
Kırım’a uçakla gitmeyi kabul etmez. O trenle geldiği gibi dönmek ve
hatıralarını unutmamak ister. Alimcan, çaresiz biletleri değiştirip, trenle
dönüş başlar. Bir yer gelince imdat frenini çeken İhtiyar Savaşçı’yı Alimcan
dâhil herkes yadırgar. Hâlbuki babası sürgünde trenden attıkları göç
şehitlerine çiçek bırakmak istemektedir. İhtiyar Savaşçı geçmişiyle yüzleşmek
istemektedir. Çünkü tren yolculuğunda binlerce insan hayatını kaybetmiştir.
Hayatta kalanların onlara borcu vardır. Bu davranışıyla çocuklarına ve genç
kuşaklara vatan sevgisinin ve vatan için ödenen bedelin değerinin büyüklüğünü
anlatmak istemektedir. İhtiyar Savaşçı için hayat acı tecrübeyle öğrenilmiştir.
Gençler tecrübenin farkına varmadan büyüdüklerinde birçok evrensel değerin
kıymetini anlayamamaktadır. Bu bakımdan Cengiz Dağcı yaşanan tecrübeleri
anlatmanın çok zor olduğunu bilse de, ısrarla eserlerine bu sahneleri yerleştirir.
Onu bir tek eşi Melek hanım anlar. Kırım’a ulaşırlar. Evlatlıkları ve torunları
onları gezdirir. Fakat, Savaşçı hastadır, göğsü sıkışmaktadır. Köyü Kızıltaş’ta
yetim ve öksüzleri gördüğü sürgün gecesindeki meşe ağacının altına uzandığı bir
gün sessizce ruhunu Hak’ka teslim eder (Dağcı, 2005: 133). Ağaç motifi hayat
sembolü olarak sık sık Cengiz Dağcı’nın eserlerinde karşımıza çıkar. Ağaç
hayatın başlangıcı ve sonsuz hayata geçişin sembolüdür. Ağaç, insanlığın
şeceresi yani hayat ağacı atalarından aldığı bir miras olduğu kadar, aynı
zamanda gelecek kuşaklara bırakacağı bir emanet, insanın ölümünden sonra sonsuz
hayata bu dünyadan götüreceği hayat hediyesidir. Yakınları onu
Kızıltaş’a defnetmek isterler, fakat Ukraynalı yetkililerin zorluk
çıkarmalarına rağmen sonunda doğduğu topraklara ölürken de olsa kavuşur.  İhtiyar Savaşçı’nın ölümünden sonra Melek
hanım, Alimcan’la Özbekistan’a geri döner. Melek hanım sürgün yerindeki
mezarlığı biriktirdiği paralarla onartır. Annesinin sağlık durumunu beğenmeyen
Alimcan, onu da Kırım’a tekrar götürür. Kısa süre sonra yetimlerin, öksüzlerin
kimsesizlerin annesi, o güçlü kadın Melek ana da vefat eder. Kızıltaş’ta eşi
İhtiyar Savaşçı’nın yanında toprağa verilir. Torunları Çora ilkokul çocuklarını
alarak İhtiyar Savaşçı’nın ve Melek hanımın sürgünün başladığı gün yetimleri
buldukları meşe ağacının gölgesine götürür. Onlara vatan sevgisinin önemini
bestelediği şarkıları okuyarak anlatmaya çalışır: “Geldi yaz, açıldı güller /
Kondu kuşlar dut dalına. /Kızıltaş’ın toprağı güler, /Melek hanımın çocuklarına
/Ağlama kız. Ağlama oğlan /Ağrısız olmaz vatan Biz vatanın ağrısıyız. /Uçtu
gitti meleğimiz. /Biz burada yalnız kaldık. /Hey melekler, unutmayın! / Yeni
bir ödeviniz var artık. /Ağlama kız, Ağlama oğlan. Ağrısız olamaz vatan
biz vatanın ağrısıyız” (Dağcı, 2005: 200). Meşe ağacının romanlarda
kullanılmasının sembolik yönü, özellikle Türklerde kahramanlara hayat
vermesidir. Pervin Ergun, Türk Kültüründe
Ağaç Kültü
eserinde “Çuvaş Türkleri kendilerini kökleriyle toprağa bağlı olan
meşe ağacına benzetirler” (Ergun, 2004: 236) demektedir. Türkiye Türkçesinde
imen Tatar ve Başkurt Türkçesinde emen olarak adlandırılan meşe ağaçları orman
karşılığı olarak kullanılmaktadır. Dolayısı ile bir ağaç topyekün bir milleti
temsil etmektedir.

Kırkbeş yıl soluksuz ve karanlıkta
kalmış Kızıltaş, Çora’nın şarkılarıyla değişmiştir. Şarkıları çocuklarla
birlikte kuşlar ve derede akan sular dinlemektedir. Çora “orada bir köy var
ismi Kızıltaş’tı anladınız mı der. Çocuklar anladık diye bağrışırlar. Çora,
ismini bir daha tekrar edin deyince yeniden çocuklar Kızıltaş diye barışırlar”.
Çora “hiç unutmayın dağ ayıya benzer, denizin içindeki yüce kayalara adalar
denir. Adaların kıyısı ise soğuk sudur. Çocuklara İhtiyar Savaşçının hikâyesini
anlatır. Köylerin talan edilmesinden hayvanların bile başıboş kalmasına kadar,
suçsuz insanların asılmalarını anlatır. Sonra “dinliyor musunuz beni” dedikçe
çocuklar dinliyoruz diye bağrışırlar (Dağcı, 2005: 202). Çora’nın ağzından
Cengiz Dağcı’nın burada yapmak isteğini gelecek nesillere meşe ağacı motifi ile
sonsuza kadar Kırım’ın Türk yurdu olduğu öğretilmektedir. Aynı zamanda
yaşanmışlığın insanların kişiliğinin şekillenmesinin önemi bilindiği için
İhtiyar Savaşçı’nın ve sürgüne gönderilen Kırım Türklerinin yaşadıkları
anlatılmaktadır. Coğrafyanın dağ, ada, kıyı, dere vd. birçok unsuru da
canlandırılır.
Cengiz Dağcı, coğrafyanın canlı olduğunun farkındadır.
O, yurtlarıyla bağlarını koparmayan ve coğrafyayı vatan yapan anlayışa sahip
milletlerin topraklarından asla koparılamayacağına inanmaktadır.

Osman Çelik’in Zorunlu
Göç
romanında tüm
Kafkasyalılarda vatan sevgisi ve hasreti görülür. Göç esnasında geminin
güvertesindeki Bastıko Osman’ın eşi Yeftale kızı Skurun yola çıkıncaya kadar
göç olayına olağan bakmıştır. Çoğu insanlar gibi karşı görüş bildirmemiştir.
Bir an önce gitmek için de hazırlanmış, kocasını zorlamamıştır. Şimdi acı
gerçeği yavaş yavaş anlamaya başlamıştır. Yurdundan ve evinden zorla sürülmüş
olmayı bir türlü hazmedemiyordur. Olayın büyüklüğünü ve dehşetini yüreğinde
daha çok hissetmeye başlar. Biri karşısında şu gibi sorular soruyor, kendince
cevaplar bulmaya çalışıyordur: “Nedir bu
olanlar?” “Bizi yerimizden yurdumuzdan sürenler Tanrılar mı? Yoksa Çar ve onun
adamları mı diyordu?”
(Çelik, 2001: 171- 172).

Ancak ayrılığa dayanamayan ve yüreği yanan
sadece Yeftale kızı Skurun değildir. Diğer kadın ve çocuklar da vatanlarından
ayrılmanın aynı üzüntüsünü hissederler. Kadınlar uzun süre hıçkıra hıçkıra ağlarlar.
Çocuklar şaşkındır. Kız çocukları da annelerine katılır. Göçmenlerin daha
sonraki günlerde hüzünleri azalmış gibidir. Yolculuk sırasında kendilerine
tuvalet tahsis edilir. Çekinerek olsa da kadınlar oraya gitmeye başlar. Üçüncü
günün gecesi şafak sökerken Varna’ya ulaşılır. Kıyı boyunca göçmenler
toplanmıştır. Kafkasyalıları getiren gemiler burada demirlemiştir. Araba
getirilir ve yeni gelenlerin eşyaları boş bir arsaya taşınır. Skurun bir eşya
dengi üzerinde ağlar. Bastık Osman 3-4 gün öncesine kadar büyük bir sitenin
efendisidir. Geniş arazisi atları, sürüler vardı. Şimdi ise yoksul evsiz
yurtsuz bir adam olmuştur (Çelik, 2001: 175).

Mehmed Niyazi’nin Ölüm Daha Güzeldi
romanı Azerbaycan’da Neriman Nerimanof döneminde geçer. Türkiye büyük bir Kurtuluş
Savaşı içerisindedir. Nerimanof, Kızılordu’nun Azerbaycan üzerinden Türkiye’ye
yardım edeceğine dair halkı ikna eder. Ruslar Azerbaycan’ı işgal eder. Vatanın
her yerinde Rus zulmü vardır. Nerimanof Rusya’nın elinde bir oyuncak haline
gelmiştir. Vatanı sevenler muhbirler tarafından gammazlanır. Kimi sürgüne
gönderilir. Çoğundan haber alınamaz. Kimi insanlar yurt dışına kaçmak zorunda
kalır.  Vatanı tek etmek zorunda kalan
Azerbaycan Türkleri’nde vatanlarına duyulan hasret roman boyunca işlenir.

İlhan Selçuk’un Yüzbaşi
Selahattin’in Romanı
Balkanlardan Anadolu’ya, Anadolu’dan Arap çöllerine
kadar uzanan vatan hasretinin ilmik ilmik işlendiği bir eserdir. Avrupa’da
tahsil görmüş şimdi silah altına alınmış Erbil taraflarında Revandiz’deki
Osmanlı Birliğinin Rumelili zabit namzetlerinden Hayri vatan hasretini
akşamları şu türkü ile ifade eder: “Rumelinin
dağları var/ Ne güzeldir… Şimdi ağlar/ Ağlama sen garip vatan, / Biz geliriz
sana inan…”
(Selçuk, 1975:135).

Ahmet Yorulmaz’ın Savaşın
Çocukları
romanında Aynakis Hasan, göç etmek zorunda olduklarını şaşkınlık içerisinde
Binbaşı Kemalettin Bey’den öğrenmiştir. Girit’ten asla ayrılmak istememektedir.
Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları İzmir’de Yunan’ı denize dökmüşlerdir. Fakat
karşılıklı mübadele olacaktır:

“Kemalettin, beni şaşırtan, çok acı gelen şeyleri ise
son anda söyledi: Bu yurt parçasının elimizden çıkmasına neden olan son
isyanların başlatıcısı, yönlendiricisi Venizelos, Yunan tarafının temsilcisi
olarak, Lozan adlı bir İsviçre şehrinde bizim Türk tarafıyla bir anlaşmaya imza
koydu; bizden de İsmet Paşa. Zaferden sonra, siz ada Türkleri bir kez
daha yerinizden sökülüp alınacaksınız. Yani nüfus değişimi olacak” (Yorulmaz,
2006: 123) tır.

Mübadele olmazsa Girit’te devam eden Türk katliamı
devam edecektir. Girit Akdeniz’de bir adadır. Ana karadan uzakta,
korunmasızdır. Mitolojinin Sirenleri adalarda yaşarlar ve sesleriyle insanları
oraya çağırıp, yok ederler. Ada Rumları artık Türkler için birer Sirendir.
Aynakis’in sevgilisi Kiriya Marigo ile Aynakis Hasan’ın arasındaki konuşmada
Marigo Sirenler gibi Hasan’ı adada kalmaya çağırmaktadır: “Hasan,’ dedi, ‘doğup
büyüdüğün bu Ada’yı seviyorsun, hem de delicesine. Aile büyüklerinin mezarları
da burada ve birbirimizi seviyoruz. Hristiyan ol, burada kal, evlenelim, mutlu
bir yaşam sürelim” (Yorulmaz, 2006: 138) demektedir.

Jung, insanda eril ve dişil “animus” ve “anima” içsel
figürler olduğunu ve bunun bilinçdışının bir parçası olduğunu söyler. Anima
erkeğin ruhundaki, dişil psikolojik eğilimlerin kişileşmesidir. Kadındaki
bilinç dışının karşı cinsten biçimlenişi ise animustur. “Kadındaki animusun
durmadan yinelediği, en sevdiği tema ‘tek istediğim sevgi ama o beni sevmiyor’
düşüncesidir (Jung, 2009: 189). Savaşın Çocukları romanında Kiriya
Marigo’nun animusu onun şu cümlesinde görülür: “Şimdi kininle gebeliği
önlüyorum, evlenirsek önlem almam, kaç çocuk istersen doğururum sana,
güveniyorum kendime” (Yorulmaz, 2006: 138) der. Hasan’ın animası ise, sevgilisi
Kiriya Marigo’nun animusu ile çatışmakta ve bilinç düzeyine şu cümlelerle
yansımaktadır:

“ Bu imkânsız Marigo” dedim. “Girit’i de seni
de çok seviyorum ama yapamam, bağışla beni. Irk ve din duygularım engel buna.
Sen gel, birlikte gidelim, Anadolu’da evlenelim. Hem dilersen dininle de
yaşarsın, inancına karışmam ben” (Yorulmaz, 2006: 138).

Jung, “Kadının animusu cesaret, girişim ruhu, gerçekçilik, en üst biçiminde
ruh derinliği ve içselleştirme sağlayabilir, ancak kendi kutsal inancını
sorgulayabilecek ve düşlerinin yol gösteren işaretlerini, kendi inançlarına
karşı da olsa alabilecek nesnelliğe ulaşabilmişse” der (Jung, 2009: 195). Bu
tespit Kiriya Marigo’nun en son söylediği şu sözlerde açığa çıkmaktadır: “Seni
sadece Ada’dan değil, koynumdan da sökü