Çok bilen fakat
az ve öz yazan halk filozofu dostum Özer
Ravanoğlu, ‘Tanrı Dağları’nın
Gözyaşları / Türkistan’da 25 yıl’ (Ötüken Neşriyat 2016) ve ‘Doğudan Batıdan Hikâyeler’ (Ötüken
Neşriyat 2016) isimli eserlerinden 5 yıl sonra, üçüncü kitabını yayınlandı: ‘Tanrı Dağları’nın Eteğinde Doğudan Batıdan
Hikâyeler 2’
Eser, göz yaşartıcı
bomba niteliğinde bir hikâye ile başlıyor: ‘Kasabanın Delisi’
Bu müthiş hikâye,
önemine binâen takdim yazısı ile başlıyor: ‘Elli
yıldan fazla bir zaman geçti. Muhtemelen 1950’li yıllarda okuduğum bir hikâyeyi
hatırlayabildiğim nispette bu güne taşımak istedim. Bu hikâyeyi kimin yazdığını
bile hatırlamıyorum. Nerede okuduğum da aklımda değil! Ama ne zaman hikâyede
anlatılan olay aklıma gelse, gözlerim dolar, aşırı derecede duygulanırım.
Bilmiyorum, olay sizi de beni etkilediği gibi etkileyebilecek mi?’
Ravanoğlu’nun
usta anlatımı ile okuyucu da mutlaka en az yazarı kadar etkilenecektir. Çünkü
hikâyeyi nakletmiyor, görmüş ve yaşamış gibi duygu tusunamisinin bütün
coşkunluğuyla, kaleminin ucundan kâğıda değil, kelimeleri kuyumcu titizliğiyle
işleyerek kulaklara da değil, gönüllere ulaştırıyor. (s: 13-22)
Sonraki 15
hikâye de birincisi gibi duygu yüklü. Sâdece duygu değil, ibretlik hâdiselerle,
insanı tefekküre ve teemmüle yönlendiren beklenmedik gelişmelerle dopdolu. Kızıl
Moskof’un, ‘din afyondur’ safsatası
ile ve de var güçleriyle Allah’sızlaştırmaya, makineleştirmeye çalıştıkları
yüzü nur, kalbi pür-nur insanların misafirperverliği, 70 yılın artığı köhne
sistem sebebiyle gelenleri memnun edemeyecekleri endişesiyle duyduğu eziklik derecesindeki
mahcubiyet ifâdeleri ve bakışları… insanın içini delen sızılar gibi…
‘Beni Stalin yarattı’ Diyen Nâzım Hikmet;
Trum
trak
Trum trak
Makinaşlak
İstiyorum
Diyerek, güya şiir (?!) yazıyordu.
Kendisinin makinalaşıp
makinalaşamadığını kimse araştırmadı. Fakat Ravanoğlu’nun anlattıklarına göre,
Nâzım Hikmet’in hizmetinde olduğu rejim, göğsü iman dolu Türkleri
makinalaştıramadı.
İnançlı
insanlar, kendilerinden iyi durumda olanlara bakıp hayıflanmak yerine
kendilerinden kötü durumda olanları görüp, şükreder. O şükran duygularının
verdiği huzur, yönlendirdiği hizmet azmi ve o azmin meydana getirdiği mânevî
hava ve maddî eserler okuyucuya hem huzur hem de gurur veriyor. Çilekeş
soydaşlarımızın içlerine akıttıkları gözyaşlarını tebessüm incileri hâline
dönüştürmek için iştiyakla çalışan 14 kahraman… Tanrı Dağları’nın eteğinde
âdetâ destan yazıyor.
Eserde, bir
destan kahramanı var: Birlikte yola çıkanların yarıdan fazlasını alelacele
kazılmış mezarlarda bıraktıktan sonra, bin bir güçlükle Türkiye’ye ulaşabilen
Doğu Türkistan Türklerinin büyük mücâhidi İsa Yusuf Alptekin. O’nun destansı
hayatından kesitler de kitapta yer alıyor. O, en kıymetli mâdenden devâsa
âbidesi inşa edilecek idealist bir vatanseverdir. Gerektiğinde hürriyet için
neler yapılması gerektiğini O’nun yaşadığı hayattan öğrenmeye ihtiyacı olan o
kadar çok insanımız var ki…
***
16 yaşındaki
kızını Çin yetkililerinin ‘işe
yerleştirme’ bahânesiyle uzak bir şehre gönderilmesinden ve orada bir Çinli
ile evlendirilmek mecburiyetinde bırakılmasından korkan bir anne düşününüz.
Türkiye’den gelip Bişkek’te iş kuran Ali Rıza Bey’e kızını nikâhına alması için
yalvarıyor. 16 yaşında kız evladı olan Ali Rıza Bey, bunun mümkün olamayacağını
ancak kızını Türkiye’ye göndermek için Bişkek’te görevli Büyükelçimizle
görüşeceğini söylüyor. Büyükelçiden, Türkiye ile Çin arasında imzalanan bir
anlaşma sebebiyle ile bunun mümkün olamayacağını öğreniyor. Beynine kurşun
sıkılmış, kalbine hançer saplanmış olarak durumu anne ve kızına açıklıyor. Onlarda
aynı öldürücü darbeye mâruz kalıyorlar. Dilhûn olma sırası şimdi, 79-83. sayfaları okuyanlardadır… İçerisinde
bulunduğu duruma bakıp, milyar defa trilyon defa şükredip rahatlamak isteyenler
için…
‘Zengin olmanın kaç yolu var’ başlıklı
hikâye, zengin olmak isteyenlere iyi gelecek. (s: 107-139)
‘Mezar Soygunu’ başlıklı hikâye, mevzu ve
üslûp itibariyle hiçbir benzerliği olmamasına rağmen, Peyami Safa’nın Server
Bedi müstearıyla yazdığı Cingöz Recai romanlarıyla boy ölçüşebilecek zekâ oyunu
sürprizlerle örülü. (s: 159-163)
Kitapta yer alan
hikâyelerin hepsi, okunmaya sezâ kalem ürünleridir. Birkaçının başlığı: ‘Tanrı Dağları’nın Eteğinde’, ‘Emânet’, ‘Susamur’da kan Var’, ‘Bir
Salkım Üzüm Hediye’
Göz ve yaş…
Birbirinden ayrılmaz, ikilidir. Gözyaşı, hüzünlü durumlarda da harekete geçer,
sevinç dolu anlarda da. Anadolu’nun ücrâ bir köşesinden evlâdını veya torununu
tahsil veya çalışması için uzak bir şehre gönderirken üzüntüsünden, geldiğinde
ise sevincinden gözyaşı döken analar, nineler çoktur.
Özer
Ravanoğlu’nun hikâyelerinde, sevinç gözyaşına da ısrarlı bir dâvetiyeler
gönderiliyor:
Şantiyede mutfak
görevlisinin getirdiği çayı içerken gördüm. İnşaat sâhasına giren bir adam, şantiyemizin
bekçisiyle konuşuyordu. Bekçi, eliyle beni gösterdi. Adam, yanıma geldi. Kırk
beş elli yaşlarında, bir hayli esmer görünümlü şahıstı. Bir adım gerisinde ise
kendisiyle birlikte gelen on dört, on beş yaşlarında bir delikanlı vardı.
Selâmlaştıktan
sonra konuştu:
-Ben dün akşam
televizyonda sizin yapmakta olduğunuz câmi inşaatını gördüm. Çok memnun oldum.
Size yaptığınız bu hayırlı işten dolayı teşekkür etmeye geldim. Cenab-ı Hak
sizden de çalışan işçilerinizden de razı olsun!
Ben Lulu’yum. Siz Türkiye’de ‘çingene’
diyorsunuz. İki yıl evvel Hicaz’a gittim. Hacıyım elhamdülillah. Namazlarımı
kılıyorum. Köyümüze de cami yaptırdık. Köyümüzde elhamdülillah beş vakit ezan
okunuyor, cemaatle namaz kılınıyor.
Efendim, Benim
adım Bahtiyar. Sizden bir ricam var: İzin
verirseniz. Oğlumla biz de Hûda için bir gün de olsa câmi inşaatında çalışmak
istiyoruz! Bizim sizden herhangi bir talebimiz yok! Sâdece Allah’ın rızâsını
kazanmak istiyoruz. Elimizden gelecek yardım, ancak budur. Tabiî bir de
duâlarımız var…
……….
***
Soydaşımızın
duygularına, inceliğine, zarafetine, konuşmasındaki asâlete hayran kalmamak
elde değil. Kendisi duygulanıyor, muhatabını da muhatabının yazdıklarını okuyan
da duygulanıyor.
Gözyaşı ile
değirmen döndürülemez. Baraj suyu da değil ki elektrik üretiminde kullanılsın. Şükür
bâbında da gözyaşı, kendiliğinden harekete geçer… kederde de sevinçte de…
Ravanoğlu’nun
kaleme aldığı diğer hikâyelerde değişik tonda, renkte ve yoğunlukta aynı
dokunaklı afmosfer var.
Özer Bey’in
arşivinde Kırgızistan Türklerinden Şabdan Batur’un hayatına âit, kızının veya
torunun anlattığı bir hikâye var ki… Manas Destanı gibi, Kırgızların dünyaca
tanınmış destanları arasında yer alabilecek kırattadır. Dünya kamuoyunun
bilgisine sunulmalı.
ÖTÜKEN NEŞRİYAT: İstiklâl
Caddesi Ankara Han Nu: 65/3 Beyoğlu İstanbul. Telefon: 0.212-251 03 50
Belgegeçer: 0.212-251 00 12 e-posta: otuken@otuken.com.tr // www.otuken.com.tr
ÖZER RAVANOĞLU:
1938 yılında Silifke’de doğdu. Silifke’de başladığı ilkokul
eğitimini Adana’da tamamladı. Ortaokul eğitimine de Adana’da devam eden
Ravanoğlu, lise eğitimini ise İstanbul Vefa Lisesi’nde tamamladı. 1963 yılında
İstanbul Teknik Üniversitesi’ne bağlı Maçka Teknik Okulu’ndan mezun oldu.
1963-1964 yıllarında Elektrik İşleri Etüt İdaresi’nde; 1966-1967 yıllarında
İstanbul Yol, Su, Elektrik Müdürlüğü’nde ve 1968’de Fen Müdür Yardımcısı olarak
Adana Elektrik İşletmesi’nde çalıştı. EMSA A.Ş.’de beş yıl çalışarak, sanayi
projelerinin yapılmasına katkıda bulundu ve EMSA Export A.Ş.’de ithalat-ihracat
işlerinin yürütülmesinden sorumlu oldu. 1968’den 1980 yılına kadar siyasetle
aktif olarak meşgul oldu. İstanbul Milliyetçiler Derneği’nde ve Türk Ocakları
Genel Merkezi’nde muhtelif görevlerde bulundu. 1992 yılında Azerbaycan’da ve
1994 yılından itibaren Kazakistan ve Kırgızistan’da çalıştı. Türk Yurdu ve
Kardeş Kalemler dergilerinde bazı yazıları ve hikâyeleri yayımlandı. 2011
yılından beri AVRASYA Yazarlar Birliği üyesidir.
Parkinson’dan Bana Kalan
Kitabın yazarı
Yaşar Ravanoğlu Akdaş diyor ki:
2012 yılında hareketlerimde yavaşlama, ses kısıklığı,
burnumun koku almaması ve ellerimin titremesi gibi şikâyetlerle gittiğim
nöroloji doktoru bana Parkinson teşhisi koydu. Tahliler ve tetkiklerden sonra
teşhis kesinleşti. O anda ‘Ölsem daha iyi
olurdu’ diye düşündüm. Sanki ayaklarımın dibinde uçsuz bucaksız bir uçurum
açıldı. Dünyâm başıma yıkıldı. Çocuklarımın, sevdiklerimin hayalleri gözümün
önünden sırayla geçmeye başladı.
Eve gidince vasiyetimi yazmaya karar verdim; sonra panik
içinde hastalığı kabul etmezsem, bende kalmaz gibi bir durumla reddetmeye karar
verdim. Ne yapacağımı, ne düşüneceğimi şaşırdım. O arada Parkinson’la ilgili
bilgi edinmeye başladım. Okuyup öğrendikçe daha çok panikledim; depresyona
girdim.
Ailemin desteği ile tedavime başlayacak olan doktorumla
tanıştım. İlk muayenem gözyaşları içinde geçti. Doktorumun tanıttığı, anlattığı
Parkinson daha az korkutucu idi. Tavsiyesi üzerine, öğrenmek istediklerimi ondan
öğrendim. Onun beni ikna etmesiyle, teslim oldum. Doktorumu sevdim ve güvendim.
Hastalığımı kabul ettim ve verdiği ilaçları kullanmaya başladım. İlaçlara
alışmam zor oldu; uyuşuk, sarsak oldum. Âni uyku atakları, (otobüste, vapurda
kısa süreli uyuklamalar olarak) bakışlarım kavanozdaki balık gibi oldu,
bulantılar yaşadım. Bu arada terapistim ile tanıştım. Onunla hayatım
kolaylaştı, yaşadığım zorluklara hemen yapabileceğim pratik önerilerle çözüm
bulabilmesi beni hem şaşırttı, hem de mutlu etti. Onun bilgi birikimine, pratik
ve ikna edici açıklamalarına hayran oldum.
Terapistimin verdiği güç ve moralle, yeni hayatıma başladım.
Tam dokuz senedir, birlikte çalışıyoruz. Verdiği ödevleri aksatmadan yaptım,
yapıyorum, yapmaya çalışıyorum.
Ben Parkinsonu tanıdım. Parkinson’lu olduğumu kabul ettim.
Ayrıca bu hastalığın asla geçmeyeceğini ama yavaşlatılabileceğini de
terapistimden öğrendim.
Çalışmalarımızda ses nefes egzersizleri yaparken, hareketim
dengem bozuluyor. Onu çalışırken hafızam, dikkatim bozuluyor. Onu düzeltirken
yazım bozuluyor, küçülüyor. Parkinson aralık bulduğu her kapıdan girmeye
çalışıyor. Yamalı bohçaya çevirdiği hayatımda, ben yamadıkça, Parkinson yeni
delikler açmaya devam ediyor.
Dokuz senedir parkinson ile yaşıyorum. Benim hayat arkadaşım
oldu. Bana değişik ruh halleri yaşatıyor. Bazen karamsar, bazen uçarı… Doğal
olarak ben de ne zaman, ne olacak korkusu içerisindeyim ama ‘zamanım az kaldı, yapacak çok iş var’
misali, her şeyi bir anda yapıp denemek istiyorum. Sonuç hiç önemli değil. Ben
denemek, yapmak istiyorum. Bazen pelte gibiyim. Kolum kalkmıyor; bazen iyiyim,
bazen gayretle, zorla, inatla iyiyim. Yarının nasıl geleceğini, neler
getireceğini bilemediğim için yaşadığım bu günde iki adım yürüyüp, ayakta
durabiliyorsam gerçekten kendimi iyi hissetmeliyim diye düşünüyorum.
‘İnsanlar yaşadıkça, hayat bohçalarında yamayacakları pek
çok delik oluşur.’
Yaşar Ravanoğlu Akdaş Mayıs
2021
***
Yaşar Ravanoğlu
Akdaş Hanımefendi, iyi bir gözlemci. Gözlemlerini yazdığı manzûmelere başarı
ile aktarabiliyor.
Ses titremesi
sebebiyle çekilmek mecbûriyetinide kaldığı müzik çalışmalarının yerini, manzûmeler,
hikâyeler aldı. Renklerin her tonuna
farklı duygularla bakarak ve tuvallerde birleştirerek meydana getirdiği
resimlerle hayatının şiir ve hikâyeden arta kalan boşluklarını başarıyla
dolduruyor. Büyük mahrumiyetlere rağmen duygularında herhangi bir değişiklik
olmadı. Güçlü irâdesiyle hiç bırakmamak üzere hayata tutunuyor. Çeşitli mahrûmiyetlerle
dûçar olan kişilere örnek olacak, destan gibi bir hayat yaşıyor.
Hayatın değişmez
bir kakîkatidir: ‘Hiçbir dert yoktur ki
daha büyüğü olmasın.’ Anlaşılıyor ki Akdaş Hanımefendi, daha büyük bir
derde mâruz kalmadığı için şükrediyor. Öyle anlaşılıyor ki ‘Şikâyetler mihneti, şükürler nimeti artırır.’
Vecizesini kendisine düstur olarak kabul etmiş.
Kitaptaki
Manzûmelerden Örnekler:
BAHAR
Yağmur
yağar, güneş açar,
Tatlı
tatlı eser bahar rüzgârı
Kokuları
etrafa saçar;
Çimenler
yeşillenir,
Ağaçlar
çiçeklenir,
Gönlüm şenlenir.
Papatyalar,
mimozalar,
Leylaklar,
erguvanlar,
Duygularım
coşar,
Kalbim
farklı atar
Çünkü
mevsim bahar…
Ben
baharda başka olurum
Bahar
içime dolar,
Ben
bahar olurum.
BAYRAK
Dalgalan
albayrağım, nazlı nazlı,
Senin renginde
şehidimin kanı!
Gururla temsil edersin vatanı,