Suya Sabuna Dokunmak

87

“Suya sabuna dokunun; hastalıklardan korunun.”, reklam cümlesi dikkatimi çekti. Eskiden, “suya sabuna dokunmak”, kişilere önerilmez ve insanlardan suya sabuna dokunmadan yaşamaları istenirdi. Bu, iyi vatandaş olma özelliğiydi. Ne oldu da bu anlayış değişti?

Deyim, hem gerçek hem mecaz anlama sahip. Biz, buna “kinaye” diyoruz. Reklamda sözcüklerin gerçek anlamı öne çıkarılmış; ancak deyim anlamı da hissettirilmiş. Tam bir laf ustalığı ya da cambazlığı.

El temizliği için, suya sabuna dokunmak gerekiyor, yoksa temizlik olmuyor. Sosyal olaylarda da durum bundan farklı değil. Suya sabuna dokunmayan, fincancı katırlarını ürkütmekten korkan insanlar; toplumların gelişmesi, ilerlemesi adına hiçbir eser ortaya koyamıyor. “Onu söyleme; yanlış anlaşılır, buna dokunma kırılır.” anlayışı, ne kişiye ne insanlığa katkı sağlayabiliyor. Hastalıklardan korunmak için nasıl, suya sabuna dokunmak gerekiyorsa sosyal gelişme için lafın doğrusunu söylemek, yanlış iş yapanları uyarmak ya da uzaklaştırmak gerekiyor. Toplum olarak bu konuda iyi bir sicile sahip olduğumuzu söyleyemem.

Biz bir çelişki kültürü içinde yetiştik, gençlerimizi de bu kültürle yetiştiriyoruz. Bir yandan “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.” diyen dine mensup olduğumuzu söylüyoruz, bir yandan da “Minareli köye aptessiz girilmez.” atasözümüzün mesajı doğrultusunda, girdiğimiz toplumlara ayak uydurmayı insanımıza öğütlüyoruz. Bir yandan, çocuklarımıza tarihi yönlendiren kahramanları, liderleri örnek gösteriyoruz, bir yandan da “Öne geçme; ezilirsin.” ya da “Erken öten horozun boğazı kesilir.” telkininde bulunuyoruz. Birileri bu toplumu uyuturken, farkında değiliz, atı alan, Üsküdar’ı geçiyor.

Çelişki örneklerine ekonomide, eğitimde, siyasette bolca rastlayabiliriz. “Eski komünistlerin kapitalist, eski mücahitlerin müteahhit olması”nı esprilerimize konu ediyoruz. Dün idam ettiklerimizi bugünlerde kahraman yapabiliyoruz. Bunu yaparken de yüzümüz hiç kızarmıyor. Düne kadar dışladığımız yasaların, bugün en sadık bekçisi olabiliyoruz. Bunu yaparken de insanları salak yerine koymaktan hiç utanmıyoruz. İnsanlara bir dönem dışkı yediriyoruz, köylerinden kovuyoruz sonra da onlardan özür diliyor, köylerine geri dönmeleri için para veriyoruz. İnsanları önce hapsediyoruz, sonra başbakan yapıyoruz. Yaptığımız şeylerden yarınlarda pişman olacağımızı bildiklerimizi, bugünlerde ısrarla yapmaktan hiç ama hiç yüksünmüyoruz. Statükocu olmayı erdem, ayrıcalık kabul ediyoruz, bir taraftan da çağdaşlıktan, yenilikçi olmaktan dem vuruyoruz. “Önce öldür, sonra yargıla, daha sonra yaşat.” ters mantığına en güzel örnekler, yalnız bizim gibi toplumlarda görülebilir.

Sosyal olaylar, matematik gibi değildir ve sonuçları açısından, bunların tek yüzü yoktur; ancak değişmeyen özelliği, olayların, insan merkezli olmasıdır. İnsan fıtratı, olayları kurgulamada ve uygulamada, samimi olarak, merkez kabul edilse bu çelişkilerin hiçbiri yaşanmaz. İnsan, hürdür ve onun değişmeyen evrensel nitelikleri, ihtiyaçları vardır. Yemek, içmek, inancını yaşamak, özgür olmak, kendini ifade etmek, neslini devam ettirmek gibi…

Dünyanın ve ülkemizin geldiği nokta, “kral çıplak” demeyi, “suya sabuna dokunmayı” gerektiriyor. Fincancı katırları ürksün artık. Ürken katırların ne yapacağını, ürkütenler değil, fincancılar düşünsün. Tarihimizde özgürlüğün sembolü olan “Ergenekon”un, niçin milletimize vurulmak istenen esaret zincirine isim olarak konduğu, “balyoz”un kimin kafasına indirileceği, “kafes”e kimin konacağı sorulmalı. Sorulmalı ki, bu toprağın insanı biraz nefes alsın, kendine gelsin.

Bugünden tezi yok, “Suya sabuna dokunalım, hastalıklardan korunalım.”