Oğuz Çetinoğlu: Muhterem Hocam, sizinle cemaatleşme üzerine konuşmak istiyorum. Cemaatleşme kavramı üzerine genel bir değerlendirme lütfeder misiniz? Şu hususu da öncelikle belirtmek gerek: ‘Cemaat‘ denilince pek çok kişinin aklına belli bir topluluk geliyor. Biz, belli bir topluluğu değil, umumî olarak dinle bağlantılı bütün toplulukları konuşacağız. Ülkemizde tek cemaat yok. Pe kçok cemaat var.
Prof. Dr. Orhan Türkdoğan: Cemaatleşme ve milletleşme, Türk toplumunun bir diyalektiğidir. Her iki kavram da, yaklaşık yüzyıldan beri birbirini destekleyen güçler olacağı yerde, ne yazık ki ayrışımın odak noktaları haline getirilmişlerdir. Oysa ümmet-millet bir bütünün temel unsurlarıdır. Ümmet, milletsiz, millet de ümmetsiz yaşayamaz. Osmanlı da ümmet var, millet yoktu. Devlet, milletini oluşturan aslî unsurunun kimliğini ümmet denizinde boğmuştu.
Çetinoğlu: Cumhuriyetle sistem değişti değil mi?
Türkdoğan: Cumhuriyetin kuruluşu ile bu tür içeriği boşaltılmış bir ‘ümmet’ anlayışı, 1900’lerde İslamcı Cephe’nin doruktaki temsilcisi Mehmet Âkif Ersoy tarafından kaleme alınan İstiklal Marşımızla da artık devreden çıkarılıyordu. Kültür tarihimizde bu önemli bir atılımdır: İstiklal Marşımız, bir anlamda millî-devlet oluşumunun gerçek bir simgesidir.
Günümüzde; ‘Türklük‘ olgusunun ‘Türkiyelilik‘ kavramı ile karşılanmaya çalışılması, İstiklal Marşımızın o ulvî armonisini bozmaktadır.
Çetinoğlu: Millet-ümmet ikiliği yeniden gündeme mi geliyor?
Türkdoğan: Olaylar zinciri bizlere birçok hatırlatmalar yapıyor. Uzun süre çevre, eğitim-öğretim sisteminden ötürü baskı altında kaldı da, ‘ümmet’ olgusuna bir cankurtaran simidi olarak sarılma kararı mı alındı?
Hiç şüphesiz İslam, cihanşümul bir din olarak ‘kavmini tanıma ve sevme olgusunu’ inanırlara-müminlere müjdeliyor. Nitekim Peygamberimiz: ‘Vatan sevgisi imandandır.’ Buyuruyor. Ayrıca ‘Kavminin efendisi kavmine hizmet edendir.’ Diyor. Görülüyor ki, dinimizin ileri sürdüğü ‘Kavmini tanıma, kavmine hizmet etme ve vatan sevgisi’ gibi cihanşümul kavramlar, salt bir ümmet ideolojisi uğruna feda edilecek nitelikte olmasa gerek.
Çetinoğlu: Gelişmiş ülkeler millî devlet kavramını tercih ediyorlar…
Türkdoğan: Bilindiği üzere, Cumhuriyet yönetimi, ‘Türklük’ olgusunda bütün yan grupları katılıma davet ediyor, millî-devlet oluşumunun sosyolojik temellerini kurmaya çalışıyordu. Bir başka yol yoktu. Çünkü çağımız ‘millet-olma’ çağı idi. Bu gerçeği dışlayarak yeniden ümmet ideolojisine dönmek mümkün değildi.
Çetinoğlu: Çağın gereklerini hangi ülkeler uyguluyorlar?
Türkdoğan: Bu süreç, özellikle ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa gibi ülkelerde başladı.
Bilindiği üzere, Tanzimat’tan beri gündeme gelen ve Fransız Pozitivizmi ile Katolikliğin oluşturduğu bir laiklik sistemi -Batıya açılan penceremiz- Fransa ile temasa gelmemizi sağlamış ve din karşıtı bir laiklik anlayışı, Jön-Türk ve İttihat Terakki sisteminden Cumhuriyete kadar devam etmiştir. Laikliğin, din karşıtı (anti-laisizm) anlamında bir saplantıya dönüşmesi, İslam’ın devreden çıkarılmasına, bütün değerler sisteminin dışlanmasına yol açmıştır. Oysa yeryüzünde hiçbir toplum inançsız yaşayamamıştır.
Cumhuriyet aydınları, geçmişin medrese-tekke yozlaşmasını önleme ve İslam’ı soylulaştırma anlamında ilahiyat fakülteleri ve dinî okullar açmak suretiyle, toplumu layık olduğu zemine oturtacağı yerde, tam tersine okullaşma sürecinin önünün kesilmesine gidilmiştir. Bu durum doğal olarak, hiç beklenmedik bir anda inanç sisteminin yer altına itilmesine ve kendinden olanla benzeşim kurmak suretiyle temsilcilerini fetiş haline getirmek anlamında, cemaatleşme gerçeğinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Cemaatleşme, sosyal bir mobilizasyon unsuru olarak kültür tarihimizdeki yerini almıştır.
Çetinoğlu: Ülkemizdeki cemaatleşme hususunda gözlemlerinizi açıklar mısınız?
Türkdoğan: Ülkemizde gözlenen cemaatleşme olgusu, sosyolojik anlamda Ferdinand Tönnies’in ileri sürdüğü cemaat-cemiyet türünde farklılık arz eden bir kavram değildir. Biraz açıklık getirmek gerekirse, aynı görüşü paylaşma, aynı yolun yolcusu olma anlamında cemaatleşme hukukî çizgide dinî inanışlara bir varlık alanı tanınmayan eğilimlerin de ötesindedir. Bu sebeple, sosyolojik anlamda, biçimle ilgili olmayan topluluklardır. Bu gruplar arasında, milliyet-Türklük arka plana itilmekte, ümmet ideolojisi bir reddiye unsuru olarak öne çıkarılmaktadır.
Bunun gibi, kuşatıcı bir kimlik olmasından ötürü ‘Türklük’ olgusu nasıl bir gerçekse, kendi tabîi kimliklerinin de öylesine tanınması görüşündedirler. Etnik farklılaşma eğilimleri, grupları ‘çoğulcu’ toplum biçimine öncelik tanınmasına yönlendirir.
Bu tür bir cemaatleşme modeli, gelenekli İslamlaşma akımının ötesinde batıya açık, Avrupa Birliği dâhil, hemen her hususta batıyla koalisyona şartlanmış, aidiyet değerlerini dışlayan bir tutum ve zihniyet içindedirler. Bu oluşumda, yakın tarihimizin batılılaşma-İslamlaşma akımlarının çarpıklığına yeni bir biçim verme felsefesi ağır basmaktadır.
Dikkat edilirse, bir vakitler Sovyetlerde, din yasağı sebebiyle Alexander Bennigsen’in eserine konu olan ‘Sofi ve Komiser’ tipleri bu tür yansımanın tarihî bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Öyle ki, Türk kökenli Müslüman inançlı bir kimse, görevi başında komünist sistemin komiseri olarak eylemlerini yürütürken, akşam evine döndüğünde -tehdit’in ortadan kalkması sebebiyle- yumuşak ipekten dokunmuş kaftanını giyerek, aile efradını ibadete yönlendirebilmektedir.
Türk cemaatleşme biçimi, inanç sisteminin devreden çıkarılması karşısında, gelenekli unsurların yer altına çekilmesine, oradan ibadetlerini sürdürmelerine yol açmıştır. Bu oluşum, çoğu defa bir tarikat temsilcisinin manevî önderliğinde sürdürülmüştür. Bir kısmı, Osmanlı dönemi merkeze egemen olan yabancı soylulara çevrenin tepkisi biçiminde ortaya çıkarken veya günümüzde, bir kesimi de çağın dinamiklerini yansıtan yeni görüşler doğrultusunda doktrinleşiyordu.
Çetinoğlu: Cemaatleşme olgusu toplum hayatına nasıl yansıyor?
Türkdoğan: Cemaatleşme, hukukî çizgide saflaştırılmadığı, pürine edilmediği için, ulus-devlet oluşumunun ana motifini belirleyen ‘milletini sevme’ veya ‘dil-düşünce ve kültürde ortak bir paydada birleşme’ anlamında milliyetçilik duygusuna karşıt bir yapılaşmanın içine sürüklenmiştir. Yakın tarihimizde, bir kısım yöneticilerin: ‘Ben Türk değil, Türkiyeliyim‘ veya ‘Babam Kürt, anam Türk, ben neyim?’ Türü irâde beyanları, cemaatleşme biçimi bir yapılaşmanın tipik bir yansımasıdır. Çünkü ülkemizde cemaatleşme, yanlış uygulanan ümmet ideolojisinden ötürü, ‘Standart Kültürü’ temsil eden büyük çoğunlukla bütünleşme yerine, ayrışmayı ve kendi münferit kimliğinde özdeşleşmeyi yeğlemiştir. Bir anlamda Akif’in ‘İstiklal Marşı’ esprisinden ayrılmıştır. Oysa İran ve Arap halkları, tarihî süreç içinde, bir yanda dinî bağlılıklarını sürdürürken, öte yanda kavim bilinçlerini ‘Araplık’ veya ‘İranlılık’ kimliklerini, hiçbir dinî sakınca görmeksizin yürütmüşlerdir.
Hatta tanınmış Pakistan düşünürü Hafızul Rahman’a göre: ‘Araplar, İslam dinini, kavim asabiyelerinden ötürü, Araplaştırmışladır.’
Osmanlı’da hiç gerek yok iken, ‘Hanedan-i Osmanî’nin’ devamı için devletin kaderi, Hıristiyan ve Yahudi kökenli ‘yabancı soylulara’ bırakılmış, ‘kavim asabiyesi’ devreden çıkarılmıştır. Bütün bu davranışına, hoşgörü anlayışına rağmen, Osmanlı, Balkan ve Birinci Dünya Savaşı’nda hem Hıristiyan hem de ümmeti konumundaki Müslüman halklar tarafından arkadan vurulmuş ve layık olduğu dersi almıştır. Bu tarihî olgu, bize dinî kavramların anlamlı bir tarzda yerine getirilmediği takdirde, çoğu defa büyük felaketlere yola açabileceğini göstermesi açısından ibret verici olsa gerek.
Görülüyor ki, ‘İslam ve millet’, birbirini tamamlayan cihanşümul bir kavram çiftidir. İslam; ümmeti ve millet gerçeğini reddetmez. Aksine her ikisini de -deyim yerinde ise- birbirinin ‘cüz-i tamı’ olarak kabul etmektedir. Bu anlamda, salt ümmet veya salt milliyet duygusu İslam’a karşıdır, İslam, psikolojik bir dindir, insan sevgisine dayanan cihanşümul bir dindir. Milliyet duygusu da milletini tanıma ve sevme bilincidir, başka bir şey değildir. Milliyet duygusu veya milliyetçilik, bir ideoloji de olsa kökenini millet oluşumundan alması sebebiyle, kültür değerleri ve inanç sistemleriyle yüklüdür. Kırmızıçizgi olarak dışlanması büyük bir yanılgıdır.
Çetinoğlu: Laiklik kavramında durum nedir Hocam?
Türkdoğan: Bir dini sistemde, mukaddes alanı dışlayarak, dünyevî değerlere yönelik bir laiklik anlayışı, tek boyutlu bir zihniyeti ortaya koyar. Oysa dinî inançlar hem mukaddes, hem de mukaddes olmayan alanları temsil etmelerinden ötürü iki boyutludur. Cumhuriyetin laiklik modeli, mukaddesi devreden çıkararak mukaddes olmayan alana yönelik bir eğilimi izlemesinden ötürü, sözcüğün tam anlamıyla, dünyevî bir dünya görüşünü ortaya koymaktadır. David Kushner’ın yerinde tespiti ile ‘Türkiye Cumhuriyetinde, İslam dini resmen Türk kişiliğinin ve Türk kültürünün bir parçası olmaktan çıkarılmıştır.’ Bu eksik yapılaşma, yüzyıllarca mukaddes alana saygı duyan bir topluluğu cemaatleşme sürecinin içine itmiştir.
Dini hayatın, bu tür bir baskı altında sosyal dinamiğinden mahrum bırakılması, sonuçta birbirine kapalı kalmış yoz bir cemaatleşme oluşumunu meydana getirmiştir. Bu sebeple, cemaatleşme Türk toplum yapısının bir yansımasıdır ve sisteme kültürel bir tepkidir.
Ülkemizde, şu anda cemaatleşme olgusu, doğal karakterinden ötürü, birbirine kapalı, nev-i şahsına münhasır bir örgütlenme çizgisinde varlığını sürdürmektedir. Kapalı yapılaşmalar oluşturmak, bir nokta da sistemin eleştiriye açık yönünü ve gelişimini engelleyerek, katı nas’ların hüküm sürebileceği bir dogmatizme yol açabilmektedir. Ne yazık ki, Endülüs, El Hikem Bağdat ve İskenderiye gibi dünyaca ünlü bilim merkezleriyle batının karanlık çağlarını aydınlatan İslamiyet, tarihî bir yanılgı sonucu devreden çıkarılıyor, karanlık alanlara itiliyordu.
Çetinoğlu: Cemaatçiler, milliyetçiliği dışlıyorlar. Neden?
Türkdoğan: Bir yanlış algılama söz konusudur. Cemaatte ‘kavmini tanıma-sevme’ duygusu geri plana itilmekte, adeta ‘ırkçılık’ zihniyeti ile ‘milliyet’ gerçeğini suçlamaktadır. Bu sebeple, ülkemizde cemaatlerin atıf sistemleri milliyet duygusuna karşıdır. Milliyet duygusu (milliyetçilik), bu grupların adeta kırmızıçizgileri gibidir. Böyle olunca -kavim asabiyesi ortadan kalkınca- ünlü İngiliz tarih felsefecisi Arnold Toynbee’nin deyimi ile bir ulusun değerler sistemini eleştiren, gözden düşüren bir iç proletarya ortaya çıkmakta, bu durum ise zamanla fırsat kollayan dış güçlerin tarihî düşmanlarına -dış proletaryaya- ülkeyi bölme ve parçalamada arzulanan zemini hazırlamış olmaktadır.
İslam’ı dışlayan, İbn Haldun’a ters düşen saplantı niteliğindeki bir ‘ümmet’ ideolojisi. Cemaatlerde çok esnek ve yumuşak nitelikte diyebileceğimiz bir kavim bilincinin belirmesine yol açar. O vakit, tarihî düşmanlar veya dış proleterya, yeni oyun teorileriyle hedeflerine yürümekten alıkonulamaz.
Çetinoğlu: Cemaatlerin batılılaşma olgusuna yaklaşımlarını değerlendirir misiniz?
Türkdoğan: İslamî kesim, kültür tarihimiz göz önüne alındığında, 1900’lerden beri batılılaşma olgusuna farklı bir açıdan yaklaşıyordu: ‘Batının fennini-teknolojisini ve maddî kültürlerini alalım, fakat manevî yönlerinden uzak duralım.’ tarzında bir görüşü ileri sürüyordu. 5-10 yıldan beri bu grup, bir Hıristiyan kulübü olan AB’ye katılmak için âdeta bütün değerler sistemini bir yana iterek, batıyla kucaklaşmaya çalışmaktadır. Bu yenilikçi yaklaşım, bize Cemaat unsurlarının nasıl kısa bir süre içinde -sosyolojik ve antropolojik doğrultuda- kozmopolitleştiklerini açıklaması bakımından anlamlı olsa gerek. Bir zamanların batı aleyhtarları, şimdi Avrupa yönlü bir şartlandırmanın vazgeçilmez etkisi altındadırlar. Avrupa Birliği yandaşları, hâlâ Avrupa tarzı bir hayat tarzının idraki içinde olduklarını bilmiyorlar mı?
Batı toplumları, özellikle İngiltere, Almanya, Fransa ve İtalya Rönesans ve Reform süreçleri sonucu, millî devlet temeline dayalı bir millet olma sürecini gerçekleştirmiş, ayni zamanda, 19. yüzyılda ABD’de gözlediğimiz gibi, ülkelerinin kaderlerine el koyan bir seçkinci yönetici sınıfı da yetiştirmişlerdir. AB toplulukları, en az iki yüzyıl önce milletleşme olgusunu gerçekleştirmiş, dil-kültür ve inanç sisteminde birleşmişlerdir. AB olgusu, millet-üstü bir oluşum değil, tamının ortak paydasını oluşturan ve ana ekseni inanç sistemine dayalı bir yapılaşmadır. Bu sebeple, farklı din ve kültür gruplarına tepkileri vardır. Sonra AB felsefesi açısından alınan ortak kararların millet-üstü olarak algılanması bir yanılgıdır. Aynı coğrafyada yaşamak, aynı inanç sistemlerini paylaşmak ve bunları tarihî bir perspektif içinde kurumlaştırmış olmak, dışarıdan katılan unsurlara nazaran çok daha birliktelik bilincini yansıtmaktadır.
Çetinoğlu: Tavsiyelerinizi alabilir miyim Hocam?
Türkdoğan: Hem İslamcı hem de milliyetçi kesimin batıya bakış açılarında yeni bir kültürel düzenlemeye gerek vardır. Milliyetçiler, batılılaşma olgusunu modernleşme ile eşdeğer tutmuşlardır. Nitekim Gökalp’e ve Kemalist sisteme göre, modernleşme aynı zamanda batılılaşma demektir. Böyle bir anlayış, bütün yenilikleri ve değerler sistemini devreden çıkararak, batıya mal etmektedir. Oysa uygarlık doğu ve batı dünyasının ortak bir ürünüdür, sentezidir. Ünlü bilim tarihçisi George Sarton, Endülüs Okulu’nu belirterek ‘İslam olmasaydı batıda Rönesans gerçekleşemezdi.’ Diyordu. O halde, modernleşmeyi batılılaşma ile eşdeğer görmek sosyolojik bir yanılgıdır. İslamcılar da, batılılaşmayı Avrupa’nın teknik ve ilmî üretkenliğine bağlamış, çağdaşlaşmayı devreden çıkarmışlardır.
Oysa ilmî çözümün: ‘Batıda olalım, fakat batılı olmayalım‘ tarzında formüle edilmesinde yarar vardır. Günümüzde, artık batıya sırtımızı dönerek yaşamamız mümkün değildir. Seyit Hüseyin Nasr’ın da belirttiği gibi, ‘Bir eczaneye girdiğimizde İslam’a ait hiçbir nesneyi bulmamız mümkün değildir.’ Günümüzde büyük değişmenin kaynağı batıdır. Bu durum, batıya olan eğilimimizi pekiştirir. Bu sebeple; çağdaşlaşmayı, kültür değerlerimizi ve inanç sistemlerimizi bir kenara iterek, taklitçi bir gözle algılamamız ve batı ile özdeşleştirmemiz büyük tarihî bir yanılgıdır.
Çetinoğlu: Bu yanılgının getirebileceği tehlikeler neler olabilir?
Türkdoğan: Küresel güçler ülkemizin hayatî ihtiyaçlarını karşılamaktan ziyâde dünyadaki millî devletleri şehir devletlerine dönüştürme çabasındadır. Cemaatlerin bu düşünceye ayak uydurmaları eleştiriye açık bir husustur. Aynı zamanda, idarenin bütünlüğü ilkesi bir Anayasa hükmüdür. Burada, genel yetki merkezî yönetime aittir. Yerel yönetimlerin yetkileri ise, görevlerin sayılıp sınırlandırılmasıyla belirlenir. Buna rağmen, mahallîlik anlayışında genel yetki mahallî yönetimlere aittir. Merkezî yönetim ile mahallî yönetimler arasında yetkiler değil görevler paylaştırılırsa, federal devlet sistemine gidişin yolu açılır.
Prof. Dr. Orhan Türkdoğan:
İlk ve orta mektep ile liseyi Malatya’da bitirdi. Lise yıllarında ağabeyinin öğretmenleri olan Nihal Atsız ve Orhan Şaik Gökyay ile tanıştı, onlardan ve edebiyat öğretmeni olan Ârif Nihat Asya’dan etkilendi. Bu etkilenmelerin ürünü; 1945 yılında Gökhan Evliyaoğlu ve 18 Malatyalı gençle birlikte yayınladığı ‘Çadır‘ adlı şiir kitabı, 1946-1948 yılları arasında Yakarış, Çağlayan, Orkun gibi dergilerde ve Malatya’da çıkan Bakış Gazetesi‘nde yer alan yazılar oldu.
1946-1947 öğretim yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Eti ve Sümer Dili ile Felsefe Bölümlerinin ikisine birden kayıt yaptırdı. Bir yıl bu bölümlere devam edip Eti dilini öğrendi. O dönemde yaygın olan tüberküloz hastalığına yakalandığı için tahsiline 5 yıl ara verdikten sonra 1951 yılında, aynı fakültenin Felsefe ve Sosyoloji Bölümlerine kayıt yaptırdı, buradan 1955 yılında mezun oldu.
Malatya Lisesine öğretmen olarak tâyin edildi. Burada 4 yıl görev yaptı. 1959’da Atatürk Üniversitesi’nde Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Kürsüsü’nde asistan oldu. Erzurum’a giderek araştırmalar yaptı ve ‘Erzurum ve Çevresinde Sosyal Araştırmalar‘, Kars’ta yaptığı incelemeler sonrasında ‘Malakanlar‘ adlı kitaplarını yazıp yayınladı. Doktora tezini İstanbul Üniversitesi’nde verdi ve kabul edildi.
1962’den 1964 yılının sonuna kadar ABD’nin Missouri ve Nebraska Üniversitelerinde, ‘Sosyoloji, Antropoloji, Toplum Kalkınması, Geri Kalmış Ülkelerin Sosyolojisi, Sağlık-Hastalık Sistemi,Yeniliğin Yayılması ve Köy Sosyolojisi‘ gibi o dönemin modern sosyoloji akımlarını kapsayan dinamik konular üzerinde ders gördü. Bu arada ABD’de ‘Türkiye’de Yerli ve Göçmen Köyleri Üzerine Araştırma‘ konusunda ön hazırlık yaptı. ‘Türkiye’de Köy Sosyolojisinin Temel Meseleleri‘ başlıklı araştırması ile 1971 yılında ‘Profesör‘ unvanını aldı. 1972 yılında Alman hükümetinin davetlisi olarak Stuttgart’ta Hohenheim Üniversitesi’nde misafir araştırmacı olarak bulundu.
1985 yılından 1995 yılına kadar on yıl süre ile Bolu’da görev yaptı ve Gazi Üniversitesi’ne bağlı Yüksek Okulu Fakülteye çevirerek, üniversitenin ilk çekirdeğini oluşturdu. Abant İzzet Baysal Üniversitesi bu çekirdekten meydana geldi. ‘Sanayi Sosyolojisi‘ adlı eseri yazıp yayınladı. 1995 yılında Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü Rektörü Prof. Dr. Ahmet Ayan’ın dâveti üzerine, Enstitü’nün İşletme Fakültesi’nde göreve başladı. Davranış Bilimleri, Sosyoloji ve İlmî Araştırma Metodolojisi gibi dersleri dört yıl süreyle yürüttü ve 1999 yılında Enstitü’nün İşletme Fakültesi’nden den emekli oldu.
Prof. Dr. Orhan Türkdoğan’ın; Kürşat Türkdoğan ve Dilşat Türkdoğan adında iki evladı vardır. Her ikisi de Prof. Dr. olarak görev yapmaktadırlar.
|