Oğuz Çetinoğlu: ‘Alevîlik’ denildiğinde En çok tartışılan hususlardan biri de Cemevleri… Röportajımızın ikinci bölümüne Cemevleri hakkında lütfedeceğiniz umûmî bilgilerle başlayabilir miyiz?
Dr. Abdülkadir Sezgin: Bu meseleyle ilgili her halde sorulması gereken ilk soru şu olabilir: ‘Cemevi ibâdethâne olarak kabul edilirse, Alevîlerin veya Alevîliğin problemleri çözülmüş olacaktır mıdır?’
Bize kalırsa konuyu bütün olarak ele almadan, yâni konunun târih, kültür ve tasavvuf boyutu ile ilgili bilgi birikimine gitmeden bu soruya cevap verilmesi bir mânâ ifade etmeyebilir.
Olaya, ‘bütün yeryüzü mesciddir‘ diye bakarak veya ‘ülkemizde bu kadar cami, şu kadar kilise ve bir o kadar da Havra var, Cemevi de aynı statüde olsa ne çıkar?’ diyenler olduğunu da hatırlamalıyız. Meselenin bu kadar basit ve kolay olmadığını da kabul etmeliyiz. Burada bahsedilen her şey bir başka dini; inancı ifade etmiyor mu?
Bu soruya doğru bir cevap verebilmek için aşağıdaki hususların da bilinmesi ve birlikte düşünülerek bir cevap verilmesi gerekecektir.
Unutmayalım ki devlet, insan aklının bulabildiği en büyük organizasyondur. Devlet, kuralları ve kurumlarıyla bir anlam ifâde eder.
Bilginin, çağımızın iletişim hızıyla yayıldığı, hukukun üstünlüğünün yaygınlaştığı, insanın din, dil, ırk ayırımı yapılmadan ‘Allah’ın yarattığı şerefli bir varlık’ olarak kabul edildiği bir çağda yaşadığımızı bu arada kaydetmek istiyorum.
‘Cemevi’ etrafında şekillenen problemlerin neler olduğunu anlamak için öncelikli olarak incelenip, bakılacak alanın ‘Alevîlik’ olarak ifade edilen meselenin tarih, kültür, tasavvuf ve sosyoloji boyutunun incelenmesi, araştırılıp değerlendirilmesi gerekecektir. Çünkü ‘Cemevi’ kendi başına, salt olarak doğmuş bir kurum, bir mekân veya kendi başına bir ‘problem’ değildir.
– Alevî olarak bilinen insanların ‘yol’, ‘erkân’ veya ‘usul’ kelimeleriyle ifade edilen uygulamalarının hayata geçirildiği mekân olarak bilinen Cemevi nedir, nerelerde olurdu, kim tarafından nasıl yönetilirdi?
– Bu ‘Cemevi’ denilen mekânlar târihî ve kültür olarak hangi yerlerde, nasıl bir mimarî ile yapılmışlardı?
– Bugün şehirlerde yapılmış Cemevleri, târihteki hangi kurumların karşılığıdır?
– Hâlen Cemevi’nde yapılan yol, usul, erkân içinde neler var ve bunların dinî veya kültür temelleri var mıdır?
– Günümüzde en çok tartışılan ‘hukukun üstünlüğü’ ilkesi açısından veya yürürlükteki hukukumuz açısından Cemevi’nin durumu nedir?
Târihimizde, ‘cemevi’ sosyal veya kamu hizmeti açısından ne işlev görürdü?
Cemevi deyimi, Köylerde kış mevsiminde yapılan ‘Cem Âyini’; yani Kızılbaşların tarikat toplantılarının yapılacağı ev anlamındadır. Tarım ve hayvancılığın etkin olarak yapıldığı köylerden her hangi birinde yapılmış ‘Cemevi’ yoktur.
Sebep de gayet açıktır: İlkbahar, yaz ve sonbahar dönemleri etkin, yoğun ve yorucu tarım ve hayvancılık arasında tarikat toplantısı yapılamazdı. Bu sebeple de ‘Yol ve Erkân’ toplantıları için de imkân olmazdı. Âyini yönetecek Dede de hem tarımla, hem de hayvancılıkla meşguldü.
Hem Tâlipler, hem de Dede için uygun olan vakit kış geceleri idi. En fazla bir hafta sürecek bir toplantı için de müsait olan bir ev yeterli idi.
Dede’nin köye gelişi ile birlikte komşular, bir birine ‘Cemevi kimin evi?’ diye sorarlardı.
Cemevi tabiri çok eskilerden beri bilinmekle beraber, anlatılan sebeplerle cemevi adı ile bağımsız bir bina yapılmasına ihtiyaç duyulmadı.
Köylerin boşalması tarım ve hayvancılığa zarar verdiği gibi, özellikle de yol ve erkân açısından da sıkıntılar meydana getirdi.
Köye yaşayan herkes aynı yol ve erkânı bilir ve yaşatırdı. Dede geldiğinde de bir ev ‘Cemevi’ olarak hazırlanmış olurdu.
Şehirlerde ‘Cemevi’ yapılmasının altında biraz da bu sıkıntıya bulunmuş bir cevap vardır.
Bu yeni yapı olarak Cem Evleri’nin mevcut farklı yapıları, farklı uygulamaları sebebiyle problemlerinin olduğunu da biliyoruz.
Hatta kendisini ‘Pir Hacıbektaş Veli’ yerine koyup, yeni ilkeler ve düzenleme yapan Dedeler olduğu da biliniyor. Bunların yeni icatları olan yol ve erkânların uyuşmadığı da biliniyor.
Dergâhlar, yukarıda bahsedildiği gibi, aynı zamanda ‘yaygın halk eğitimi merkezleri’ idiler.
Diğer tarikatların da ticarî, siyasî pek çok yanlışları, sosyal, kültürel ve dinî yozlaşmaları ve artan yobazlaşmalarını da biliyoruz.
Çetinoğlu:Cemevleri ‘ibâdethâne statüsünde bir mekân‘ olarak kabul edilebilir mi?
Dr. Sezgin: Mevcut hâliyle ‘Cemevi’ ibâdethane statüsü içinde sayılamaz. İbâdethanelerde günlük, haftalık ibâdetler olduğu gibi, ibâdethanelerde yıllık olarak da Ramazan ve Kurban Bayramı namazları da kılınır. Ve bu mekânlar devletin izni ile herkese hizmet verir.
Tarikatların ise, hukukî meşruiyetleri olmadığından Cemevi ibâdethane olamaz.
Çetinoğlu: Cemvevi ve Cem uygulaması ne zaman ve nasıl başladı?
Dr. Sezgin: Cemevleri, Türklerde şehirlileşmenin yaygınlaştığı dönemlerin ürünüdür.
Yol ve erkân toplantıları, 1511 yılından itibâren; şehirli ve köylü yahut ‘Bel evlâdı‘ ve ‘Yol evlâdı‘ olarak devam etti. Bu terimler farklı şekillerle de ifâde edilir. ‘Bel oğlu‘, ‘yol oğlu‘ veya ‘belden gelen‘ veya ‘yoldan giden‘ gibi aynı yol içinde iki başlı gibi bir hâle geldi.
Öz olarak incelendiğinde bu ikili yapılanma son derece yerinde ve isâbetli olmuştu. Bir tarafta tarım ve hayvancılıkla meşgul köylü, diğer yanda medreseli, Enderun’lu kültürel ve sosyal gelişmesini tamamlamış bir yapı vardı. Osmanlı dönemi dedebaba, halife baba ve babaları incelendiğinde çok önemli bilim ve din adamları oldukları anlaşılır. İçlerinden Şeyhülislamlığa yükselmiş olanlar olduğu bilindiği gibi, Hacıbektaş kasabasının bağlı olduğu Kırşehir kazası Müftüleri de çok uzun bir dönem Bektâşîlikten nasip almış insanlar olmuştu.
Çetinoğlu: Bu geleneği ve kültürü, yeni deyimle güncellemeye ihtiyaç yok mudur?
Dr. Sezgin: Kızılbaşların bağlı oldukları ‘Dede’ler eskiden olduğu gibi, Hacıbektaş Veli’nin soyundan gelen ve ‘Beloğlu’ olarak da anılanlar ‘Çelebi’lere bağlı olarak kaldılar.
Şehirli olan Bektaşîler ile Bektaşîliğe bağlı Yeniçeri askerleri ‘yol oğlu’ olarak da anılan ve 1511 yılında Balım Sultan tarafından kurulan ‘Yol oğlu’ kolu da aynı yolun ‘şehirli kolu’ olarak ‘Bektaşîlik’ adıyla ‘Dedebaba’ya bağlı kaldı.
Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nda bu târihten itibâren biri köylü ve konar-göçerlerin bağlı olduğu Çelebi, diğeri de şehirli dergâhların üst yöneticisi olarak Dedebaba tarafından ortak yönetilen hâle geldi.
Çetinoğlu: Bu iki başlılık ihtilafların yaşanmasına sebebiyet vermedi mi?
Dr. Sezgin: İki başlılık ihtilaflar olmasına sebebiyet verdi ise de, ciddî problemlerin yaşandığı da söylenemez.
Hem Çelebiler, hem de Dedebaba olanlar Osmanlı Sultanları tarafından ‘Hacıbektaş Veli Zâviyesi/Dergâhı/Vakfı Mütevellisi’ olarak atanırdı. 1826 yılında, Yeniçeriliğin topa tutularak imhasını tâkip eden günlerde, Bektaşîlik yasaklandı ve Hacıbektaş kasabasındaki merkez dergâh dışında kalan, bütün dergâh ve zâviyeler kapatıldı.
Hacıbektaş Veli’ye duyulan saygı ve hürmet sebebiyle merkez dergâh kapatılmadı ama burasını da yönetmek üzere Bektâşîliğe en yakın tasavvufî yol olarak bilinen ‘Nakşî’ yolundan Şeyh Esat Efendi ‘mütevelli’ olarak görevlendirildi. Böylece gelenek bozuldu.
Çetinoğlu: Dergâhlar daha sonra nasıl açıldı?
Dr. Sezgin: Bu işlemleri yapan Sultan 2. Mahmud Han’ın Hakk’a yürümesinden sonra oğlu Sultan Abdülmecit tahta geçince, Bektâşîlîğe mensup olan annesi Bezmialem Valide Sultan, oğluna;
– Sen şehzâde iken, babanızın kapattığı Şahkulu Dergâhını ziyâret ederek; himmetinle, oğlum Sultan olursa, dergâhını açtıracağım, diye söz verdim. Beni mahcup etme’ şeklinde bir beyanda bulundu ve kapalı mekânlar içinde ilk açılan Bektâşî Dergâhı oldu.
Sultan Abdülmecit’in vefatı üzerine tahta geçen Sultan Abdülaziz tarafından da, yasakların kaldırıldığı ve dergâhların yeniden kaldıkları yerden vazifeye devam ettikleri bilinmektedir.
Ülke genelindeki tarikatların yönetimi Şeyhülislamlığa bağlı görünse de özerk çalışan ‘Meclis- Meşayih’ (Şeyhler Meclisi) tarafından idare edilirdi. ‘Bektâşî Dede Baba’sı da bu heyetin üyesi idi.
Bu meclisin çalışmalarını düzenleyen ‘Tüzük’, o günkü adıyla ‘Şûray-ı Devlet’ yeni adıyle Danıştay tarafından incelenerek yürürlüğe girmiştir. Tüzüğün açıklama ve uygulamalarını anlatan 8 de yönetmelik çıkartılmıştı.
Çetinoğlu: Dergâhların kapalı olduğu dönemlerde neler yaşandı?
Dr. Sezgin: Hatırlatmamız gerekir ki bu yasak dönemi başından başlayarak dertli, acılı, kanlı ve ıstıraplı olaylar olmuştur.
Bu yasakla birlikte Hacıbektaş yolunun her iki yolu da kapatılmıştır. Bu olayların bir kısmı için ‘Hacıbektaş Veli ve Bektaşîlik’ adlı kitabımıza bakılabilir. Detay çalışmak isteyenler de, ‘Esat Efendi, Üssü Zafer, İstanbul, 1341’ adlı yazma esere de bakabilirler.
Çetinoğlu: Müsaadenizle, yeri gelmişken sorayım Hocam! ‘Makalât’ isimli eserin, özellikle de Rahmetli Prof. Dr. Esat Coşan’ın tercüme ettiği kitabın, ‘Hünkâr Hacıbektaş-ı Veli’ye ait olmadığı, Nakşibendîlerin tahrifatı olduğu‘ iddia ediliyor. Ne dersiniz?
Dr. Sezgin: İddia tamamen tutarsızdır. Esat Hoca, bu çalışmayı aynı zamanda bir doktora tezi olarak hazırlamış ve gerçekten ilmî bir çalışma yapmıştır.
İslamî bağlılığı zayıflamış, Kızılbaş veya Bektâşî olarak görünen ama hiç bir hayat belirtisi ve uygulaması olmayan bir takım insanların câhillikleri ve kıskançlık dâhil, çekememezliklerinin eseri olarak değerlendiriyorum.
Prof. Dr. Esat Coşan Hoca son derece dikkatli, kültürü, geleneği ve geçmiş uygulamaları bilen; arşiv belgelerini su içer gibi okuyan, son derece dikkatli bir bilim adamı idi.
Çetinoğlu: Yanlış anlamadı isem, Türk Alevîliğinin temelinde Hoca Ahmed Yesevî öğretilerinin bulunduğunu söylediniz. Ahmed Yesevî’yi bir de sizden öğrenebilir miyiz? Kimdir, fikriyatı nedir?
Dr. Sezgin: Ahmed Yesevî’in Yesi (bugünkü adı: Türkistan) şehrinde 12. yüzyılda kurduğu Dergâh/Zâviye bu günün ifâdesiyle büyük bir üniversitedeydi. Bu üniversitede sâdece ders verilmez, uygulamalar yapılırdı. Bunlar içinde en önemli yeri de bu günün deyimi ile ‘Milletlerarası Stratejik Araştırmalar ve Uygulamalar Merkezi’ olarak yaptığı çalışmalardır. Hâlen ‘Anadolu Erenleri’ olarak bildiğimiz ‘Horasan Erenleri’ olarak da tanınan Hacı Bektaş Veli, Abdal Musa ve sayıları binlerle ifâde edilen insanların tamamı aynı merkezde yetiştirilerek, yıkılmakta olan, en batıdaki ‘Türk Devleti Selçuklu’nun yıkılmasının önlenmesi ve devletin yenilenmesi; yeniden kurulması ana görevi ile Anadolu’ya gönderildiklerinde şüphe yoktur. İşte Osmanlı Devleti’nin kuruluş mâcerasının en önemli sırrı da burada gizlidir.
Bu inanç ve gayretle Anadolu’ya gelen Gaziyân, Bâciyân, Dervişan, Abdalân… her kim varsa tamamı aynı inancı ve duyguyu aynı pınar gözesinden almışlardı.
Tabîi ki, bu gelen binlerce dervişin bir de koordinasyonu ve yönetim sistemi vardı ve cümle Erenlerin başı kuşkusuz Hünkâr Hacı Bektaş Veli idi.
O’nun tebliğleriyle başlayan, çok basit gibi görünen ve yedi yüz yıldır eskimeyen, pörsümeyen slogan hâlindeki tebliğleri, bütün Türk oymak, boy ve aşiretlerini bir arada tutmayı başarmıştır.
‘Eline, diline, beline sahip ol‘ gibi pek çok sözün; ‘kibar-ı kelâm’ın anlamı bugün daha çok anlaşılmıyor mu?
Bugün yaşamaya devam eden Alevîlik, bu kaynak dışında, hiç bir kaynakla irtibatlandırılamaz.
Kültürün de ana kaynağının ‘Horasan Yolu’ olduğunu anlatmaya da gerek yoktur. Ahmed Yesevî’nin ‘Fakirnâme’si, Üçüncü Halifesi Süleyman Hakîm Ata’nın, ‘Kitab-ı Bakırgân’ı, Hacıbektaş Veli’nin ‘Makalat’ı birlikte incelendiğinde her ‘üç Eren’in aynı yol, temel ilkelerde değişiklik yapılmadan geliştirilen aynı yol, usul ve erkân olduğu açıkça görülür.
Selçuklu’nun Moğol istilasına uğraması, şehirlerin yağmalanması, halkın perişanlığı gibi sıkıntılar, bu Horasan Erenleriyle nefes almaya başlamış, görünmeyen, sâdece herkese dua eden bu dervişler görevlerine târif edilemeyecek başarıyla devam etmişlerdir.
Hacı Bektaş Veli’nin yerleştiği yer ‘Suluca Karahöyük köyü’ yedi hâneli bir Çepni köyüdür.
Burada başlayan Hacı Bektaş Veli tebliğleri Osmanlı eliyle üç kıtaya yayılmıştır. Bundan daha büyük başarı olabilir mi?
Hangi adla anılırsa anılsın Kızılbaş/Alevî/Bektâşî adıyla bildiklerimiz Ortaasya’dan Tanrı Dağları’ndan getirilen Türk, Türkmen kültürünü yaşamaya devam etmişlerdir. Giyim, kuşam, kullanılan araç, gereç… Hayvancılık aynen devam etmiştir. Oralardan getirdiğimiz ‘at ve koyun kültürü’ hâlâ devam ediyor. Gerçi gelişen motorlu vasıtalar, ulaşım araçları atın önemini azaltmışsa da at ve ata bağlı kültür, deyimler, atasözleri ile de yaşamaya devam ediyoruz.
Hatırlanması gereken bir husus da yerleşik hayat ve onun gereği olarak toprakla, tarımla meşgul olmamız da yaygın olarak bu topraklarda başlamış…
Yedi hâneli köyde başlayan ve bütün Anadolu ve Balkanları saran ‘Hacı Bektaş Veli Yolu’nun 1826 yılı kapatmasından nerede ise yüz yıl sonra, bütün türdeşleriyle birlikte, ikinci bir kapatılmayla karşı karşıya kaldı.
30.11.1925 târihinde kabul edilen ve 13.12.1925 târihinde resmî gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren ‘Tekke ve Zâviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dâir Kanun’ o günün sosyal ve sebepleriyle bütün tekke, dergâh ve zâviyeler kapatıldı.
(DEVAM EDECEK)