Sizin Vitrininizde Ne Var?

99

Eskiden “gaflet” denirdi, şimdi “aymazlık”  deniyor. Müthiş bir gaflet yani aymazlık içindeyiz. Zaman geçiyor, mekân yıpranıyor, fikirler hızla değişiyor; biz bunların farkında değiliz. Başını kuma gömen devekuşları gibiyiz.

İki kaplumbağa bir araya gelip bir salyangozu soymuş. Salyangoza bunun nasıl gerçekleştiğini sormuşlar. Salyangoz: “Vallahi ben de anlayamadım; her şey birden oldu.” cevabını vermiş. Soyulan salyangoz, soyanlar kaplumbağa… Cevap, “Her şey birden oldu.” İlginç değil mi?

Atalet; ruhumuza, bedenimize sinmiş. Neyi, nerede, ne zaman yapacağımızı bilmezlik içindeyiz. Bir şeyler yapanları da anlamakta zorlanıyoruz. Sünnetçi, dükkânının vitrinine bir kol saati koyar. Bunu görenler, ona vitrine niçin kol saati koyduğunu sorunca sünnetçi: “Peki, siz olsaydınız vitrinde ne teşhir ederdiniz?” der. Yaptığımız işin gereğince davranmak, fıtratımızın ihtiyaçlarına göre beynimizi kurgulamak ve aklımızı kullanmak, aymazlıktan kurtulmanın ön şartı.

Dinozorlar, canlılar âleminin en güçlü, en dirençli, en uzun ömürlü hayvanı olarak bilinir. Ancak şimdi onların varlığını kitaplardan öğreniyoruz. Değişime direnmek, onları dünyadan sildi. Değişmek, değişime ayak uydurmak, ayakta kalmanın gereği. Güzel olan ise, değişimi doğru tespit edip ona öncülük etmektir. Tarihin kırılma noktasında öne çıkanlar, bu değişime imza atanlardır.

Değişime ayak uydurmak, “Üzüm üzüme baka baka kararır.” misali iradesiz bir teslimiyet değildir. Zamanın, mekanın şartlarını, insanlığın düşünce serüvenini iyi kavrayıp buna göre davranmak, buna göre yol haritası belirlemektir.

Kaplumbağaya göre, zaman çok yavaş akar; salyangoz kendini soyanların farkında değildir. Biz ne kaplumbağayız ne salyangozuz. Külli iradenin, kopyasıyız, cüzi iradeye sahibiz. Biz, sorumluluk sahibiyiz. Bastığımız toprağa, içtiğimiz suya, teneffüs ettiğimiz havaya, bizi ısıtan ve ışıtan güneşe, yetiştiren ana-babaya, kokladığımız çiçeğe, sütünü içtiğimiz koyuna borcumuz var. Borçlu doğduk, dünyaya borçlarımızı ödemek için geldik. Borcunu ödemeyenler, müflis tüccar olarak bu dünyadan gidiyorlar.

Bir de şuna bakmak lazım: Yük alanlardan mıyız, yük olanlardan mıyız? Varlığımız, başkaları için eziyet mi, külfet mi? İnsanların yükünü artırıyor muyuz, azaltıyor muyuz? Aymazlık içinde yaşam sürenlerin ruhları, bedenleri kendilerine; kendileri de çevrelerine yüktür.

Daima verici, gönlü geniş olmak gerek yaşadıkça. Hayat, bu anlayışla daha anlamlı oluyor. En kaliteli buğday yetiştirme yarışmalarında hep birinci olan çiftçiye, bunu nasıl başardığını sorarlar. Çiftçi, “Benim buğdayımın iyi olması için komşularımın iyi buğday yetiştirmesi gerekiyor. Önce onlara yardımcı oluyorum.” der. Kalite, güzellik ancak dayanışma, yardımlaşma ile oluşur. Tek başına güzellik, ikincisi olmayan birincilik gibidir. Birincilik, varlığını ikinciliğe; güzellik, varlığını daha az güzele muhtaçtır. Başkası yapamıyorsa onu da biz yapmalıyız, bu da özveri gerektirir. Derisinin yüzülerek öldürüldüğünü kitaplardan öğrendiğimiz, Tasavvuf edebiyatı şairi Nesimi’nin, ölüm sırasında kendisine bu işkenceyi yapanların affı için ağladığını bir yerden duymuştum. Bu kadar geniş gönüllü olamayız belki, ancak bunu deneyebiliriz.

Bize kötülük yapanlara darılmayı mı, kötülüklere ve kötülere karşı direnmeyi mi tercih etmeliyiz? Darılmak, kolaycılık; zor olan, direnmek. Varlık ve hayat bilincine sahip olanlar, bir başka ifadeyle gaflet içinde olmayanlar, direnenlerdir. Onlar bilirler ki, hayat bir sınavdır; her olumsuzluk, bizi olgunlaştıran, kuvvetlendiren vitamindir.

Hayat, geçiyor; aymazlık, canlı ceset olmaktır. Salyangoza gülmek de mümkün; ama biz kendimize bakalım. Sünnetçinin sorduğu gibi sorayım: “Siz, vitrininize ne koyuyorsunuz?”