Belirli bir büyüklüğe erişen cemaat ve tarikatların, hele bir de büyük para ve toplumsal güce erişmişse, ilk çıkış noktasından oldukça farklı inanç ve politikalar içinde olabildiği gözlenmektedir. Bu durum, bir süre sonra ayrışmalar ve bölünmelerle sonuçlanabilmektedir.
Büyük kitleleri hareketlendirip, büyük ekonomik ve siyasi güce ulaşan siyasi partilerde de, hele bir de iktidar gücünü elde etmişlerse, benzeri süreçler yaşanmaktadır. Dayandığı toplumsal tabandan çok farklı bir görüş ve politika eksenine kayan bu partiler, bulunduğu yeni konumu sebebiyle iki farklı etki ortaya koyarlar:
Bir kısım üye veya inananları, “liderimizin hikmetinden sual olunmaz” anlayışı ile eski görüşlerinden, liderin ve yakın çevresinin yeni görüşlerine doğru bir değişime kendilerini uydururken; diğer kısım üye veya bağlılar ise kendilerini yeni yapıya yabancı hissetmeye başlarlar. İkinci grup kendilerini aldatılmış hissederek “elim kırılsaydı da oy vermeseydim” noktasına kadar gelirler.
Her örgütlenme eninde sonunda mutlaka bir oligarşi yaratır. Parti ne kadar halka dayanmış olursa olsun, ne ölçüde demokratik bir tabana sahip bulunursa bulunsun, bu gerçek değişmez. Parti büyüdükçe, üyeleriyle şefleri arasındaki çelişkiler de artar. Geçici gibi görünen bu şefler giderek kalıcı ve hatta yerinden oynatılamaz olurlar. (Michels)
Cemaat veya tarikat önderlerinin bir kısmı, kendisine inanan örgüt mensuplarının hangi işi yapacağından, kiminle evleneceğine, çocuklarının isminin ne olacağına kadar karar verme yetkisini kullanmaktadır.
Siyasi parti liderleri de genellikle “parti içi demokrasi” kavramını tamamen bir yana bırakıp, parti yönetimini oluşturan bütün organların seçimini bizzat kendisi yapar. Kendilerine her durumda kesin bağlı olanların haricinde hiç kimseyi yakın çevresine dâhil etmezler.
Hatta (çoğunu kendi atadıkları il/ ilçe örgütlerinin oluşturduğu) delegelerin milletvekili adaylarını belirlemesini bile kendileri açısından yeterince güvenli bulamadıkları için, adaylarını merkez yoklaması ile belirlerler. Yani kısaca milletvekili adaylarını bizzat liderler tayin ederler. Çünkü bilirler ki, “aday gösterme yetkisi kimdeyse, partinin de sahibi odur.”
Cemaat, tarikat liderleriyle, parti liderlerinin benzerliği sadece yetki kullanımından ibaret değil. Meclis’te grubu bulunan partilerin, haftada bir düzenlenen grup toplantılarının, vekillerin fikirlerini serbestçe tartıştığı bir platform olmaktan çıkıp, liderin haftalık vaazlarına dönüşmesi; liderin karşılanması, konuşması, oturması, kalkması esnasında kutsal varlık gibi davranılması benzerlikleri artırmıyor mu?
Ünlü siyaset bilimcisi Duverger de bu durumu şöyle açıklıyor: “Demokratik ilkeler, liderliğin bütün kademelerde seçimli olmasını, sık sık yenilenmesini, kolektif nitelik taşımasını ve zayıf bir otoriteye sahip bulunmasını gerektirir. Bu şekilde örgütlenmiş olan bir parti ise, siyaset mücadelesi için gerekli silahlara sahip değildir. Liderler doğal olarak iktidarlarını koruma ve artırma eğiliminde olduklarından; üyeler ise, bu eğilimi engellemek şöyle dursun, tersine liderleri putlaştırmak suretiyle, onu büsbütün güçlendirdiklerinden, iş daha kolaylaşmış olur.”
Demokrasiler denge rejimleridir. Elbette, güçlü olmayan liderlerin organizasyonları sevk ve idare etmesi mümkün olmaz. Ancak bu gücün kullanımında demokratik bir yapının kaldıramayacağı kadar bir dengesizlik içinde olduğumuz da ortada.
“Milletvekili Seçimleri”ne sayılı günler kala, anayasa değişiklikleri yapılıyor. Peki, hiç düşündünüz mü, “parti içi demokrasi”yi sağlayacak, seçim kanununda ve siyasal partiler kanununda liderlerin yetki kullanımını dengeleyecek düzenlemeler neden yapılmaz?
Hiç olmazsa, milletvekili adaylarının parti üyelerinin oylarıyla ve aday adaylarına sağlanan eşit propaganda imkânlarıyla seçilmesini sağlayacak bir sistem neden düşünülmez?