2 Temmuz 1993 Cuma günü, Cuma namazından sonra çıkan olaylar, bütün yurdu üzüntüye boğmuştur. Olayın ne yönünden bakılırsa bakılsın tasvip edilecek, doğru görülecek bir tarafı yoktur. Elbette “Es-Sebebü ke’l – fâil.” yani sebep olan yapan gibidir hükmünce olaya sebebiyet veren Aziz Nesin’in bu olaylarda payı ve sorumluluğu büyüktür. Hatta birinci derecede olayların çıkmasında rol sahibidir. Bu bakımdan Aziz Nesin’i bu olaylar yüzünden temize çıkarmak mümkün değildir.
Fakat ona tepki olarak yakıp yıkmanın ve otel yakmanın ve onlarca insanın ölümüne yol açacak taşkınlıkların da, savunulacak bir tarafı, benimsenecek bir yönü yoktur. Olamaz da. Bizce olaylar, bir kısım dinde samimî insanımızın, aklî yönden muhakemesizce davranışlarının bir sonucudur. Onlara göre İslâm, rencîde edilmiş, yara almıştır. Sebep olan bellidir. Cezalandırılmalıdır. Madem ki resmî kişiler, bu hususta duyarsızdır. Öyleyse suçlulara hadlerini bildirmek biz Müslümanlara düşmektedir. Yani devlet gereken hassasiyeti göstermemiştir. İslâmı savunmak da bizzât bize / sâde vatandaşa kalmıştır.
Bütün yanılgı ve yanlış değerlendirme, bir kısım kimselerin kendilerini devletin yerine koymasından ileri gelmiştir. Kaldı ki, onların anladığı mânâda bile, devlet olsaydı, yine böyle davranmazdı. O halde hatâ nereden, nasıl kaynaklanmıştır? Hatâ:
1) Vatandaşın devleti yok saymasından!
2) Yok saydığı devletin yerine kendini koymasından!
Burada karşımıza bir soru çıkmakta:
-Kişi veya kişiler; kendilerini devletin yerine koyarak, devlet adına kanunları tatbik edebilirler mi?
Önce tarihî bir olayı hatırlayalım ve sonra, günümüze nasıl ışık tuttuğunu hep birlikte görelim:
Bilindiği gibi Hz. Ömer; Ebu Lü’lü, Cûfeyne ve Hürmüzan’ın plânladıkları bir sûikast neticesinde şehit olmuş; Temim oğullarından biri de, Ebû Lü’lü’yü öldürmüştü. Hz. Ömer’in oğlu Ubeydullah, babasının defin işlerinden sonra Hürmüzan’ı bulup öldürmüş; Cûfeyne’yi de öldürmek üzereyken, Halife Vekili Suheyb, Ubeydullah’ı yakalatarak hapsetmişti.
Bu sırada Halife seçilen Hz. Osman; Hz. Ömer’in oğlu Ubeydullah’ı getirtti. Muhacir ve Ensar’dan orada bulunanlara “Nasıl bir hüküm vermemi tavsiye edersiniz?” diye sordu. Hz. Ali; Hz. Ömer’in oğlu Ubeydullah’a kısas uygulanmasını tavsiye etti. Fakat Hz. Osman bu olayı “Bütün sorumluluk bana aittir.” diyerek suçlunun diyet ödemesi şeklinde hükme bağladı. (Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi -Hey’et- 2. Cilt, Zaman-çağ Yayınları, İstanbul -1992, S: 194 – 195)
Bilindiği üzere Hz. Ali, ilk üç halifenin âdeta adlî danışmanı mesabesindeydi. Ve Hz. Ali Adâlet-i Mahzâ’nın yâni her ne pahasına olursa olsun, sâdece ve sâdece adâletin tecellîsinin / yerine getirilmesinin tâkipçisi ve tatbikçisiydi.
Dikkat edelim: Hz. Ömer’in oğlu Ubeydullah; babasının kaatilinin yardımcılarından birini “İslâm’da kısas vardır. Yâni öldüren öldürülür.” hükmünce öldürüyor ve diğer sûikastciyi de öldürmek istiyor. Bu hareketinden ötürü Hz. Ali, Ubeydullah’a kısas uygulanmasını yâni onun da öldürülmesini istiyor. Çünkü Ubeydullah; kendisini devletin yerine koymuştur. Halbuki kısası uygulamak devletin vazifesidir. Kişi bunu kendi başına yaparsa kaatil hükmünü alır ve kendisine de kısas uygulanır.
300
İyi düşünelim. Devlet olmasa dahi, çünkü Hz. Ömer şehit edilmiş. Hz. Osman henüz Halife seçilmemiştir. Ortada bir otorite boşluğu var. İşte böyle bir ortamda bile, yâni bir bakıma devlet yokken dahi, kimse -Hz. Ömer’in oğlu bile olsa- kendisini devletin yerine koyamaz, onun adına hüküm veremez. İcraat yapamaz. Yaparsa, Hz. Ali’nin belirttiği gibi kısasa müstehak olur.
Bu tarihî olayın perspektifinden baktığımızda; Sivas olaylarında olduğu gibi, kişi veya kişiler; âdeta devlet adına -ki hiçbir devlet bu şekilde varlığını göstermez- kişi veya kişileri suçlayıp, haklarından gelmeye kalkamaz. Aksi takdirde, kendileri de suçlu durumuna düşer. Memleketi de bir kaosa sürüklemiş olurlar.
Bu kaos hâlinin İslâm’da adı fitne / karışıklık / anarşi / kör döğüştür. Kaldı ki Fitne; Küfür’den eşedd / daha şiddetlidir. Hele hele ülkemiz; Bölücülük gibi son çırpınışlarını gördüğümüz; çılgınca yapılan terör hareketlerine sahne olurken, birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz bir zamanda malûm kimseler -her zaman yaptıkları gibi- hezeyanlar sarfetseler bile, bizler akl-ı selim sahibi bir millet olarak, bu kışkırtıcı oyunlara âlet olmamalı. Asla sokağa dökülmemeliyiz. Sokak tuzaktır. Bilhassa dış düşmanlarımız bizi birbirimize düşürmek istiyorlar. Unutmayalım, yurt içindeki kavganın, iç gâlibi yoktur. Ancak dış gâlibi vardır. Kavga etmemiz; asıl onlar için bir anlam taşıyor. Kavga edelim de, ne için olursa olsun.
İyi bilelim ki, Kur’an; yurt içinde niza’ı / kavgayı -sûret-i kat’iyede- men’ ediyor / yasaklıyor. Hiçbir gerekçe -haklı da olsak- yurt içinde kavgayı, kardeş kavgasını onaylamıyor. Hepimiz muhabbet fedaileri olmaya mecburuz. Husumete vaktimiz olmamalı. Yurt içinde birbirimize muhabbetle mükellefiz. Husumeti ise ancak dış düşmanlarımıza karşı göstermeliyiz. Kaldı ki, İslâm tekliftir. Tehdit değil.
Hz. Mevlânâ’ya sorarlar: “Kâfir kimdir, göster bize?” “Siz bana mü’min gösterin, ben de size Kâfir göstereyim.” Diye soruya çok anlamlı bir soruyla karşılık verir. Yâni demek ister ki, siz lâyıkıyla mü’min olsaydınız, Kâfir kâfirliğinde kalır mıydı hiç?