Sinema ve Biz

119

Bizim milli bir sinemamız olabilir mi?

Amerikan sineması, Fransız sineması, Uzakdoğu sineması denince akla gelen, Türk sineması denince niye bize, üç aşağı beş yukarı herkesin üzerinde karar kılacağı bir şeyler söylemekten uzaktır?

Yaşadığımız çağ, görselliğe ayarlanmış  bir çağ. İnsanlar artık okumak, düşünmek, hesaba kitaba vurmak, hayata, zamana dair duyumlarını herhangi bir süzgeçten geçirmeksizin yalnızca kendisine gösterilenle yetinmeyi seçmiş durumda. Üzücü ama böyle maalesef.

Sinema  tam da bu noktada insanlara istediklerini sunabilen yegane eğlence vasıtası konumundadır. Eğlendirirken insanı dönüştürmeye, yeni kalıplara dökmeğe ayarlı bir zamane vasıtasından bahsediyoruz. Ne tuhaftır ki, insanlık son on yıldır, yıldız savaşlarından, metamorfoza uğratılmış yaratıkların maceralarından, büyük felaket senaryolarından beslenen filmlerle gününü gün etmekte ve bunda da bir beis görmemektedir. Sonuçta beyaz perdeye yansıyan sadece kurgudan ibarettir denebilir. Ama sonuçta bir şekilde hayatların içine sızıyor, bilinçaltında kendine muhkem bir yer buluyor. Etkisiyse insan hayatının fazla da riske atılamayacak bir kıymet olduğunu, yöresel kutsallarından arındırılmaya, daha şümullü kutsallara, evrensel korkulara doğru itilmişliği kabul etmeye gelip dayanıyor. İnsanlar konuşmalarında, düşüncelerinde hep bir komplo teorisine yakın buluyorlar kendilerini.

Dünya film sektörü sinema salonlarının dolması için her türlü reklamı tanıtımı aylar önceden dikkatlere sunmayı, pazarını önceden hazırlamayı artık tüm ülkelere, tüm sektörlere öğretmiş bulunmaktadır.

 Bu “işini bilirliği” eleştirmek değil niyetimiz. Bundan bizi ilgilendirecek bir ders varsa şayet, ona ulaşmak muradındayız. Bizim anlı şanlı sinemacılığımızı engelleyen ne? Ekonomik yetersizlik demeden önce bahsettiğimiz sektörün bir sanat dalı olduğunu, sinemanın insanları etkilemeğe başlı başına muktedir bir sanat olduğunu kabul etmemiz lazım. Büyük paralar harcanarak yapılan stüdyolar, hazırlanan sahnelerde öyle bir film karesine şahit oluyor, orada parayla varılamayacak bir merhaleye, insan yüzünün, söz gelimi bir korku sahnesinin öyle bir ayrıntısına rastlıyoruz ki orada ne para ne pul geçerlidir. O sahnede seyirciye büyük bir inandırıcılık, sahicilik devreye girmektedir. Yoksa jöleli saç lüleleriyle bol boyama dudaklarla uzun uzun bakışlarla olacak iş değil. Oyuncunun kalitesini inandırıcılığıyla ölçmeye biz seyirciler de artık alışmalıyız.

Diğer taraftan son zamanlarda nostalji kuşağında tekrar tekrar gösterilen yerli filmlerimizin halâ belli bir ilgiyle seyrediliyor olmasının yararları ve zararlarını da yeniden gözden geçirmenin zamanıdır. Bu filmlerle halkımız kendi öz değerlerini bir daha hatırlamak, bazı kavramların üzerinden bir daha geçmek gibi bir talihi yaşamaktadır. Evet zengin oğlan fakir kız veya fakir oğlan zengin şımarığı kız ikilemini defalarca çekmiş olan Yeşilçam bütün sınırlılığına rağmen bize has insaniyet, hassasiyet örneklerini, vefa duygusunu, sadakat, feragat gibi kavramları uhdesinde barındırmakla bir yerde bu milletin maşeri vicdanı hükmündedir. Tuhaf bir kavramlar müzesi görevini görmektedir bu filmler. Eğer gülüp geçenlerimiz, bu filmlere dudak bükenlerimiz çoğalmış ise bu bir çeşit toplumsal ilerleme değil, birçok sağlam kavramın artık hayatımızdan el çektiğine işarettir. Bir nevi çürümedir. Arada bir bu filmlere göz atmak ve alınan yolları yeniden gözden geçirmek aslında hiç fena değildir. Kendini yenileyememiş sinema sanatımızı uçlarda gezinmek yerine daha sahici, hayatın içinden konularla canlandırmak için yeni yollar aranmalıdır.

Galiba gözden kaçırdığımız bir başka husus da, insan ruhunu yücelten kavramların filmlerde artık efsaneleşememesidir. İnsanoğlu gündelik işleriyle haşır neşirken veya televizyonun karşısında  bir tabak çerezle yan gelip yatarken bile aslında kendi fıtratının gereği büyük duygulara, efsanelere daima açıktır, açtır. Kemal Sunal filmleri evet Türkiye’nin belli bir zaman diliminde insanları güldürmeğe yaramış, ama aynı zamanda da biz neye gülüyoruz ki durgunluğunu da peşinden getirmiş filmlerdir. Türkiye o demleri de geçmiştir. Şimdi zaman başka bir zamandır. Türk insanı kendi varlık gerçeğini yeniden gözden geçirmek, asıl ve asil yerine yeniden oturtmak ihtiyacındadır. Bunu, yeni film denemelerinde görebiliyoruz. Bir arayış sürüp gitmekte.

Birçok film yurt dışından ödüllerle dönmekte ve televizyon kanallarındaki diziler furyası da belli bir doyuma ulaşmış, bu dizilerin devamı meselesi sorgulanır olmuştur. Bundan sonrası yeni bir yapılanmaya gebedir. Bir toparlanmadan söz etmeye çok yakınız artık. Önemli olan husus kamera arkasındaki kişinin yapımcısıyla birlikte aynı yüreğe sahip olması, ama bunun ötesinde gerçekten büyük emeller, yüksek idealler taşımasıdır. Filmin bütün yükü Yönetmen denen kişinin üzerine yükleniyorsa bu, gelecek başarının da en büyük sahibinin yine o yönetmene ait oluşundandır. Filmler genellikle hep yönetmenlerin adlarıyla anılırlar. Türk Sineması büyük yönetmenlerini beklemektedir.

Hadi, yeterince kaliteli, eğitimini almış, insan gerçeğinin çeşitli ifadelendirmelerinde belli bir çizgiyi yakalamış aktörlerimiz, artistlerimiz var diyelim. Onları büyük bir sanat anlayışının potasına dökecek yönetmenlerimizin varlığını da kabul edelim. Ama senaryonun gücünü de unutmayalım. İyi bir senaryo her zaman iyi bir film anlamına gelmez. Fakat sinemanın olmazsa olmazlarından biridir. Ve her iyi film sağlam bir senaryo üzerine inşa edilir.  Babam ve Oğlum filmi senaryo açısından başarılı bir çıkışı yakalamıştı. Oyuncular yeterliydi ve film de gişe yapmıştı. Fakat aynı sinema dikkatini daha sonraki gişeli filmlerde neden göremedik? Çünkü zordur; iyi bir senaryo kotarmak gerçekten zordur. Şöyle hayatı her yönüyle kapsayıcı, insan ruhunu hem asil hem aşağılık yönleriyle ele alacak bir senaryo bulmak zannımız odur ki, film yapımcılarımızın en sıkıntı çektikleri alandır.

Türk sinemasının yüz akı olmuş bazı filmlere son yıllarda rastlanmadı değil fakat yeterli olduğu söylenemez. Büyük bir ülkenin sinemasından bahsediyoruz. Şu kadar yüzyıl Asya’da Avrupa’da, Afrika’da dünya tarihini şekillendirmiş, insan odaklı bir inanç sistemini gelenek haline getirmiş bir milletin sinemasından bahsediyoruz. Ve halâ sesimiz çok cılız. Oysa ki…

Oysa bizim edebiyatımızda insan hayatını, gerçeğini ince ince işleyen, bir ibret levhası gibi içlere işleten fevkalade romanlar mevcutken… Hem de üç beş değil, yüzlercesi göz önünde, kitapçı raflarında dururken.

Misal göstermek gerekirse Safiye Erol romanlarını bu yönden niye kimse düşünmemiştir, hayret! Konuları bu toplumun içinden çıkmış, tipler, karakterler capcanlı, olaylar örgüsü fevkalade işlenmiş bu romanların sinema diline rahatlıkla aktarılabileceği görülecektir. Tabii önce bu romanları okumak, fikir sahibi olmak önümüzde duran en büyük engel.

Niye Safiye Erol diye bir soru da akla gelebilir. Niye Safiye Erol? Çünkü bu ismin bizim tarihimizle, özellikle de Balkan tarihiyle bir ünsiyeti vardır. Safiye Erol romanlarının en önemli vasfı beşerî aşkı bolca anlatırken bunu tarihî kimliği içinden süzülüp gelmiş, zamanın şekillendirdiği ama geçmişinden tamamen kopmamış karakterlere yer vermesidir. Dünle bugünün ince muhasebesi arasında gidip gelen bu karakterler sayesinde aşksa aşkı, tarihse tarihi okuruna doğrudan verebilen ender şahsiyetlerden biridir Safiye Erol.

Onun Ciğerdelen romanı, balkanlarda bir Türk kalesinde geçen ateşli ve mücadele dolu hayatları anlatır. Daha da önemlisi, Safiye Erol Ciğerdelen’de Balkanlardaki tarihimizden bir örnekle yola çıkmış ve oradaki serhatlilerin kimliğinde Türkün hasletlerini, hassasiyetlerini, insanlığını, kültürünü gözler önüne sermiştir.  Bir Er Ryan’ı Kurtarmak, bir Cesur Yürek (Braveheart), bir Ben-Hur senaryosundan daha az etkili olmayacaktır. Kahramanlık ve aşk temasının işlendiği Ciğerdelen dikkatli gözlere sahip yapımcılar, yönetmenler için yüzlerce eserden sadece biridir.

Meseleyi mukadder bir nükteyle sonlandırmak en güzeli. Yeni açılımlar arayan filmcilerimiz Hollywood kaplanlarından daha tez davranıp bu senaryolara el atsalar gerektir. Yoksa isimler, yerler değiştirilip bir güzel film yaparlar ki bize de salonları doldurmak kalır.