Oğuz
Çetinoğlu: Kültür, dil ve medeniyet bahislerine çok farklı bir açıdan
bakıyor bize yepyeni renkler ve derinlikler kazandırıyorsunuz. Bu seferki
sohbetimizde Türk Kültür tarihine yeniden bir bakalım diyorum. İlk insan ve ilk
Türk konusunda neler söylersiniz?
Av.
İsmail Özmel: Âdem
ile Hava’nın cennetten kovulması ile başlayan insanlık macerası, kesinkes
aydınlanmış bir konu değildir. Bu konuya biraz olsun girebilmek için bazı çevre
konular üzerinde fikir ve yorum jimnastiği yapmayı düşünüyorum.
İnsanlığın çok eski zamanlardan beri
tanıdığı, en eski kara parçası Asya kıtasıdır. İlk insanın zuhur ettiği sahanın
da bu kıtada olduğu düşünülebilir. Zira
insan nereye ilk ayak basarsa önce orayı tanır. Bilgilerinin en eskileri de
buralarla ilgili olanlardır. En eski kalıntıların da bu kıta üzerinde olması
akla daha uygun gelmektedir. Arkeolojik kazılar özellikle bu kıtada
yoğunlaşmalıdır. Burada yapılacak kazılar sonunda elde edilecek belgeler,
kalıntılar tarihin eski devirlerindeki insanlarla ilgili bir takım yorumlara
imkân verecek ve eski dönemlerle ilgili arkeolojik kazılar, elde edilen bilgi
ve belgeler yorum imkânlarını genişletecek ve insanlık tarihi bu sayede biraz
daha aydınlanacaktır.
Bu arada gazetelere yansıyan bir olay bu
tezimizi doğrular mahiyettedir. Önce bu haberi okuyalım:
“1994’te sürüsünü dolaştıran bir çoban,
Şanlıurfa’nın 15 km kuzey doğusundaki Örencik köyü yakınlarında yer alan
Göbekli Tepe’de dikdörtgen şeklinde üzerinde oymalar olan taşlar buldu. Keşfin
duyulmasından sonra Alman Arkeoloji Enstitüsü görevlisi Klaus Schmidt, bölgeye
gelerek incelemelere başladı. Ve burada bilinen insanlık tarihini baştan sona
değiştirecek kalıntılara ulaştı. İlk gelişme Göbekli Tepe adı verilen ve Buzul
Çağı’ndan sonra insanlar tarafından inşa edilen ilk tapınak olduğu tahmin
edilen bölgenin Piramitler’den 7.500 yıl önce inşa edildiğinin karbon
testleriyle anlaşılması oldu. Harvard, Stanfor, John Hopkins gibi
üniversitelerden bilim adamları burada incelemelere başladı.”
Haberin “Rousseau’nun teorisi çöktü”
başlıklı bölümde:
“Newsweek’in ‘Tarih
Yeniden Yazılıyor’ başlıklı haberine göre klasik medeniyet teorisi, önce
yerleşik hayata geçildiğini ve ardından köy yaşamı, yazı ve dinlerin ortaya
çıktığını ortaya koyuyordu. Ünlü Fransız düşünürü Jean Jacques Rousseau, ‘Şehir
dini yarattı’ diyerek bu teoriye vurgu yapıyordu. Kazıdan elde edilen bilgilere
göre Buzul Çağı’nı geçiren insanlar bu bölgeye geldikleri zaman burada bu
tapınağı inşa etmelerinin asıl nedeni beraber dua etme isteğiydi. Yani önce
tapınak, ardından buradaki yerleşik hayat başladı. Bu da ‘şehir dini yarattı’
felsefesinin yerine, ‘din şehri yarattı’ felsefesinin gerçek olduğunu ve
medeniyet tarihinin bu nedenle yeniden yazılması gerektiğini ortaya çıkarıyor.
Stanford Üniversitesi’nden Jan Hodder, ‘teorimizin hepsi yanlışmış’ dedi.
Uzmanlara göre Göbekli Tepe’de tapınak çevresinde yaşamaya başlayan insanlar
tarım ve hayvancılığı keşfetti ve sonra Çatalhöyük’te yerleşik düzende yaşamaya
başladı.” (Vatan Gazetesi 21 Şubat 2010 Pazar günkü nüshasından)
Vatan gazetesi bu haberi “Medeniyet Dua
Ederek Başladı” başlığı ile vermiş. Şanlıurfa’daki bir kazı haberinin bu
başlıkla verilmesine şaşırmadım. Yalnız bir Kızılderili hikâyesini
çağrıştırdı: Avrupalılar yurdumuza
ellerinde kutsal kitapları olan İncil’le geldiler, bize dinlerini öğrettiler.
Onlar giderken bizim ellerimizde İncil, onların ellerinde bizim tarlaların
tapuları vardı…
Bakınız ben en eski kıta Asya kıtasıdır
ve ilk insanın da bu kıtada yaşadığını, izlerini ve kalıntılarını da bu kıtada
bıraktığını söylemiştim. Şanlıurfa Asya kıtasının, batılıların küçük Asya
dedikleri Anadolu’nun yani Türkiye’nin bir şehridir. Kazının Göbekli Tepe’de
yapıldığı anlaşılıyor. Fakat bu kazıdaki bulgularla onların yaptığı yoruma
ulaşmak ne kadar mümkündür, meselenin bu tarafını düşünmeye değer buluyorum.
İlk insanın dünyayı teşrif ettiği
kıtanın, Asya kıtası olduğunda tereddüt yoktur. Bu kıtanın bilinen en eski
dönemlerinde ortasında büyük bir iç denizin olduğu ve çevresinin de ormanlarla
kaplı bulunduğu kabul edilmektedir. Bu iç denizin kuruması üzerine insanların
buradan her zorluğu yenerek kıtalara yayıldığı da eski kabullerden birisidir.
Söz bu noktaya gelince Göçler Haritası’nı hatırlamamak mümkün değildir.
Göçler haritası o kadar gerçek ki,
itiraz edenler en küçük bir delil ortaya koyamadıkları gibi, alaylı bir ifade
ile okuyanları da gülümsetmişlerdir. Böyle düşünenlerin ne derece gerçek
peşinde olduklarını biz bilmiyoruz. Bir tebessüme; böyle oldukça delilli; göç
yollarındaki ilginç kayalara çizilmiş şekilleri, kazınmış resimleri görmezden
gelmek ve bütün bunları insandan başka bir varlığın yaptığını varsaymak ne
kadar akla uygundur, bunu düşünülmesi gereken bir nokta olarak görüyorum.
Bu kalıntılar, anlamsız işaretler midir?
Kaya üzerine kazınmış şekillerin göç yollarının duraklarında, hem de göç yollarının
devam eden uzun mesafelerinde, kesintiye uğramadan devam etmesi nasıl izah
edilecektir? Yoksa bu kadar bariz izler, kayalara oyulmuş veya çizilmiş
şekiller, geyik siluetleri hiç yokmuş gibi davranmak, görmezden gelmek mümkün
mü? İlmi merak ve ilmi saik bunu mu gerektirir?
Bu konuda göç haritasına alternatif
sayılacak bir yeni tez de ortaya atılmamıştır. Çünkü en eski kıtanın en eski
insanları, iç denizin kuruması ile dünyaya yayılmışlarsa buna itiraz için daha
akla yakın, daha berrak, daha delilli bir yorumun verilmesi gerekmez mi? Yoksa
insan dünyanın her yerinde aynı zamanda mı ortaya çıktı? Öyleyse o kara
parçaları hakkındaki bilgilerimiz neden yüzyıllar sonraya aittir?
Çetinoğlu: Sözünü ettiğiniz arkeolojik kazı haberi
ve ona dayalı yorum hakkında daha geniş bilgi vermeniz mümkün mü?
Av. Özmel: Haberin başlığı “Medeniyet dua
ederek başladı” şeklinde idi. Belli ki bir mesaj verilmek isteniyor. Ben o
mesajı hangi belgeden çıkardıklarını merak ediyorum. Sonra medeniyetin dua
ederek başlamasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Çünkü din belli
merasimlerle, belli kurallarla yapılan bir dua sistemidir ve insanın ruhi
hayatını şekillendirir. Böyle bir noktaya gelen insanın tefekkür ve tahayyül
kabiliyetlerinin oldukça gelişmesi gerekir. Bu bir ruhi gelişmenin de
müjdesidir. Meselenin bir yüzü böyle görünüyor.
İnanç hayatı yaşayan insanların bir
medeniyete vücut verebilmeleri için; bu kuralların esnekliklerine yapışarak
kendilerine bir nefes alacak nokta yakalamaları; oradan serbest bir düşünce ve
serbest bir tahayyül ortamına yönelmeleri gerekir. Bilinen zamanların dini
inanışları ne kadar katıdır, hoşgörüden ne kadar uzaktır. Onların sanat
konularında esnek davranmadıkları bilakis kuralcı ve bağlayıcı davrandıkları
halen izleri devam eden bir süreçtir.
Duadan medeniyete ulaşmak fikri bize çok
makul bir yorum ve tahmin olarak görünmüyor. Dua ve onun getirdiği ruhi tatmin
ve huzur insanların çalışmaları için sürükleyici ve coşturucu etkiler
içermemekte, elde ettiği ile yetinen, mamur bir çevreden çok, huzurlu bir yuva
ölçüsü içinde, yaşayan, Tanrının lütuflarını kendisi ve yakınları için isteyen
bir yapıya doğru götürmektedir. İbadetle Tanrı’nın nimetleri arasında bir ilgi
kurmak; ben ibadet ediyorum; Yaratan
nimetlerini de bize vermelidir mantığını çağrıştırıyor. Bütün bir toplumun bu nimetlerden
yararlanması için herkesin çalışması ve üretmesi gerektiği fikri, daha
sonraları insan zekâ ve birikiminin ulaştığı bir olgunluk dönemini ifade eder.
Şehir hayatı dediğimiz zaman, dini
kuralların hayatı şekillendirmediği zamanlarda, insanlar, bir takım hayvan
figürlerini taşlara kazımışlar, alet ve edevatları ile silahlarının resimlerini
yapmışlardır. Bu resimler arasında kutsalların resimlerine de rastlanıldığı
kabul edilebilir. Çünkü insanın olduğu yerde kutsalların da olacağı varsayımı
bize daha kabul edilebilir bir değerlendirme olarak görünmektedir. Ama
öncelikler her zaman üzerinde durulması gereken noktalardır.
İlk insanların yaşamak için gerekli
yiyecek, giyecek ve vahşi hayvanlardan ve diğer insan gruplarından kendilerini
korumak için bir kulübe yapmaları, yiyecek ve içecek derdine düşmeleri akla
daha yakın gelmektedir. Aç adamın ibadetinden bahsedebilmek için bu duygunun
adeta ilk insana ilham edildiğini varsaymamız gerekir ki, böyle düşünenler de
vardır ve saygıyla karşılanmalıdır. Böyle bir değerlendirme için günümüzün
insanı ne dereceye kadar hazırlıklıdır? Bunun mantıken bir izahının olacağını
sanmıyorum. Bu ancak bir iman bahsi olarak iddia ve kabul edilebilir.
İlk insanı, belki sağanak yağışlarla şimşek
çakması, kıyıda ise gelgit olayları, bir akarsu kenarında ise su taşmalarının
şaşırtacağını düşünüyorum. O hem tabiatın azgın şartları ile mücadele edecek
hem de açlığını gidererek yaşam mücadelesi verecektir. Herkesin başı derdine
düştüğü bir zamanda insanın çevreyi ve çevresindeki canlı ve cansız varlıkları
anlamaya çalışması kadar doğal ne olabilir? Yeme, içme ve barınma ihtiyacının
karşılanması ilk insanın da, bugünkü insanın da derdi olmaya devam ettiğini
düşünüyorum. Barınma, korunma ve beslenme konuları biraz yoluna konulduğunda,
ilk insan kendisine yardımcı olacak canlı ve cansız varlıklara dikkatle bakmaya
ve onlardan faydalanmaya çalışacağı varsayımı bana daha makul gelmektedir.
Bu asgari şartlardan sonra, bir şimşek
çakması, güneşin sabah doğup akşam nereye gittiğinin merakı gibi konular insanı
ilk şaşırtan veya düşündüren olgular olmalıdır. Din ve inanç konuları
insanlığın belli bir merhaleyi aştıktan, düşünme ve mukayese etme
yeteneklerinin gelişmesinden sonra vardığı bir merhalenin ilk müjdesi olabilir
diye düşünüyorum. Bilhassa tabiat olayları, yağmur, rüzgâr, rüzgârın savurduğu
yaprak, dal, budak, dallarından kopardığı meyveler insana, insanüstü bir
varlığın ilk duygularını vermiş olamaz mı?
Bu serbest düşünce ve yasaksız bakış
onları sanatın ve tefekkürün berrak sularına götüreceğini ve ilmin, alet ve
edevatın, sanatın birçok dalının gelişme ortamına kavuşacağını düşünüyorum.
Eski dönemlerin insanları için tabiat
olayları, gök gürlemesi, yağışlar, iç denizdeki gelgit olayları, denizdeki
canlılar, ormanlardaki canlılar onların ilk çevre dostlarıdır. Otlar,
yapraklar, ağaçlar, onlarda biten meyveler, daha doğrusu yenilebilir şeyler ilk
insanın dikkatini çekmiştir sanıyorum. İnsanlar, aile, komşu, daha sonra akraba
gibi ilişkilerle şekillenirken tamamen tabiatla baş başa ve ona hayranlık
içindedir. Güneşin doğuşu ve tabiatta onunla başlayan gelişmeler, dal, yaprak,
çiçekten sonraki meyve ve bütün bunların görülmesini sağlayan güneş- aydınlık;
belki ilk insanın ilk söylediği sözün; bir şaşkınlık ünlemi olmasına sebep
olmuştur. Bu ünlem belki bir feryat sözüdür. Belki dağları sevgilisi için delen
Ferhat sözüdür. Daha sonraki asırlarda insanoğlunun bu ünlemi belki eyvah,
nasıl çözüm üreteceğiz şeklindeki yakarışıdır, şaşkınlığıdır. Belki de ilham
edilen büyük seziş, ey büyük Tanrı bize imdat kıl, sözüdür.
Bütün bu sayhalar; zaman XX. Yüzyıla
yaklaşınca; eyvah şeklini almış ve
çalışmadık, çağı görmezden geldik, çağın bağıra çağıra söylediği gerçeklere
sırt döndük, sonunda bu duruma düştük diye üzüntüsünü belirten bir eyvah
söylemi haline gelmiştir.
Çetinoğlu: Sayın Özmel yanılmıyorsam TRT İstanbul
televizyonu yapımcılarından birisi ile ilgili bir ilmi geziden bahsedecektiniz?
Bu araştırmanın sonuçları size neler düşündürdü?
Av. Özmel: Bu araştırmacı İstanbul
Televizyonu prodüktörlerinden rahmetli Servet Somuncuoğlu’dur.
Son yıllarında çok meşakkatli bir yolculuğu
gerçekleştiren TÜRK SEYYAH VE ARAŞTIRMACI-YAPIMCI, Orta Asya’dan Anadolu’ya
doğru GELİRKEN KAYALARA ÇİZİLMİŞ, OYULMUŞ FİGÜRLER, GEYİK VE KURT RESİMLERİNE
BENZEYEN KAYA ŞEKİLLERİNİ TESPİT ETMİŞ VE BUNLARI YAYINLAMIŞTIR.
Bu konudaki haberi okuyalım ve üzerinde beraberce düşünelim, konuşalım:
“İstanbul Televizyonu Prodüktörlerinden
Servet Somuncuoğlu’nun bir merak sonrası başladığı belgesel macerası, oldukça
zorlu geçmiş. Kazakistan’daki ‘Tamgalısay’ kaya resimlerinden etkilenen
Somuncuoğlu, tarih öncesi Türk tarihine ışık tutacak bir belgesel hazırlamayı
düşlemiş:”
“2004 yılında Kazakistan’da
Tamgalısay’daki kaya resimlerini gördüğümde başka bir dünya olduğunu
düşündüm. Kazakistan’dan Kırgısiztan’a
geçtik, ayrılacağımız gece Bişkek’te yaşayan Türklerden biri bana Saymalıtaş’ı
görmem gerektiğini söyledi. Saymalıtaş demek ‘süslemeli, işlemeli taş’
demekmiş. Kırgızistan’da Fergana Vadisi’ndeki Tanrı Dağları’nın kollarından
Aladağlar bölgesindeki Saymalıtaş’ta yüz bir kaya resmi bulunuyormuş.”(Paralel
Dergisi. Yıl:2, Sayı:8, Ocak-Şubat 2008 S:24-28) Servet Somuncuoğlu böyle
anlatıyor çektiği resimlerin ve TRT’nin desteği ile çektiği belgeselin
hikayesini. Bu bir uyanıştır.
Orta Asya ve çevresinde yapılan
araştırmalar; tarihin çok eski dönemlerinde Türklerin taşlar üzerine
işledikleri şekilleri, resimleri tespit ederek; yorumlar veriyorlar. Bu
araştırmalar, televizyon ekranlarında seyredilince ilginç sezgilere yeni
malzemeler vermektedir. Usta-çırak ilişkisi içinde meşk ve mümarese yolu ile
geliştirilmiş, kayalar üzerine işlenmiş şekil, resim ve ifadeler resim
sanatımızın ne kadar eskilere dayandığını gösteriyor. Şimdi sıra, bu
tasvirlerin destan dönemlerinin veya tarih devirlerinin hangilerine tekabül
ettiğinin tespitine geliyor. Bu şekiller, o dönemlerin belli bir destanının
figürleri niye olmasın? Veya tarihî olaylar bu yazı resimlerle mi anlatılmak
istenmiştir? Yani bu resimler bir alfabenin harfleri midir? O harfler –resim
harfler – açıkça eşya ve canlılara hayvan – ok atan avcı- insan tasvirleri
resim ve heykel vasıtası ile bir sanat etkinliğinin, bir sanat kültürünün
belirtileridir diyemez miyiz? Bu resimler, hareketli resimler bizim
minyatürlerimiz ile sanatlı yazı geleneğimizin temelini oluşturmuş olamaz mı?
Bakınız, bu resim ve şekiller tarih
olarak o kadar eski dönemleri anımsatıyor ki düne kadar minyatür sanatımızda
İran etkisini tekrarlayanların şimdi bu iddiadan vazgeçtikleri anlaşılıyor. Bu
kazılar, gezi ve incelemeler şunu ortaya koydu ki minyatür dediğimiz resim, çok
eski bir Türk sanatı olduğu, artık kabule varan bir kesinlikle ifade
edilmektedir.
Yıllar önce Orta Asya’da kazı yapan Türk
araştırmacıların, yaptıkları kazı ve incelemeler sonucu buldukları eski halı
parçalarındaki düğümlerin de yılların yanlışını düzeltti, el dokuması halıda
“İran düğümü” denilen düğümün Türk düğümü ve kaynağının Orta Asya olduğu tespit
edildi. Bu kazının sonuçları Türk Edebiyatı dergisinin tahminen beş-altı yıl
önceki nüshalarından birinde resimli olarak yayımlandı. Bu bilgilerin delili,
kaynağı, o yazılarda açıkça ortaya konmuştur.
Resim yasağının konuşulduğu dönemlerde, Türk
resim sanatının daha eski çağlarda da olmadığı zannedilmiş ve bu konu, bugünkü
kadar açıkça dillendirilmemiştir. İslâmiyet’i kabulden önceki Türkler hakkında
yeterli bilgisi olmayan kesimlerin bir kısmı eski dönemleri yok farz etmiş veya
önemsiz sayarak araştırma ihtiyacı duymamışlardır. Ne zaman ki Türklerin
İslâm’dan önce tek Tanrı’ya inandıkları, zengin bir kültüre ve medeniyete sahip
oldukları, bu kültür ve medeniyetin zamanının büyük ülkesi Çin’le boy ölçüştüğü
tespit edilmiş, o zaman tarihimizin o dönemleri de mercek altına alınmaya
başlanmıştır.
Televizyonlarda program olarak sunulan
Türk resim sanatı ile ilgili Asya içlerindeki araştırmalar, kayalar üzerine
kazınmış şekil ve resimlerin, av manzaralarının Kars’tan, Çorum’dan, Ahlat
mezar taşlarına kadar bütün Anadolu’da aynı veya benzer resimlerin kayalara
oyulmuş bulunduğu gerçeği, resim sanatımızın çok eskilere dayandığını
göstermektedir.
İlk nüfus yoğunluğu Asya içlerindeki
içdeniz çevresinde peydahlanmaya başlayınca, aynı zamanda çevredeki ormanlığın
ağaç, çalı, çırpı, dal, yaprak vesaire ile sığınılacak evler, kulübeler,
yerleşim imkânlarını sunmuş ve hayat şartları ilk insanların yerleşik bir
düzende yaşadıkları bunun da hayatın normal akışının zarureti olduğu ortaya
çıkmıştır. Yazın sıcağından, kışın soğuğundan korunmak için giysilerin
bulunması, kendi ihtiyaçlarını ekip dikerek veya ormandaki meyvelerden
faydalanarak karnını doyururken, hayvanlarla
kurulan ünsiyet zaman içinde onların da insanla kader birliği etmesini
sağlamış, ortaya yerleşik bir hayatın ilk görüntüleri çıkmaya başlamıştır.
Yerleşme ve doyma, korunma gibi tabii gelişmeler onları vahşi hayvanların veya
çevredeki diğer insanların tecavüzünden korumak için ailelerin bir araya
gelerek bugün köy dediğimiz toplu yerleşim yerlerinin İLK BENZERLERİNİ
kurmalarını sağlamıştır.
Nasıl yılkı atları veya diğer hayvanlar,
kendilerini korumak ve hayatlarını devam ettirmek için toplu olarak geziyor ve
toplu olarak otluyorlarsa, insanlar da akıl sahibi yaratıklar olarak yerleşik
bir düzende ve birçok aile yakın çevrede yerleşerek hayatlarını sürdürmeyi
başarmışlardır.
Çetinoğlu:
Çok
teşekkür ederim Sayın Özmel. Kültür tarihimiz konusundaki malûmatınız hayli
zengin. Bu konuyu, lütfederseniz sonraki röportajlarımızda da konuşmaya devam
edeceğiz inşallah.