Şâir, Edip ve Hatip YAVUZ BÜLEN BÂKİLER ile Türk Dili Hakkında… 2

51

Oğuz Çetinoğlu: Dilimiz Türkçedeki yozlaşmanın, çöküntünün yol açacağı zararlar nelerdir, nasıl önlenebilir?

Yavuz Bülent Bâkiler: Dünyaca ünlü Kırgız yazarı Cengiz Aytmatov, Türkiye’ye gelmişti. Ankara’da yaptığı bir basın toplantısında dedi ki: ‘Kırgızistan’da bir söz var. Biz deriz ki: Bana edebiyatını söyle, sana nasıl bir millete mensup olduğunu anlatayım!” Bu çok önemli, çok doğru bir tespittir. Cengiz Aytmatov böyle bir açıklama yapınca, ben de Necip Fazıl Kısakürek’in bir iddiasını hatırladım. N. F. Kısakürek diyordu ki:

Bir milletin edebiyatı yoksa, o milletin hiçbir şeyi yok demektir!”

Necip Fazıl neden böyle söylüyordu? Kendisinden çok önce, fikir ve sanat adamları, şöyle bir tespitte bulunmuşlardı:

Millet, edebiyatı olan topluluktur!” demişlerdi. Neden böyle bir açıklamada bulunmuşlardı? Çünkü görmüşlerdi ki, edebiyatın temel malzemesi dildir. Yani dil olmasa edebiyat olmaz. Dil olmasa millet olmaz. Milleti meydana getiren kültür köklerinin başında dil bulunmaktadır.

Sonra, hem sosyoloji ilminin bütün yetkilileri, hem de diğer ilimlerin temsilcileri çok açık ve kesin hükümlerle dilin, insan yaşayışındaki çok büyük önemini açıkça ortaya koymuşlardı. O tespitleri, ben kendi yaşayışımda da görmüştüm. Mesela ilim adamları demişlerdi ki: “Her insanın beyninde bir dehâ merkezi vardır: O dehâ merkezi, çalıştırıldığı takdirde, insanlar bulundukları toplumlarda öne çıkarlar, öncü olurlar, lider olma özellikleri kazanırlar. Dehâ merkezini çalıştırmayan kişiler kendi köşelerinde çok basit insanlar olarak kalırlar. Dehâ merkezlerinin çalışması, zengin bir dil sayesinde olmaktadır!”

Bu çok doğru bir tespittir. Mesela ben, 1955 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydolduğumda, bir topluluk önünde, irticalen, yanı kâğıda kitaba bakmadan rahat bir şekilde, beş dakika konuşabilme kabiliyetine sahip değildim. Söze başlarken aaa!, eee!, ııı! Gibi birtakım sesler çıkarıyordum. Sonra ikide bir ‘şey’ diyordum. Şeysiz konuşamıyordum. Kat’iyyen abartmadan yazıyorum: 1955 yılında, bir topluluk önünde irticalen konuşmak, benim için boğazın bir yakasından öteki yakasına, su altından yüzerek geçmek gibi imkânsız ötesi bir işti. İlim ve sanat adamlarımızın yazılarını okuyunca gördüm ki, benim bu zavallı hâlim, hafızamdaki kelime zayıflığından meydana gelmektedir. Hafızamdaki kelime zayıflığı ise, okumamamdan, edebiyatımızdan, yani dilimizden kopmamdan doğmaktadır. Kendi kendime düşündüm, dedim ki: Ben bir mağazaya veya zengin bir pazara, cebimde yeterli miktarda para olmadan girsem, oradan ihtiyaçlarımı karşılayacak malları alamadan çıkarım. Neden? Çünkü cebimde param yok. Cebimde param olsa, istediklerimi rahatlıkla alabilirim.

Bunun gibi, benim bir topluluk önünde rahat konuşabilmem veya rahat yazabilmem için hafızamda zengin bir kelime dünyasının bulunması lâzım. Bu kelimeler nerede bulunur? Kitaplarda olur. Bakkalda, pazarda satılmaz. O bakımdan hafızamdaki kelime sayısını artırmam lâzım.

Böyle düşündüm ve okumaya başladım. Okudukça çok cahil bir adam olduğumu gördüm. Daha çok, daha çok okumaya başladım. Elimden kitap düşmedi. Okudukça hafızamdaki kelime sayısı artmaya başladı. Şimdi bir toplantıda beni dinleyeni veya beni okuyanları şahit göstererek yazıyorum, önceleri bir topluluk önünde irticalen beş dakika olsun konuşamadığım halde, sonraları kalabalıklar karşısında beş dakika, on beş dakika, yetmişbeş dakika değil, bazen iki saat, bazen üç saat hiç durmadan, ama aynı zamanda aaa!, eee!, ııı! gibi bir takım çirkin sesler çıkarmadan ve “şey, atıyorum, ondan sonra…” demeden konuşmaya başladım. Şimdi Yayınevinin söylediğine göre kitaplarımın baskı sayısı bir milyonu aştı.

Velhâsıl okuma sâyesinde, biraz adam olmaya başladım. Sonra düşünerek gördüm ki Kur’ân’ın “Oku” emriyle başlamasına rağmen, bu dünyada en az okuyan milletlerin başında bulunuyoruz. Evlerimiz kitapsız ve kütüphanesizdir. Bu bakımdan güdük insanlar olarak yetişiyoruz. İşte size müthiş bir açıklama: İngiltere devleti, ilkokuldan üniversiteye kadar okuttuğu kimselerin ders kitaplarını 71.000 kelimeyle yazıyor. Bu rakam Japonya’da 40.000, İtalya’da 30.000, Türkiye’mizde ise 7000 civarındadır. Ve bizim çocuklarımız da 7000 kelimenin % 10’uyla konuşmakta ve yazmaktadırlar. Okumadığımız, aklımızı çalıştırmadığımız için Doğu ve Batı dünyasının, üzerimizde oynadıkları oyunları bilememekteyiz. Bu oyunlara nasıl karşı koyacağımızı kestirememekteyiz. Çağdaş medeniyet seviyesine nasıl ulaşacağımızı anlayamamaktayız. Batı dünyası, aklını kullanarak ilimde ve teknikte ilerledi. Biz, bir zamanlar 23.323.000.000 kilometrekare üzerinde hüküm süren bir büyük devlettik. Aklımızı kullanmadığımız, gereken tedbirleri alamadığımız için 780.000 km2’ye düştük. Doğu ve batı dünyası bizi bu topraklar üzerinde de yaşatmak istemiyor. Aklımızı kullanmadığımız, yani ilimde, teknikte, Türkçede… gereken çalışmaları yapmadığımız takdirde, büyük acılarla karşı karşıya kalmamız söz konusudur.

Sadece bir örnek vermek istiyorum. Biz Türk milleti olarak en az bin yıldan beri dehşetli bir cehâletin pençesindeyiz. Milletimizin büyük bir çoğunluğu sünnidir, ama milyonlarca Alevi vatandaşlarımız da vardır. Konuyu, mezhepler târihinden okuyan bir kimse olarak açıklıyorum: Alevîler de soy bakımından Türk, din bakımından Müslüman’dır. Ama Türkiye’de zır cahil bazı Sünniler Alevileri, zırcahil, bazı Alevîler de Sünnileri başka bir dinden insanlar gibi görmektedirler. Bu bakımdan bazı Sünniler Alevîlere kâfir, bazı Alevîler de Sünnilere Yezid diye bakmaktadırlar. Türkler Müslüman olduktan sonra, milyonlarca çocuğuna Ali, Hasan, Hüseyin demiştir de, bir tek, ama bir tek çocuğuna Yezid ismi koymamıştır. Sünni camia, Yezid kelimesin, küfür veya hakaret karşılığında kullanmaktadır. Ama Alevîlerimiz, Sünnilere Yezid diye bakmaktadırlar. Sünniler de Alevilerimizi anlatılmaz bir gaflet ve cehâletle kâfir diye suçlamaktadırlar. Bu dehşetli gafletin temelinde cehalet vardır. Bu cehalet üzerimizden def edilip atılmadıkça, millet olarak birliğimizi beraberliğimizi sağlam temellere oturtamayız.   

Çetinoğlu: Lenin, Çarlık Rusya’sını devirip yönetime gelince her şeyi devirdi, değiştirdi. Rus diline dokunmadı. Neden?

Bâkiler: Azerbaycan’a on defa gidip geldim. Türk Cumhuriyetleri üzerine 101 TV. Programı hazırladım ve sundum. Yolum her defasında Moskova üzerinden geçti. Sovyetlerdeki uygulamayı yakından gördüm. Anladım ki dilin, kültürün millet hayatındaki büyük gücünü en iyi anlayan idarecileri Ruslar yetiştirmişler. Lenin, Türk topluluklarının alfabeleri ve dilleri üzerinde titizlikle durmuş. Diğer Rus idarecileri de Lenin gibi davranmışlar. Ama şükürler olsun ki Rusya, komünist bir sistemle idare edilmiş. Ben, pek çok Avrupa ülkesi de gördüm, Rusya’yı da yakından inceleme fırsatı buldum. Kanaatime göre Komünist sistem, bir çıkmaz sokaktır. Bizdeki bütün yazarlarımızın çırpınmalarına rağmen komünist sistem bir zulüm sistemidir. Öyle olduğu içindir ki, yer altı ve yerüstü zenginliklerine rağmen komünist sistem 1990 yılında kendiliğinden, yani herhangi bir devletin müdahalesi olmadan gümbür gümbür yıkılıp gitti. Ama inanarak, gördüklerime dayanarak yazıyorum: Eğer Komünist sistem bir yüz yıl daha devam etseydi mesela 2.190 veya 2.200 yılında, Türkistan’da Azerbaycan’da, Türkçe bilen, Türkçe konuşan soydaşlarımız parmakla gösterilecek kadar azalırdı. Bakın şimdi Komünist olmayan, düşünme kabiliyeti içinde bulunan kimseler için yazıyorum: Lenin, Rusya’da 1917 ihtilaliyle Çarlık sistemini devirdi. Türkistan’da ve Azerbaycan’da Rusça bilmeyen, Türkçe konuşan soydaşlarımız vardı. Lenin o Türk topluluğunu Rusya içinde çok ciddî bir kültür politikasıyla yok etmek, eritmek istedi. Şimdi lütfen dikkat buyurun: 1917 yılında, Sovyet Rusya’da ve Türkiye’de yaşayan Türklerin dilleri ve alfabeleri birdi. Önce bu alfabe birliğini ortadan kaldırmak lâzımdı. Lenin, Türkiye’ye gönderdiği kimselerle, bizim alfabe değişikliğine gitmemizi, Latin alfabesine geçmemizi istedi. Bu isteğin dış yüzü, Anadolu’da yaşayan Türk topluluklarının kısa zamanda okur-yazar olmalarını istemek iyi niyeti vardı. Ama Lenin, teklifinin altında, Türkiye Türklüğüyle Türkistan Türklüğü arasındaki dil, alfabe ve kültür birliğini yok etmek düşüncesi saklıydı. Yine düşünme kabiliyetine sahip olanlar için yazıyorum: Sovyet Rusya’da Ermeniler de, Yahudiler de Gürcüler de yaşıyorlardı. Lenin neden onların alfabeleriyle uğraşmıyor da bizim alfabe değiştirmemizi istiyordu. Çünkü Lenin Türkiye Türklüğüyle Türkistan Türklüğü arasındaki hem alfabe birliğini, hem de dil birliğini, belirli bir zaman içinde yok etme düşüncesindeydi.

1926 yılında Türkistan Türklüğüyle Anadolu Türklüğü, aynı alfabeyi kullanıyorlardı. Bir milletin alfabe değiştirmesi kolay değildir. Hem mâlî bakımdan külfet yüklüdür hem de uzun zamana bağlıdır. O bakımdan Lenin, Türkiye’ye iyi niyet (!) temsilcileri gönderdi. Onlar gelip bizim yetkililerimize Latin alfabesini almamızı tavsiye etiler. İstanbul’daki ilim cemiyetimiz Sovyetlerin bu teklifini kabul etmedi. “Bin yıllık alfabemizi değiştiremeyiz” dedi. Bu cevap üzerine Lenin, Sovyetler Birliği’nde yaşayan soydaşlarımızın eski Türkçe alfabelerini 1926 yılında değiştirerek, onlara Latin alfabesini uzattı. Böylece aramızdaki alfabe birliği kalktı. 1928 yılında biz de Latin alfabesine geçtik. Türkistan ve Azerbaycan Türkleriyle alfabemiz bir olunca, onların Latin asıllı alfabelerini değiştirdi ve Türkistan-Azerbaycan Türklerine Kiril alfabesini uyguladı. Ama her Türk Cumhuriyetine ayrı bir alfabe dayattı. Onları da ortak bir alfabeden uzaklaştırdı. Türkiye Türkleri olarak onların Kiril asıllı alfabelerini okuyamıyoruz. Peki neden Lenin yoldaş Ermenilerin, Yahudilerin Gürcülerin alfabelerini değil de Türklerin alfabelerini değiştirdi? Maksadı, Türk topluluklarına okuma yazma mı öğretmekti, yoksa onları köklerinden ve biri birlerinden ayırmak mıydı?

Ben ilk defa 1980-1990 yılları arasında bütün Türk cumhuriyetlerinde incelemelerde bulundum. Gördüm ki Lenin ve arkasından gelenlerin gayretleriyle, o cumhuriyetlerde yaşayan soydaşlarımızın % 40 veya % 45’i ana dillerini unutup Rusça konuşmaya başlamışlar. Marksist idare bir yüz sene daha devam etseydi, Sovyetlerde yaşayan soydaşlarımızın neredeyse tamamı Rusça konuşacaklardı. Yani Türklüklerini tamamen unutacaklardı.

Lenin’in Rus diline dokunmaması, hâkimiyetleri altındaki (başta Türkler olmak üzere) yabancı unsurları Ruslaştırmak düşüncesinden kaynaklanıyordu. Dil konusunda Lenin akıllı bir liderdi.

Çetinoğlu: Yeni nesil; Farâbî’yi, Fuzûlî’yi, Mehmet Âkif’i, hattâ Yahya Kemal’i anlayamamakla neleri kaybediyor?

Bâkiler: Yeni nesil Farabi’yi, Fuzuli’yi, Mehmet Âkif’i, Yahya Kemal’i okumamakla millî şuurlarını kaybetmektedirler Târihlerinden dillerinden, dinlerinden, millet olma şuurundan kopmaktadırlar. Edebiyatlarından kopmaktadırlar. Daha önce de açıklamıştım: ‘Millet, edebiyatı olan topluluktur’ demiştim. Edebiyatsız millet olmaz. Ben, Mehmet Âkif Ersoy’u çok iyi okuyan Onu hem Türkiye’de hem de Avrupa’nın çeşitli ülkelerindeki Türk işçilerine anlatan bir kimse olarak söylüyorum: Biz sadece Mehmet Âkif Ersoy’u bile bütün özellikleriyle okusak, sevsek, anlasak, anlatsak… Türkiye’nin kalkınmasına, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmasına büyük bir zemin hazırlamış oluruz. 1984 yılında Onu Türkiye’nin 46 şehrinde ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde işçilerimize anlatan bir kimse olarak soruyorum: Halkımız, gençliğimiz, aydınlarımız, Mehmet Âkif’i okumuş mu tanıyor mu?  Utanarak cevap veriyorum: Hayır! Okumamışlar, bilmiyorlar, tanımıyorlar. Edebiyatımızı bilmemek, önemli edebiyatçılarımızın eserlerini okumamak, kendi kendimizi, milletimizi, edebiyatımızı bilmemek demektir.

2010 yılında İngiltere’ye gitmiştim. Shakespeare (Şekspir) 400 yıl önce ölmüştü. Bir gemi kaptanına sormuştum:

– Shakespeare (Şekspir) İngiltere’de okunuyor mu?

İngiliz kaptanın bana verdiği cevap kelimesi kelimesine şöyle oldu:

-İngiltere’de Şekspir’i okumayan, bilmeyen kimselere, biz aydın diye bakmayız. İngiliz gençliği, aydını, elbette Şekspir’i okuyor.

-Az önce bana, bu sene üniversite tahsiline başlayacak olan kızınızdan bahsettiniz. Kızınız Şekspir İngilizcesini biliyor mu? Çünkü Şekspir, aşağı yukarı 400 yıl önce ölen bir İngiliz edibiydi.

 Ben bu soruyu sorunca, kaptan kol saatine baktı ve bana dedi ki:

-Kızıma, Şekspir İngilizcesini öğretmesi için tutmuş olduğum bir hoca, evimde ona Şekspir İngilizcesi üzerine, şu anda açıklamalar yapıyor. Yani kızıma Şekspir İngilizcesini de öğretiyor. Şekspir İngilizcesini bilmemek olmaz. Şakspir İngilizcesini elbete kızım da bilecektir.

Biraz önce açıklamıştım: İngiliz gençliği, ilkokuldan üniversite sıralarına kadar 71.000 kelimeyle okuyup yazıyor. Bu arada ayrıca Şekspir’i de okuyor. Yani İngiltere gençliği 400 yıl önce ölen bir edibinden de haberdar. Biz ise, bırakın 400 yıl önce ölen edebiyatçılarımızı, kırk yıl önce göçüp giden kalemlerimizi bile çocuklarımıza okutamıyoruz.

Bizde her nesil, kendisinden önceki neslin edebiyatını okuyamıyor. Çünkü her nesil, sadece kendi zamanının diliyle okuyup yazıyor. Bu, milletimiz için çok büyük bir kayıptır, talihsizliktir. Biz dünyada çok az okuyan, çok az kelime ile düşünen-yazan bir millet durumuna düştük, düşürüldük. Ben şahsen, bir insanın dinsiz olmasını, Allah’a Peygamber’e inanmamasını, çok tabii olarak karşılarım. Bunu bana kitabım Kur’ân emrediyor. “Dinde zorlama yoktur. Allah rızası olmadan kimse inanamaz!” diyor. Yani, İslam bir telkin dini değildir; bir tebliğ dinidir. Benim kat’iyyen kabul ettiğim yobazlık şudur: İslam’a inanmayan bir takım kimselerin, Arapçadan gelen yüzlerce kelimeye karşı da düşmanlık duymaları, onları dilimizden çıkarıp atmak istemeleridir.

Dünyada saf dil diye bir dil yoktur. Her millet, birlikte yaşadıkları veya yakından temasta oldukları milletlerden kelime alırlar, onlara kendilerinden kelimeler verirler. Biz bin yıldan beri Müslüman olduğumuz, çeşitli Arap topluluklarıyla birlikte yaşadığımız için, bizim dilimize Arapçadan bazı kelimeler girdi. Arapçaya da Türkçeden bazı kelimeler geçti.

Dün ve bugün, İslâmiyet’ten korkan, kopan ve kaçan kimseler, dilimize, Arapçadan ve Farsçadan giren, bin yıldan beri kullanılan, konuşulan, dağdaki çobandan, Çankaya’daki Cumhurbaşkanına kadar herkes tarafından bilinen, sevilen, kullanılan kelimelere karşı amansız bir düşmanlık içindedirler. O kelimeleri, dilimizden çıkarıp atmak için çırpınıp durmaktadırlar. Zaman zaman bu çok yanlış yola, Millî Eğitim Bakanlığımız da girmektedir. Okullarımızda öztürkçe anlayışıyla dilimiz budanmaktadır. İşte sözlüklerimiz ortadadır: Türk Dil kurumu tarafından hazırlanan Türkçe sözlüğümüzde yüzbin kelimemiz vardır. Ali Püsküllüoğlu tarafından hazırlanan Öztürkçe sözlükte ise üç bin yüz yetmiş beş kelime bulunmaktadır.

-Aman Arapça-Farsça konuşmayalım, yazmayalım diye çırpınan zavallı kişiler, gençlerimize ve milletimize en büyük ihaneti yüklemektedirler. Gençlerimiz hem dünkü edebiyatımızdan kopmaktadırlar hem de bu gün zengin bir edebiyat ortaya koyamamaktadırlar.  

Çetinoğlu: Şâirlerimiz çok, şiir yok. Neden?

Bâkiler: Şairlerimizin çok olduğunu kim söylüyor? Ortalıkta şair sıfatıyla, yakıştırmasıyla dolaşanlar vardır; doğru. Ama bunlar şair değillerdir. Şair olmadıkları için yazdıklarına da şiir demek mümkün değildir. Gördüklerime okuduklarıma dayanarak iddia ediyorum: Bir takım kimseler, uzun – kısa cümlelerini ikiye üçe bölerek alt alta yazdılar mı şiir döktürdüklerini sanıyorlar. Yeni şiir bizde ikiye ayrıldı. Önce Orhan Veli ve arkadaşları (Melih Cevdet ve Oktay Rifat) ‘Şiirin vezni ve kafiyesi olmaz!” dediler. Bunların arkasından, edebiyat dünyamıza ikinci yeniler çıktılar.

İkinci yeniler de şiirin mânâsını bir tarafa attılar. “Şiirin mânâsı olmaz, şiir mânâsızlığı işler” dediler. “Mânâsızlığın mânâsı” ne demektir? Doğrusu bunu ben bilmiyorum. Bu bakımdan ikinci yeniler, hem vezni kafiyesi olmayan, hem de mânâsı olmayan uzunlu kısalı bir takım satırlar yazdılar, yayınladılar. Meselâ ikinci yenilerden biriyle, Ankara’da Tıp Fakültesi salonunda benim bir münakaşam oldu. İkinci yenilerden biri olan İlhan Berk diyordu ki:

-“Benim bir şiir kitabım var. İsmi ‘Mısırkalyoniğne. Bu kitap ismi, ayrı ayrı mânâsı olan üç kelimenin birleşmesinden ortaya çıkmıştır: Mısır / Kalyon / – ve İğne kelimelerinin ayrı ayrı mânâları vardır. Ama bu üç kelimeyi birleştirerek söylediniz mi veya yazdınız mı Mısırkalyoniğne’nin bir mânâsı yoktur. Bu kelime bile, başlıbaşına bir şiirdir.” Demişti. Topluluk önünde çok sert bir tartışmamız olmuştu.

İlhan Berk gibi, şiirimizde İkinci Yeni tarzında anlamsız satırlar yazıp duran kimseler, ortalığı karıştırdılar. Onları okuyan ve şiir yazmaya özenen bir takım gençler de alt alta uzunlu kısalı birtakım saçma-sapan satırlar yazdılar. Şiirin öyle yazıldığını sandılar. Hâlbuki ne İkinci Yeni grubuna mensup kimseler, ne de onları taklit ederek uzun-kısa satırlar yazanlar şair idiler. Bu gibi kimseler yüzünden şiirimiz, gerçekten bir çıkmaza girdi. İkinci yeni tarzında yazanlar, yeni şiirimizi gerçekten bir çıkmaza soktular. Şahsen ben, onların saçma-sapan mısralarını okudukça öfkeleniyorum.

Eskiden şiirimizde usta çırak münâsebeti vardı. Şiire meraklı olanlar, uzun yıllar ustalarının dizi dibinde oturur, ustalarının yazdıklarını dikkatle okur, incelerdi. Sonra da ustaları gibi yazmaya başlarlardı. Şimdi böyle bir münâsebet olmadığı için ustalar da saçma-sapan yazdıkları için, şikâyetlere sebep oluyorlar.

Yunus Emre’yi, Farabi’yi, Karacaoğlan’ı, Fuzuli’yi, Mehmet Akif’i, Necip Fazıl’ı, Yahya Kemal’i … dikkatle okuyanlar, cümleleri kırparak alt alta yazanları, kat’iyyen okuyamıyor, sevemiyorlar.

YAVUZ BÜLENT BÂKİLER

23 Nisan 1936 tarihinde Sivas’ta doğdu. İlk ve orta öğrenimini Sivas, Gaziantep ve Malatya’da tamamladı. 1960’ta Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu.

Dört yıl Ankara Radyosu’nda çalıştı. 1969-1975 yılları arasında Sivas’ta avukatlık mesleğini icra etti. Bir süre Başbakanlık Toprak-Tarım Reformu Müsteşarlığı’nda Hukuk Müşaviri olarak hizmet verdi.

1976-1979 yılları arasında Ankara Televizyonu’nda görev aldı. Çeşitli kültür programları hazırladı ve sundu. TRT’den Kültür Bakanlığı’na Müsteşar Yardımcısı olarak geçiş yaptı.

12 Eylül 1980 darbesinden bir süre sonra Kültür Bakanlığı Müşavirliği’ne alındı. Daha sonra da Başbakanlık Müşavirliği’ne tâyin edildi. Oradan kendi arzusuyla emekliye ayrıldı.

Çeşitli gazetelerde ve dergilerde fıkralar-makaleler yazdı. Bir süre Samanyolu Televizyon Kanalında Türk Cumhuriyetlerini anlatan ‘Bizim Türkümüz’ programını hazırladı. Aynı kanalda ‘Sözün Doğrusu’ isimli kültür programını ekranlara getirdi.

1989 yılında TRT 1 Televizyon Kanalı’na, 16 bölümden oluşan ‘Avrupa’da Türk İzleri’ isimli programın senaryosunu hazırladı. Bu eseri ile Türkiye Millî Kültür Vakfı’nın ‘1989 yılı Radyo ve Televizyonda Millî Kültürümüze Hizmet Eden Programlara Teşvik Armağanı’na lâyık görüldü.

Önceki İçerikSolmayan Bahçe
Sonraki İçerikTevazu Değil Kibir
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.