(Birinci Bölüm)
Oğuz Çetinoğlu: Bir
yandan siyasetin ve TV yayınlarının, bir yandan gazete ve dergilerin, bir
yandan da sanal medya dedikleri iletişim sistemlerinin TÜRKÇE’ye çok zarar
verdiğini düşünenlerdenim. Öncelikle günlük dilimizin, sonra da aydın dili
olması gereken konuşma ve yazı dilinin yetersizleşmesi veya daralması konusunda
fikirlerinizi rica edecektim. Kültür ve dil kavramları üzerinde düşünmüş
olmanızdan dolayı bu iki kavramın çerçevesini çizerek sohbete başlamak daha
uygun olur.
Prof. Dr. Sadık Kemal Tural: Oğuz
Beyefendi, öncelikle teşekkür ederim. Sizin altmış yıldan fazla bir zamandır
dilin imkânlarını kullanarak, kültür hayatımızla ilgili tespit ve yorumlarınızı
okuyucuya ulaştırmak için çaba gösteren bir aydın olduğunuzu bilmeyen azdır.
Gerek şahsiyetlerin hizmetlerini unutturmamak niyetini taşıyan
araştırmalarınızda, gerek doğrudan dil konusunu ele alan çalışmalarınızda
titizlik gösterdiğinizi bilenlerdenim. Bir kısmı kitaplaşmış, çoğunluğu dergi
ve gazetelerde kalmış bulunan, duyarlılığınızın yansıdığı tefekkür ürünleriniz
için, ne kadar teşekkür edilse azdır. Türk varlığının fideliği olan Türkçenin
hem kendini koruyarak, hem de yabancı dillerin boyunduruğu altına girmeyerek
işlevini sürdürmesini isteyenlerdensiniz. Bu yüzden, sizinle söyleşmek, sohbet
etmek, sorularınıza cevap bulmaya çalışmak benim için zevkli bir görev
olacaktır.
Ansiklopedik
bilgiyle yetinenler de öğrenmişlerdir ki, yıkılmaz denilen devletler, rejimler
yıkılır; yerine, ya eskinin bir ölçüde devamı da sayılabilen yeni bir yapı
oluşur, ya büsbütün farklı bir yapılanma tarih sahnesine çıkar. Devletlerin,
rejimlerin, insanların ve bazı toplumların ve hattâ inanç sistemlerinin yıkılıp
yok olması, bilinen bir gerçekliktir. Bu gerçekliğin yanı başında, yok olmayan
bir varlık alanı var: Bir ara hars, bazı gruplarca da ekin denilen, son doksan yıldır dilimize
yerleşen kültür kavramıyla karşıladığımız çok geniş ve derin bir benzeştirici
uyumlandırıcı değerler ve davranışlar dünyası. Kültür kavramına biraz yakından
bakalım: Bir insan topluluğuna özgü olan benlik, kimlik, kendilik yaratan
benimseyişler ve davranışların doğurduğu ve yoğurduğu kültürel kimlik
kazandıran benimsetme ve benzeştirmelerin tamamı kültürü oluşturur. Her kültür,
başka kültürleri düşünerek kendi
(ler)inkinin daha doğru, daha ahlakî, daha onurlu ve şerefli, daha dürüst, daha
güzel, daha iyi, daha faydalı, daha güvenli ve daha kolay olduğuna inanılan,
düşünülen değerlerin ve davranışların toplamından oluşan bir hayat alanıdır. Her
toplum çeşitli farklılıkların yol açtığı tabaka
diyebileceğimiz çevrelerden oluşur. Köylük, kırlık, dağlık yerlerde yaşayanlar ile kasaba, şehir
ve büyük şehirlerde hayat sürenlerin de, ihtitaç dünyası da, onların
karşılanmasına bağlı çalışmalar da az çok
farklıdır.
Toplum tabakalarında az çok farklarla yaşatılan,
benimseme, davranma, benzeşme ölçüt ve ölçüleriyle oluşan kültür alanı, donmuş,
değişmeyen emir ve yasaklar değildir. Toplumlar tarih içinde akıp giderken, din
nitelikli farklılaşmaların, göçlerin, savaşların, salgın hastalıkların, büyük
kıtlıkların ve bilim ile teknolojideki buluşların kültürleri etkileyip
değiştirdiği bilinmektedir. .Bilginler, bilgeler ve onların
belirlediği hükümleri dikkate alıp kendi toplumundaki çürümeleri, eskilikleri,
eksikleri ve yeni ihtiyaçları belirleyip
gereğini yapan liderler de kültür değişmelerine ivme kazandırmaktadır. Değişim ve dönüşümlere rağmen, her kültür bir
topluma kendi olma, kendi kalma, benlik ve kimlik kazandırma işlemlerini
sürdüren bir özel yapılandırıcıdır.
Her kültür, yüzlerce yıllık yaşanmışlıkların var ettiği
kendine özgü özelleri ve özellikleri, benzeştirici kuralları, sembolleri ve
davranışları olan bir hayat alanıdır. Bu hayat alanının apaçık göstergesi dil adlı
sistemdir. İnanmayanlar farklı düşünmek hakkına sahiptir; ben de düşüncemi
paylaşmak hakkına sahibim: Rab adlı yazılımlandırıcı Allah’ın en gizli
armağanlarından biri dil denilen anlaşma aracıdır. Dil yalnızca bir anlaşma
aracı değildir, akıl işletici, fikir geliştirici, duygu yansıtıcı iletişim
sistemidir. Ahmet Tekin Hoca’nın Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru adlı on bir
baskı yapmış bulunan –meal ve tefsir çalışması
olan– kitabında yer alan dil ile ilgili yüzü
aşkın âyetteki hükümlere baktım. Onlardan ikisine işaret edeceğim: Allah, Rum Sûresinin 22. âyetinde, “Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve
renklerinizin farklı olması da O’nun varlığının ve kudretinin delillerindendir.
Bunda âlimler için ibretler ve dersler vardır.” buyurmaktadır. İkinci çok düşündürücü hüküm ise Rahman Sûresinin dördüncü âyetindedir; bu âyetteki anahtar kelime beyan kavramıdır: “Allemehül beyan.” “İnsana
dili, konuşmayı, düşünmeyi ve meramını anlatmayı da, Kur’ân’ı anlamayı,
açıklamayı da, varlıkları ayırıcı vasıflarıyla adlandırıp birbirinden ayırt
etmeyi de, O öğretti.
Arapların
lisan dediği konuşma veya yazma yahut işaretler yoluyla anlaşma sağlayan
sistemlerin ne zaman, nasıl ve niçin oluştuğu bilinmiyor ve bilinemez gibi
görünüyor. O sistemler, söyleyen/ileten ile işiten/ iletilen arasında kurulması beklenen iletişime esas olan
kelimelerden meydana geliyor. Bu iki âyetteki anlam katmanları, insanın aklına,
fikrine, irfanına ve ilhamına bırakılmıştır. Sohbet konumuz sebebiyle beyan kavramıyla ilgili şunları
da söylemeliyim:
Oğuz Beyefendi
siz pek iyi bilirsiniz ki, beyan kavramı çok boyutludur. Beyan kavramının ilk akla gelen karşılığı, ifade etme,
açıklama, söyleme yazmadır; ancak, sıradan insana değil, teşbih, mecaz, kinaye,
istiare ile telmih gibi anlam sanatları taşıyan ifadeleri kavrayacak, tefekkür
edecek insanlara yöneltilmiş bildirimler, iletiler beyandır. Bildirme, uyarma,
sorma niyeti taşımakla birlikte muhatabından/iletilenden zekâlarını işletmeleri
beklenen, saçma veya yalan olmayan, derinlikli ve güzel ifadelere beyan
denilmektedir. Sevimsiz, anlaşılmaz veya çirkin (küfür, argo, beddua) ifadeler beyan sayılmamaktadır.
Diller ve
onlardan biri olan Türk dili gerek fiil kök ve gövdelerinin, gerek ad verme
inceliklerinin, deyimlerin, atalar sözlerinin yoğurduğu bir beyan sistemidir.
Bu beyan sistemi, dua, şiir ve güfte dediğimiz bestelenmiş ifadelerin içinde
inceliklerini koruyarak varlığını sürdürmektedir. Kültür tabakaları sayıca
azaldıkça, beyan da ortak iletişim ve tefekküre en yakın çizgiye gelmektedir.
Çetinoğlu: Sosyal
ilimler ve teknoloji sahasındaki gelişmeler, dilde yeni kavram ve
terimlere ihtiyaç hissettiriyor. Yeni kavram ve terimlerin bulunmasındaki
yöntemler ise problemlere yol açabiliyor. Yabancı dillerden alınırsa, dilimiz,
yabancı dillerin işgali altına girmiş oluyor. Türetme yoluyla bulunan kelimeler
ise isâbetli ve kabule mazhar olmayabiliyor veya Türk dilbilgisi kaidelerine
aykırı olabiliyor. Bir yandan da imlâ
konusundaki beş on yılda bir değişen tavırların ve uygulamaların sonucu
olan karmaşa… Bu
meselelere bağlı görüşünüzü lütfeder misiniz?
Prof. Tural: İnsanlık, ne, nasıl ve niçin sorularına cevap aradıkça kavrayarak öğrenmenin sonucunda yeni kavramlar oluşturulacaktır. Burada
bir incelik var, o kavramı, ad verme hakkını kullanıp ilk defa isimlendiren
hangi kültür ise, onun diğer dillere örtülü bir zorlamada bulunduğu görülüyor.
Bilgilerin ve onlara bağlı yeniliklerin her geçen gün sayıca ve çeşitçe farklı
yeni kelime ve kavram ile hem Türk dilini, hem de bilim, teknoloji ve bilgelik
üretmeyen toplumların dillerini zorladığı açıktır.
Terimler, bir
uzmanlık alanına ait kavramlardır; terimler, o alanın uzmanlarınca tanımlanmış
bulunan kavram nitelikli bilgi temellendirici anahtarlardır. Türkçe, kavram
üretilmesine de, tanım kazandırılmış terimler yapılmasına da elverişli bir
dildir. Eklemeli bir dil olan Türk dilinin imkânlarından faydalanılarak, yeni
kavramlar ve yeni terimler yapılması çok gereklidir. Yeni kavramlar ve
terimler, hem düşünce ve araştırma dünyamızı, hem de dilimizi
zenginleştirecektir. Terim yapma konusu birkaç kişilik dar bir topluluğun
yetkisinde olamaz, olmamalıdır. Bu işlemler merhum Mustafa Kemal Atatürk’ün
kurup O’nun vasiyetinden doğan gelirlerle varlığını sürdüren Türk Dil
Kurumu’nun yetkisinde olmalıdır. (Bir TÜRK BİLİM ve BİLGELİK AKADEMİSİ
kurulabilmiş olsaydı, o kuruluşun en önemli görevlerinden biri, hattâ birincisi
kavram ve terim üretme olurdu.) Türk kulağına,
hançeresine ve mantığına aykırı gelmeyen, çok uygun ve kabul edilebilir özellikte
ve güzellikte terimler kazandırmak çok da kolay değildir.
Terim
kazandırma işlemleri; gerek Türkiye’deki sayısı 250’ye yakın Devlet ve vakıf
üniversitelerinde çalışan, gerek Türk dünyasından çağrılacak dil bilginlerinin,
dâimi olarak görev yapacakları, ihtiyaç duyulan alan bilginlerinin katkı
sunacakları çalışmalara dayandırılmalıdır. O çalışmaların ilk aşaması, Türk
dili bilginlerinin, ortak akıl ürünü olarak ortaya çıkardıkları terimlerin
-tanımları da yapılmış olarak- önce o alanın doğrudan ilgilisi olan fakülte ve
bölümlerin görüşüne sunulmasıdır. İkinci aşama ise, alan bilginlerince oydaşım (mutabakat)
sağlanan terim adlarının kamuyla paylaşılmasıdır. Bu paylaşmadan sonraki beş
yıl içinde, Türk Dil Kurumu tarafından, MEB’in yetkili kurumlarına yansıtılıp
eğitim ve öğretimin içine yerleşmesi sağlanmalıdır. Zevksizliklere ve zihne
yerleşmesi zorluk veya gülünçlüklere yol açan terimleştirme çabalarının, kısır
çekişmelerden başka bir yararı olmamıştır.
Çetinoğlu: Kavram
ve terim kelimelerinden başlayalım. Bu iki kelimenin mânâlarını lütfeder
misiniz?
S. K. Tural: Estağfurullah. Oğuz
Beyefendi, insan zekâsını ve ona bağlı davranışlarını işleten de, bu işleyişe
bağlı olarak diğer insan ve varlıklarla bağlantılar kuran da kelimelerdir.
Kelimelerin bir kısmı fiil, onları bir kenara koyalım. Bir dilin adlandırma
gücü ve işlerliği gerçekten çok özel bir alandır. İnsan isimlerinden, diğer
varlıkların adlarına kadar bir dilin benlik, kimlik ve kendilik enerjisini
gösteren isim koymalar, ad vurmalar çok dikkate değer bir alandır.
Kavram
kelimesinin karşılığı olarak Türk kökenli halklarca yaklaşık 900 yıl Arapçadan
alınmış olan mefhum kelimesi kullanılmıştır. Mefhum kelimesi fehame
kökündendir; fehim, anlayış,
kavrayış, incelikleri yakalayış; mefhum
da, bir kelimenin taşıdığı anlamı üstlenen, hükme bağlamayı sağlayıcı anahtar
kelime anlamına geliyordu. Halk arasındaki aklı
var, ama fehmi yok (aklı var, ama
fikri yok biçimi de var.) değerlendirmesinde kavrayış gücüne ve
değerlendirebilme yeterliliğine işaret eden fehimli olma (Fehham, Fahim, Fehmi)
kavrayışı bakımından mefhumlara yakınlık anlamlıdır.
Kavram, zihni
işlerliğe geçiren; duygu, düşünce ve hayal dünyasında özel karşılığı olan
kelimelerdir. Aynı kelime farklı alanlarda kavramlaşarak, farklı mânâlar taşır;
terim ise, târif kazanması sebebiyle, bir kavramı yalnızca bir alana âit duruma
getirir. Bir kelimenin terimleşmesi, tam bir tanımının yapılması ile mümkündür.
Günlük dilde
kullanılan yaklaşık 3000 kelimeye yakından bakalım: Ev âletlerimizden,
alışveriş, giyim kuşam, yeme içme, iletişim ve ulaşım ile siyaset ve hukuk
alanlarına binlerce kavram adı, -ne yazık ki- kökence Türkçe değildir. Tıp ve
eczacılık gibi meslek jargonlarına bile Almanlar karşılık oluşturucu terim
çalışmaları yaptılar, bir ölçüde başarılı da oldular. Fen ve tabiat
bilimlerinde de siyaset bilimi ile iktisat ve mâliye alanlarında da yabancı
dillerin boyunduruğu altında olduğumuzu söylemeye mecbur ve mahkûmuz.
Rahmetli
Atatürk’ün geometri terimleri konusundaki tekliflerinin tamamı, Türk dilinden
olmayan kelimeleri kovmuştur. O’nun bu büyük hizmetini inkâr etmeye kalkanların
beyninde bir ciddi hastalık vardır.
Sosyoloji,
psikoloji, etnoloji, antropoloji bilim dallarının adları da, alana özgü anahtar terimlerin isimleri de, Türkçe değildir. Fen bilimleri ile mühendislik
alanlarını varın siz değerlendirin.
Edebiyat
bilimine ait kavramların büyük bir kısmı terimleşmiş olmakla birlikte, 1965’ten
sonra yayınlanan edebiyat araştırmalarında gereğinden dolayı kullanılmış yeni
ifâde kalıpları ve türlerin ortaya çıkması, yeni kavram ve terimlere ihtiyaç
duyurmuştur.
(BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU İkinci bölüm yarın yayınlanacaktır)
Prof. 1946 yılında Kırıkkale’de doğdu. İlk ve Hacettepe, 1989’da Türkiye’de Eserleri ve çalışmaları sebebiyle 16.650 Atatürk
|