Prof. Dr. Sâdık Kemal Tural ile Edebiyat Sohbeti

264

Birinci Bölüm

Oğuz Çetinoğlu: Sosyal ilimler ve teknoloji sâhasındaki gelişmeler, dilde yeni kavram ve terimlere ihtiyaç hissettiriyor. Yeni kavram ve terimlerin bulunmasındaki yöntemler ise problemlere yol açabiliyor. Yabancı dillerden alınırsa, dilimiz, yabancı dillerin işgali altına girmiş oluyor. Türetme yoluyla bulunan kelimeler ise isâbetli ve kabule mazhar olmayabiliyor veya Türk dil bilgisi kaidelerine aykırı olabiliyor, bu sebeple dilimiz yozlaşıyor.  Bu konudaki görüşünüzü lütfeder misiniz?

 Sâdık Kemal Tural: Oğuz Beyefendi, çok yönlü, çok özel bir yapısı bulunan dil adlı servetin ihtiyaçlarıyla ilgili bu sorunuz için teşekkürler ederim. Günlük hayat,  bir yandan zenginleşerek yeni ihtiyaçlara bağlı kavramlar girmesine yol açarken, bazı kelimeler hayattan çekiliyor. Bu türden yüzlerce örnek verilebilir. Yeni bilgi, araç, gereç, durum ve fikirlerin adlandırılması, dilde yozlaşmaya, zevksiz, sevimsiz kelimelere yol açabiliyor. Öncelikle Türk dili bilginleri ve konuyla ilgili kurumlar, sonra da sizler gibi, Türkçenin korunarak yaşatılmasını bir millî iman ve millî beka meselesi sayanlar, bu konuda üzerine düşeni yapmalı… En önemlisi de MEB gereğini yapmalı… İyi insan, iyi vatandaş olmanın yolu, dilinin inceliklerinin ve zenginliklerinin farkında olmak, bilgilenmeyi eğitimle tamamlamak değil midir? Öncelikle karşısındakini dinlemeyen, dinliyor olsa da anlamayan insanların sayısındaki artışın sebepleri nelerdir? Bir kitabı veya âzamî on sayfalık bir metni okumayan, okuduğunu anlamayanların halkın büyük çoğunluğunu oluşturduğunu söyleyen araştırmalar gerçekten korkutucu… Her iki durum, çok ağır bir hastalığın apaçık göstergeleri değil midir? Dil, zekânın hem tarlası, hem de elde edinilen, kazanılan mahsulü olduğuna göre, toplumda bir tür zekâ hastalığı mı yaşanmaktadır?  Türk, Türkiye Cumhuriyeti, Türkçe, Türk Devleti’nin bağımsızlığı kavramlarına örtülü düşmanlıklar yürüten ve bunu eğitim öğretim sistemimiz üzerinden yapmaya kalkanların artmış olması… Bence bu konuda bilinçli ve ısrarlı faaliyetler yürütülmelidir. Bilinçli ve bilgili olmak şartı ile Türk olmaktan, Türkçe’ci olmaktan gurur duyanlar, güç birliği yaparak öncelikle milletvekillerini harekete geçirmelidir… Öğretmen unvanlı görevliler ise bu dertten kurtulmamızı sağlayabilirler. Öğretmen, Türkçenin korunmasından yaşatılmasından ön sıralarda yer alan sorumlular değil mi? Fakat Millî Eğitim Bakanı unvanı ve görevi verilmiş kişiler veya Tâlim Terbiye Kurulu üyeleri Türkçe konusunda bilinçli duyarlılık ve titizliği yansıtmayan karar ve uygulamaları benimsiyorsa, öğretmen ne yapacak? Kavramları, terimleri öğretecek olan, Türkçenin konuşurken ve yazarken yapısını bozmadan kullanılmasını sağlayacak olan öğretmenler değil midir? Türk olma bilgi ve bilincini kabul etmeyenler MEB için politika belirliyor, uygulamaya koydurabiliyorsa, Türklük ilkemiz ve hedefimizdir düşüncesindeki öğretmenlerne yapmalı? Eğitim, farklılıkları azaltma, kamplaşmaları yok etme, benzeşmeyi en üst seviyeye çıkarma, bütünleşmeyi sağlama faaliyeti değil midir? Millî Eğitim Bakanları,  millî eğitim ilkelerini ve Millî Eğitim Temel kanununu bir kenara koyuyorlarsa, öğretmen ne yapabilir? Öğretmen unvanlı insanların çok farklı kaynaklardan ‘üretilmiş’ olması –keşke yetiştirilmiş olsa diyebilseydim– son elli yıllık dertlerimizin sebeplerinden biridir. Öğretmen okullarının kapatılması çok büyük bir kayıptır… Sorunuzun can alıcı noktasına ilk cevabımı -şimdilik- şu cümlelerle vermiş sayın lütfen: Dinlediğini ve okuduğunu anlayan, öğrendiklerini anlatabilen, zekâsını zenginleştirip işleten bir toplum olmanın ön şartı, her vatandaşın Türkçe konusunda  ısrarlı duyarlılık göstermesidir. Türk dilinin imkânlarından faydalanılarak, yeni kavramlar ve yeni terimler türetilmesi gereklidir. Bilinçli dil bilginlerinin katkılarıyla oluşturulacak yeni kavramlar ve terimler, araştırma dünyamızı da,  günlük anlaşma dilimizi de zenginleştirecektir.

Çetinoğlu: Kavram ve terim kelimelerinden başlayalım. Bu iki kelimenin mânâlarını lütfeder misiniz?

Tural: Arapça fehmetmeyi,Türkçe kavratmayı sağlayıcı anlam ve çağrışım gücü taşıyan kelimelere, eskiden mefhum, doksan yıldırda kavram diyoruz. Kavram, aynı türden sayılan duygu, düşünce, hayal, davranış, durum ve varlıkların adı olan kelimedir. Kavramlar aynı kelimeyle benzerlerini temsil edebilen, dildeki ortaklığı yaratan, yaygınlaştıran adlandırmalardır. Kavramlar, zihni işlerliğe geçiren; duygu, düşünce ve hayal dünyasında özel karşılığı olan kelimelerdir. Aynı kelime farklı alanlarda kavramlaş(tırıla)arak, farklı mânâlar taşır; terim ise, târif kazanması sebebiyle, bir kavramı yalnızca bir alana âit duruma getirir. Ateş kavramı, tıpta ayrı, askerlikte ayrı, günlük hayatta ayrı, mecazlı ifâdelerde ayrı anlam yükü ve gücü taşıyan kullanımlara yol açar. Medeniyete bağlı bilgi ve yaşayış değişmelerinin yeni kavramlara ihtiyaç duyurması tabiîdir. Üretilen, türetilen kavramlarla, Türk dilinin yapım eki ve çekim eklerinin zevkli bir şekilde var edilmesini istemek herkesin hakkıdır. ‘Ana’ kavramından en az kırk kavram adı üretebilirsiniz. Bir kelimenin terimleşmesi, bir kavramın tam bir tanımının yapılması ile mümkündür. Bir kavramın, özellikle bir alanın kullanımı için tanımlanarak yaygın işleyiş kazanması durumuna terim denir. Eskiden ıstılah denilen terim kelimesi de ne yazık ki Türkçe değildir. Batı dillerinden alınan, kavramlar ve terimler dilimizi istilâ ve işgale devam ediyor. Bunun bir sebebi Türkçe düşünme ve kullanmadaki yetersizliktir.

Merhum Hocamız Şükrü Elçin bir gün şunları söylemişti: “Siyasetçi hem câhil, hem kibirli, hem de konuşma hastalığına tutulunca, cümlelerinde en az iki, üç Fransızca, İngilizce kelime kullanıyor. Câhilliğinden dolayı, kelimeleri yanlış kullandığının farkında değil; halkımız,  siyasetçi veya yüksek bürokrat sayılan bu cühelânın yanlışlarını, doğru sanıyor. Şu misalleri sık sık duyarız: Fransızcada portre diye bir kavram var. Mânası, sözle veya fırçayla yapılan insan resmi demektir. Porte kavramı ise, bir faaliyetin ehemmiyetini, sınırlarını tespit ve tebliğ eden bir kelimedir. Aydın sayılan binlerce câhil insan MÂLÎ PORTRE diyebilmektedir. Doğrusu MÂLÎ PORTE olmalı. Bir de Arapça bildiğini gösterme hastaları var. Asgar-ı müşterek kavramını telaffuz ederken cehâletleri, yakiynen kelimesini kullanırken ahmaklıkları meydana çıkanları kasdediyorum. Şu cümle yaygındır: Arkadaşlık YAKİYNEN tanımış olmakla başlamalı… Türkçedeki yakından kelimesinin yerine, Arapça, bir delile bağlı olmaksızın iman ve ilhâmla bilme mânâsını taşıyan kelimeyi kullanmak ahmaklıktır.”

Fizik, kimya, botanik ve sağlık alanına ait terimlerin büyük çoğunluğu Batı dillerinden alınmadır. Atatürk’ün geometri kavram ve terimlerine Türkçe karşılık bularak meydana getirdiği sözlük, minnet ve şükranımızı sık sık ifade etmemiz gereken bir durumdur. Tarih biliminin kavramları ve terimlerinin neredeyse tamamı,  Arapça, Farsça kökenli kelimelerden oluşmaktadır. 1965’ten sonra edebiyat hayatımızda yeni ifâde kalıpları ve türlerinin girmiş bulunması, edebiyat araştırmalarında yeni kavram ve terimlere ihtiyaç duyurmuştur. 

Çetinoğlu: Kavram ve terim ihtiyacına bağlı yozlaşma ihtimallerine de işâret eder misiniz? Yeni kavramlara isim bulunurken; Türk dil bilgisi kaidelerine aykırı da olsa türetilen kelime mi tercih edilmeli yoksa yabancı dildeki isimlendirme mi kullanılmalı? Bulunacak kelimenin, kavramın târifi mâhiyetinde olması şart mıdır? Başka bir ifâde ile kelimeler, nesne veya kavramın ismi mi olmalı, târifi mi?

Tural: Efendim, herkes bilir ki, yasa, tüzük, kural, prensip, kanun adlı veya nitelikli hükümler, metinler,  mutlak ortaklığı, benzeşirliği sağlamaktadır. Genel olarak dilin, özel olarak da Türk dilinin varlığını devam ettirmesini sağlayan kurallar ve ilkeler vardır. Başka dillerden ve kültürlerden ödünç kelime, kavram, terim alabilirsiniz, ama ek alamazsınız, almamalısınız, o zaman diliniz gider. İslamî terimlerin bir çoğu –ne gariptir ki– Farsçadır: Namaz, oruç, abdest, hüdâ, hâce(hoca)  gibi. Hangi alana ait olursa olsun, bu ödünç kavramlar yaygınlaşmadan, göçmenliği devam ederken kullanımdan düşüreceksiniz; bunun için dilinizin imkânlarıyla karşılık üretecek, türeteceksiniz. Türk dilinin, isim ve fiil köklerinden, kendi yapım ve çekim ekleriyle yeni kavram ve terim üretmek,  hem haktır, hem görevdir. İşte bütün mesele burada başlıyor: Bu üretme ve türetmeyi yapacak kişi ve kurumlar, hem kurallara uygunluğu, hem de dilin zevk inceliklerini aynı anda gözetecek bilinç ve duyarlılığa sahip mi? Zevksizlik ve sevimsizlik burada başlıyor. Yozluk ve grup inadı yüzünden yaşamaya devam ettiğimiz çekişmeler nasıl önlenir acebâ? Türk nasıl söyler? Üretilen/türetilen kelime cümle kurmaya yeterli görünse de, tasavvur ve tefekkürü aktarma konusunda tabiî ve sevimli mi? Türetilen kavram, kelime, Türk kökenli halkların duâsının, şiirinin diline girme gücüne sahip mi? Bu soruların cevabında birleşilmesi ‘gerekli hedef’ sayılmadığı sürece, yozluğa sebep olan, zevksizliğe yol açan durumlar devam eder. Şunu da söylemeliyim: Şahıs isimlerinin neredeyde tamamı, telmih veya kinâye ögesine bağlıdır, târif niteliklidir. Diğer isim ve isim sayılan kelimelerin anlamı bulunmakla beraber işlev sınırı belirlenmediği müddetçe, târifi gerekmeyen kavramlardır.

Çetinoğlu: Konuştuğumuz ‘dil’ ile alâkalı olarak neler söylemek istersiniz?

Tural: Bir duygunun, düşüncenin, hayalin başkalarına aktarılması, kelimelerin anlamlı birlikler hâline getirilmesiyle mümkündür. Kelimelerin, anlamlı birlikler hâlinde, başka insanlara duygu, düşünce ve hayal taşımasına iletişim diyoruz. İletişim kurulması, sözlü, yazılı işâret ve resim ile olabilir. Konuşma dili de, yazı dili de iletişim kurmayı deneyen kişinin kelime servetiyle doğru orantılı olarak genişlik veya darlık gösterir. Bu noktada üç önemli konu gündeme gelir: Mahallî ağızların kullanımı; kendini bilgili gösterme gayretine bağlı Türkçe yerine başka dilden kelimeler kullanma; basit, bayağı, argolu dil kullanımı. İnsan ne kadar çok kelime öğrenmişse ve bunlardan büyük bir kısmını kullanabiliyorsa, konuşma, anlaşma güçlüğü çekmez. İnsanların devamlı kullandığı (aktif) kelime serveti ile yaşadıkları çevre ve ömür arasında, karmaşık bir ilişki vardır. Yaş, cinsiyet, kültür seviyesi ve bakış açısı, aktif kelime servetini belirleyen dört aslî ölçüttür. Kelime dağarcığı yaşa, cinsiyete, öğrenimden alınan paya göre değişir. Günlük ihtiyaçlarımızı giderirken, kelimelerin ilk mânâlarından hareket etmeye ve anlaşmanın tam olmasına dikkat ederiz. İletişimin tamlığı ilkesine uymak şartıyla, günlük hayattaki konuşmalar, 350-1350 kelime içinde gerçekleşiyor. Yazı dilinde bu sayılar üç katına kadar çıkabilmektedir. Hâlbuki sözlükte binlerce kelime vardır. Bilgisayar ve onun çocuğu olan ‘akıllı telefon’ yazışmalarındaki Türkçenin söyleyiş mantığına ve zevkine de, yazım kurallarına da  aykırılığı yaygınlaştıran bozuk, eksik, yetersiz anlaşma örnekleri, otuz yaş altında çok yaygın. Bu yaygınlaşma edebiyatın övünülesi eserler verilmesini çok gerilettiği gibi, çok değerli yayınların da kimsesizliğine sebep olmaktadır.   

Çetinoğlu: Dil kavramının imkânlarıyla varlık kazanan ‘edebiyat’ı da kısaca târif eder misiniz?

Tural:  Sanat, insanın varlıklar dünyasından gelen uyarımlardan çok fazla etkilendiği zaman, bu etkilenmeyi hoşluk, güzellik, ulvîlik kavramlarına bağlı ilgi ve heyecan uyandıracak şekilde, malzemeye en uygun ölçü, oran ve konum kazandırarak, parçaları birleştirme, yeni objeler oluşturma çalışmalarıdır. Her sanat alanının malzemesi de, o malzemeyi kullanmaya bağlı özen ve hüner de, diğerlerinden farklıdır.

Edebiyat, malzemesi sözlükteki kelimelerin tamamı olan bir sanat alanıdır. Kelimelerin özenle seçilip konumlandırılarak, ilgi ve heyecan duyuracak bir özel yapı hâline getirilmesine edebiyat eseri denir. Edebiyat eseri, yazarın, kendi öz tâlih ve tercihini, toplumun tâlih, tarih ve tercihiyle özdeşleştirme niyetini taşıyan duygu, hayal ve düşüncelerini iletme çabası sonucundaki bütünlüktür. Edebiyat alanındaki iletişim, günlük ihtiyaç türlerine de, bilim veya siyâset alanındaki iletişim gayretlerine de benzemeyen özellikle taşımaktadır. Edebiyat eseri, duyarlılığı yüksek insanların bizzat yaşadıkları, gördükleri, işittikleri olay, durum, kişi veya nesnelerden, anlatmayı gerekli saydıklarını, dil aracılığıyla başkalarına duyurmak ihtiyacından doğmaktadır. Duyurma ihtiyaçlı bu yapı, gördüklerini, duyduklarını beğenici, reddedici, eleştirici veya aşağılayıcı bir tutumun sonucu olabilir. Edebiyattan sayılan metinlerin ortaya çıkışı ve ilgi görmesi, kültürel tabakalardan en az biriyle yakın bağlar kurmasıyla doğru orantılıdır.  Kültür tabakalaşmasının sonucu olarak, edebiyat nitelikli metin ihtiyacı da, bu ihtiyacı karşılayanların kültürleri de, farklılıklara yol açmaktadır. Farklılıklar, eser nesir ise, cümle tipleri, nazım ise, mısraların oluşumu ve kümelenişi ve her ikisinde de kullanılan kelimelerin sayısı bakımından çeşitlenmektedir. Nesir veya nazımda dikkate değer bir durum ise, edebî dilin yaklaşık yüz- yüz elli yılda bir, kelime kayıpları ve kazanımları yaşadığıdır.

Çetinoğlu: Bâzı kelimelerin kullanımdan düşmesi; dilin zayıflaması, fakirleşmesi olarak değerlendirilebilir mi?

Tural: Mehmet Emin Bey’in şiiriyetten uzak olsa da, Türkçe çığlık atmasını, nazımda Türkçeye dönüşün bayraktarlığı sayanlar çoktur. Ziya Gökalp, Ömer Seyfeddin, Ali Canip üçlüsünün açtığı millî dil, millî edebiyat akımı ise, nazmın ve nesrin dilini değiştirmenin temellerini attı. ‘Millî Edebyat Akımı’nın etkileri,  ağdalı medrese ve enderun Osmanlıcasından halkın diline yönelme, yalnızca edebiyatın dilini değiştirme olarak kalmadı. Bu hareket dilde ve tarihte kendine dönüş hareketinin temellerini atıp siyasî ve fikrî Türkçülük olarak çok boyutlu bir yapı kazandı. Türkçecilik akımı 1909-1924 arasında bazı kelimelerin ve söyleyiş biçimlerinin kullanımdan düşmesini hazırladı. Mehmet Akif’in, Yahya Kemal’in ve Faruk Nafiz’in nazmı, Reşat Nûri’nin, Peyami Safâ’nın, Yakup Kadri’nin hikâye ve romanları, Fuad köprülü’nün edebiyat tarihi araştırmaları, Gökalp- Ö. Seyfeddin- Yöntem üçlüsünün ortaya attığı Yeni Lisan hareketinin benimsendiğini göstermektedir. Bir dilin, günlük ihtiyaçlar alanındaki kelimeler alanı, kavramlar ve terimler dünyası; mecazlardan da faydalanan argo ve meslek jargonları; edebî eserler dili ile mahallî kelime ve kullanımlar olmak üzere, farklı görünümleri var. Bu farklı alanlardaki kelimelerden bazılarının zamanla kullanımdan düşmesi kaçınılmazdır. Bir topluluğun ve toplumun kullandığı kelimelerin, bir döneme ait duygu, hayal ve düşünceyi karşılayan kavramların bir kısmı, daha sonradan, ya büsbütün ortadan kalkar veya çok dar alanlarla kullanılır.  Edebiyatçı, bir dönemin içine doğduğu için, o dönemin, hattâ devrin ‘günlük ihtiyaç’ saydığı kelimeleri, bugün eski kelime hâline dönüşen kelime, kavram ve söyleyiş biçimlerini kullanmış olabilir. Beyhûde, cânân, ferdâ, fevkalbeşer, gam, hicrân, hicret, ibtilâ,  itiyat, lemyezel,  marazî,  melâl, nâlân, şems, şîkest, şitâ, sanem, vuslat, ziyâde, âfâkî, enfüsî, ferdâ ve bârân gibi kelime ve kavramlar ile bülbül, turna, keklik, balaban, âhû, ceren, gövel ördek gibi kelimeleri düşünelim: 1965’den sonra  doğmuş ve büyük şehirde yaşamış, lise tahsili yapmış kimselerin  günlük kelime serveti içinde, bu kavramların yer almadığı görülür. Mesleği, dil, edebiyat sonra da mûsıki, tarih ve sanat tarihi araştırması, eğitimi, öğretimi olanlar, günlük dillerinde de bu kavramları kullanabilmektedirler. Bu kelimeler, edebiyat metinlerinin yapı taşlarıdır. Kelimelerin ömrünü belirleyen aydınların eğilimleridir.

Çetinoğlu:Dil hassasiyeti olanlar, sırf yenilik uğruna, Türkçemizin zenginliğini korumaktan berî kalmamaları arzu edilir. Meselâ ‘uzak’ mânâsındaki berî kelimesi nisyan sınırına iyice yaklaşmış bir kelime. Nisyan da öyle… Bu kelimelere yaşama hakkı tanımak için imkân oluşturup zaman zaman kullanmak vazifemiz olmalı diye düşünüyorum.

Edebiyat kelimesine dönersek efendim… Devam buyurur musunuz?

Tural: Estağfurullah. Edebiyat kelimesi, hem edebî eserlerin, hem de araştırmaların dünyasını karşılayan bir kavramdır. Edebiyat ve edebiyatçı kavramlarını, dil aracılığıyla hoş, güzel ve ulvînin etrafındaki duygu, düşünce ve hayalleri, anlatan özel bütünlükler ve bunları yaratan insanlar mânâsında kullanmalıyız. Edebiyat bilimi ise, yaratıcılığı değil araştırıcılığı, aydınlatıcılığı, yorumlayıcılığı, değerlendiriciliği esas alan bir faaliyettir; bu yola çıkan akademisyenlere edebiyat bilimci, akademisyen olmayanlara edebiyat araştırmacısı denilmelidir.

Çetinoğlu: Edebiyatımızın önemli bir dalı da Türk destanlarıdır. Tarihten Destana Akan Duyarlılık adlı bir eseriniz var. Ağca Armağanı’ndaki yazınız da, mit, destan ve tarihî roman kavramlarıyla ilgili.  Destanlarımız hakkında neler söylemek istersiniz?

 Tural:  Sizin basılmış otuz kitabınızdan biri de ‘Türk Dünyası Destanları’… Kaleminize sağlık, bilincinize kuvvet.. İlk yazılarımdan biri, 1971 yılında Türk Kültürü dergisinde yayınlanmıştır,  Millî Destanlarımız Üzerine başlığını taşır. Manas Destanının 1000. Yılı’nda gerek Bişkek’teki gerekse Ankara’daki kutlamalarda yönetici olarak çeşitli hizmetlerde bulundum. Türk destanları üzerindeki metin çalışmalarının 140-150 yıllık bir geçmişi var. Türk kavramından korkan güruh, destanlarımızı ufkumuzun ötesine itmiş. Korkut Ata’nın anlattıkları,  Ebul-Hayr’ın ‘Saltuknâme’ adlı eseri ile Uzun Firdevsî adlı bilinçli atamızın ‘Süleymannâme’adlı eserleri, destanlar grubundadır. Mit, destan, efsane, masal… Ataların değer ve davranış aktarımını sağlamak üzere kullana geldikleri anlatma ihtiyacına dayalı metinler. Fuad Köprülü başta olmak üzere son 140 yıl içinde bu yönde yapılmış çalışmaların en olgunu merhum Bahaeddin Ögel’e ait 2 ciltlik ‘Türk Mitolojisi’ adlı eserdir. Türk mitolojisini, Türk efsânelerini, Türk destanlarını, Türk menâkıbnâmelerini, Türk masallarını karşılaştırmalı metinler ve değerlendirmeler hâlinde yayınlayabilecek, yetkin, yeterli, grup çalışmasına gönüllü insanlar çoğalacaktır.

Türklerin 3000 yıla uzanan, belgeli olduğu söylenen hayatı içinde de, Sümerleri, Musevileşen Türkleri kucaklayan 7000 yıllık daha geniş tarih içinde de, destan ve benzeri anlatmalar, inanmalar, heyecanlanmalar ve benimsemeler vardır. Altay, Tuva, Karay,  Hakas, Şor, Beltir, Çuvaş  Sâha (Yakut) Türkleri arasında yaşayan ve inanç ile felsefeyi, tedavî ile eğitimi içinde taşıyan kamlık kurumuna dikkat çekmek isterim. Altay Türklerindeki, Kazaklar ile Kırgızlardaki kamların varlığına ve işlevine bizzat şâhit olanlardanım. Bu işlevlerden biri konuşmaya başlarken ve bitirirken mutlaka,  aralarda da fırsatını –özellikle– yakalayıp ‘atalar sözü’yle konuşmaları; anlattıklarını  ‘tahkiye’li parçalarla bezemeleridir. Bilge kelimesinin, hem hekim, hem hakem, hem hakîm, hem hâkim (yargıç), hem de üst yönetici anlamlarını taşıyan farklı kavramları karşıladığı gözden kaçırılmamalıdır. Bu konulardaki dikkatler, Türk kökenli halkların meydana getirdiği kültür zenginliği daha çok fark edilecek ve ayrı bir anlam kazanacaktır. Türk soylu halkların kendi ülkelerinde ve/veya Türkiye’de mit, destan, efsane ve masal kavramlarına bağlı metinlerini âcil olarak yayınlamaları gerektiğini ısrarla söyleyenlerdenim.  Türk kökenli halkların kültür yakınlaşmalarını ilke edinmek şartı ile Türkiye Türklüğünden alabileceği kavram ve terimler olabileceği gibi, bizim de onlardan ata mirası olan kelimeleri alabileceğimizi düşünenlerdenim. 

Çetinoğlu: Dil, gelişmek için değişen bir yapıya sâhiptir. Değişimler, edebiyatla birlikte yaşanıyor. Değişimin tahakkuk etmesi için teşebbüs edilen arayışları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tural: İslâm değil ama Müslümanlar, başka din ve kültürler karşısında 1650’den sonra yenilmeye, geri çekilmeye başlamış. Avusturya’ya gidenler, Viyana bozgununda Türkleri nasıl ’doğradıklarını’ övünerek anlatan parkı, heykel ve metinleri bilirler.Bu askerlik bilgi ve silah donanımındaki çürümüşlükün ilk ve apaçık işaretidir. Türk bilgini Molla Fenarî’nin akademik bir anlayışla yapılanmasını sağladığı ‘medrese’ aklî ve tabiî ilimlerden uzaklaşıp Arapça dili ile öğretim yapılan ilâhiyat mektebine dönüşmüş. Medresenin softaları ile Enderun’un devşirme ve dönmeleri, Türk ve Türkçe düşmanlığında âdeta birleşiyorlar; softalar, yobazlar ve Türk olmadıklarının bilinciyle hareket edenler, yönetimin çürümüşlüğü, devletin yıkılmakta olduğu, milletin yoksulluk ve yoksunlukla boğuştuğu gerçeği karşısında, üç maymunu oynuyorlar. Aklı, vicdanı olanlar ses çıkarmaya çalışıyorsa da, etkili değil. Sultan Üçüncü Selim’in ve Alemdar Mustafa Paşa’nın âkıbetlerini sık sık hatırlamalıyız. 19. yüzyılın başından itibâren devlet, millet, siyâset, iktisat, askerlik ve idâre ile öğretim, eğitim hayatında, yeni model arayışları resmîleşmiştir. Arayışların türü ve şiddeti zaman zaman değişmiştir. Sermayesi câhillik veya taassup olanların bilgi ve teknoloji düşmanlığındaki ısrarlı inadı, çağı yakalamak ve kendi olmak yönündeki arayışları büyük ölçüde engellemiştir. Duygu, düşünce, hayal ve davranışlar ile zevk dünyasındaki arayışlara bağlı resmî, yarı resmî ve sivil tercihlerin ve uygulamaların bir kısmı edebiyatla başladı, bazıları edebiyat aracılığıyla yaygınlaştı. Değer, davranış ve zevk değişmeleri edebiyattan hayata veya hayattan edebiyat eserine yansıyarak yayılıp yerleşti. Böylece edebiyat hayatı ve eserleri yaygın eğitim kurumları  olma görevi üstlendi. 

Hem nazma, hem nesre, yeni konular, yeni motifler, yeni zevkler ile yeni türler ve şekiller girdi. Yeni edebî tür ve zevklerin her biri, tartışmalı şekilde edebiyat eserlerine yansıdı. Duygu, düşünce, hayal, zevk ve yorumlardaki değişmeler, ifâde etmede değişmelere yol açtı; kelime ölçeğindeki dil ve söyleyiş değişmelerine bağlı, karşıt gruplar hâlindeki arayışlar bugün de devam ediyor. ‘Sened-i İttifak’ ile başlatıp ‘Vak’a-yı Hayriyye’ ile devam eden askerlik, idâre, mâliyedeki arayışlar, çürümenin saklanamazlığını göstermektedir.  Siyâsî uygulamalar ve yeniden yapılandırma arayışlarının edebiyattaki ilk örnekleri, klâsik edebiyattan ayrılma göstergesi sayacağımız iki eserdir: Keçecizâde İzzet Molla’nın ‘Mihnet-i Keşân’ı ile Türk Galip Paşa’nın ‘Mutayyabât-ı Türkiye’si… Asıl büyük değişim ise, tercümeler ve gazete adlı imkâna bağlı olan dil ve ifade değişmeleridir. Başta gazete ve tiyatro olmak üzere kelime ve cümle dünyasına yön veren yeni imkânlar…Bunlara edebî türlerdeki  yeni imkânlar ile tercümeleri de eklemeliyiz.

19. yüzyılın ilk çeyreğinde başlayan, günümüzde devam eden bu devreye, ‘Arayışlar Devri Türk Edebiyatı’ diyoruz. Arayışlar Devri Türk Edebiyatı, karakteristik özellikleri esas alınarak  adlandırılıp çeşitli  alt dönemlere ayrılabilir:

‘Klasik Dönemden Ayrılma Çalışmaları Dönemi’, ‘Edebiyatın Yaygın Eğitim Aracı Olma Dönemi’, ‘Edebiyatta Bediî Tefekküre Ağırlık Verme Dönemi‘, ‘Edebiyat-ı Cedîde Topluluğu ve Muhalifleri Dönemi‘, ‘Edebî Sessizlik Dönemi‘, ‘Fecr-i Âti Toplaşması‘, ‘Millî Edebiyat Akımı ve Bağımsız Şahsiyetler’, ‘Millî Mücâdele Dönemi‘ v.d.  Bütün mesele, bu dönem adlarını tartışarak, zenginleştirerek târif kazanmış terimler hâline dönüştürmektir. Aydınlar arasında, farklı görüşler bulunmaya devam etse de, eğitim ve öğretimde ortak kavramlar ve terimler bir ölçüde sağlanmış olacaktır, olmalıdır.  

Çetinoğlu: Farklı görüşler arasındaki anlaşmazlıklar böylece giderilmiş olacak mı?

Tural: Tekrar ifade edeyim: Edebiyatçı denilince bizler daha çok araştırıcı ve eğitici kadroları anlarız; ama edebiyat eseri verenler de, edebiyatçı kavramıyla adlandırılıyorlar. Öncelikle edebiyat araştırıcısı olarak tanınan, bilinen aydınların arasındaki çok açık olan anlayış farkları azaltılmalıdır.  Türk edebiyatçılarının kendi aralarında anlaşmalarını önleyen unsurları azaltmak ve ortadan kaldırmak için yapılacak işler, atılacak adımlar var.

Çetinoğlu: Nelerdir, Lütfeder misiniz?

Tural: Kavram, terim, yöntem birliği, temsil edici, değer aktarıcı  metinlerin seçilmesinde ortaklık sağlanması….Millî benlik ve kimliği yaratan ve devamlılığını sağlayan koruyuculardan çok önemli bir kısmı ,  kavramlar, terimler ile fiillerin yansıdığı sözlükler ve antolojilerdir. Sözlükler ile antolojiler, dile ait servetimizin, zihniyet ortaklığımızın, biz olmanın göstergeleridir. Sözlükler çok çeşitlidir: Genel Sözlükler, Terim Sözlükleri, Kavram Sözlükleri, Mecaz Sözlükleri, Deyim Sözlükleri, Kişi adları sözlükleri, Türkçedeki Yabancı Kelimeler Sözlükleri…Çok çeşitli alanlara ve tabiî ki edebî metinlere ait özenle hazırlanmış antolojiler. Pusula nitelikli, temsil gücüne sahip, bilgilenmeyi zenginleştiren, tercihlere yön verebilen ana kaynakların önde gelenleri, sözlükler ve antolojilerdir.

Çetinoğlu: Açıklamalarınızda büyük faydalar sağlanmasına vesile olmasını dileyerek bu bölümü, yabancı dille öğretim – yabancı dil eğitimi tartışması ile bitirebilir miyiz? 

Tural: Yabancı dil öğrenmek ile yabancı dille yaşamak arasındaki farkı anlamakta tembellik gösteren aydın ve bürokratlar bizi, her gün biraz daha büyük bir çıkmazın içine itiyorlar: 1991 yılı Haziranında Türk Edebiyatı dersinin liselerde seçimlik yapılması da aynı düşüncenin ürünüydü. Bu dehşet verici karar şiddetli tepki görünce, dört ay sonra, uygulamadan büyük ölçüde vazgeçildi. Bu hükmü Bakanın önüne getirenler ve Bakan hakkında hiçbir Cumhuriyet savcısı dava açmadı, TBMM’de gensoru verilmedi. Yabancı bir dili bilmeyi ihtiyaç sayan gereğini yapar. Yabancı dil öğrenmenin gereğine inanmak başka, onsuz olmaz deyip Türkçeyi ikinci dil hâline getirmek başkadır. Kendi dilini yeterince bilmeyen, konuşamayan ve yazamayan insanlar, düşünme ve davranış bozuklukları gösteriyor; böyleleri, her an saldırganlaşan mahlûklara dönüşüyorlar. Evvela MEB ve YÖK Türkçe’yi mutlak bir araç olarak kabul edecek, sonra da yabancı dille öğretimin sınırlarını belirleyecek. Bu anlamlı ve işlevli tespit, Türklüğün geleceği için elzem bir ilke ve uygulamaların açıkça ortaya konması olacaktır.

Anaokulu ve ana sınıfından başlayıp yükseköğrenime uzanan resmî ve özel kurumlardaki eğitim ve öğretim hayatı,  unvanlı cehâletin tasallutundan kurtarılmalıdır. ‘Mâli durumu yetersiz olanlar bile çocuklarını niçin MEB’in okullarına göndermek istemiyor?’ sorusunun cevabı   için bir kamuoyu yoklaması yapılsa, çok iyi olacaktır. Diğer yandan şu mesele de önümüzde duruyor: Hem Türk edebiyat bilimcilerinin kendi aralarında; hem yabancı dil ve edebiyatları araştırmayı ihtisas edinen edebiyat bilimcileriyle Türk edebiyat bilimcileri arasında; bu iki kitle ile Millî Eğitim Bakanlığı arasında, uzlaşma, yardımlaşma olmayacak ise, edebiyat öğretmenleri ve kitap yazarları ne yapabilir?

Edebiyat bilimcilerinin ulaştıkları ve uzlaştıkları hükümler, lisedeki öğretimin ve eğitimin temelini oluşturması gerekir. Edebiyat biliminin ulaştığı ve uzlaştığı kavram, terim, yöntem ve bilgilerin uygulamaya taşınması için Tâlim Terbiye Kurulu, müfettiş ve öğretmenler ile ders kitabı yazarlarının el ele vermesi gerektiği açıktır.

Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim Efendim.

(DEVAM EDECEK)

Önceki İçerikCumhuriyet’e Dair
Sonraki İçerik     Tarikatlar-Mezhepler Üzerine
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.