Üçüncü Bölüm
Oğuz Çetinoğlu: Sizin çalışmalarınızda işâret ettiğiniz bir husus da Türk târihi kadar Türk mitolojisinin de mühim bir bilgi kaynağı olduğu görüşüdür. ‘Türk mitolojisi yoktur!’ diyenler var…
Prof. Dr. Sâdık K. Tural: Çok teşekkür ederim, bu konudaki cümlelerimi söyleme imkânı yarattığınız için minnettarım. Efendim, semâvî dediğimiz vahyin bezediği kitaplarda, Allah’ın cin adlı varlıkları yarattığı bilgisi de yer almaktadır. İnsandan çok önce yaratılmış olan ve -muhtemelen farklı gezegenlerde de varlıklarını sürdüren- dünyâda daha ayrı boyutlarda yaşadığımız cinlerin kendilerine mahsus bir hayatları olduğu söylenebilir. Onların hayatına ve/veya insanlarla münasebet ve mücadelelerine ait olaylar Âdem Ata’dan beri binlerce yıldır insanların kulağına fısıldanıyor. Bu bilgilenmelerin bir kısmı insanların onları görebildiği döneme, bir kısmı ise onlarla bağ ve bağlantı kurabilenlerin sayısının çok olduğu dönemlere ait olmalı. İnsanlara ulaşan bu bilgi(?) verici fısıldamaların bir kısmı rüya denilen konumda, bir kısmı da kendinden geçme, esrük/esrik olma durumunda ortaya çıkıyor. Başka yollar bizi ilgilendirmiyor. Batıdaki eski kavimlerden Grekler ve Keltler, cinlerin hayatına ve muhtemelen birçoğunun insanlarla daha kolay bağ ve bağlantılar kurduğu zamana ait olayları, fısıldamalar yoluyla elde edip, benimseyip anlata geldiler. Grek ve Kelt kökenli topluluklar, hem dillerinin temel kavramlarını, hem de hayata ve öte kavramına yaklaşımını -Hristiyanlığın beşinci yüzyılına kadar- bu fısıltılara(?!) dayandırdılar. Bu olaylara bağlı bilgilendirme ve öğütlendirme sisteminemitologi denilmektedir. Büyük bir kısmı ahlâk ve edep ölçülerinin tam zıddı olan şahıslardan, olaylardan meydana gelen Grek/Yunan mitolojisi adlı veya nitelikli anlatmalar, iki bin yıla yakındır dünyayı dolaşıyor. Hicaz Yarımadası Arapları ile Mısır Arap ve Kıptileri, eski Grek ve Kelt topluluklarının anlattıklarına, Arapça, İbranice ve Aramice nakledilmiş, rivâyet edilmiş bu türden metinlere -Kur’ân’da da yer aldığı üzere- esâtîr-i evvelîn(en eski ustûreler-mitler) derler.
Önce şu hükmü tekrar söyleyelim: Her insan topluluğunun kendine özgü bir dili, kültürü ve bu kültüre ait söze veya davranışa yansıyan benzeştirici değerleri vardır. Bu değerlerin bir kısmı vak’aya dayalı anlatım dediğimiz metinlerle nesilden nesile aktarılmaktadır. Târihin en eski dil ve kültürlerinden olan Türk kökenli toplulukların hem mit, hem de masal, destan, efsane nitelikli metinleri vardır. ‘Türk mitolojisi yoktur, olamaz‘ diyenleri ciddiye almak zorunda değiliz. Mitoloji kavramıyla yalnızca, Grek ve Kelt kökenli metinleri anlayıp bu görüşü imanlaştıranlar da, Sovyetler Birliği’nin karanlıkta bıraktığı bir alanın aydınlanmasından sonra şunu öğrendiler, öğreniyorlar: Kendilerini topluluk hattâ uruk(kabile) veya aile ad yahut unvanlarıyla ifâde edip yaşayan ve yaşatan yüz milyona yakın Türk soylu topluluklar, mitolojik anlatmalar bakımından oldukça zengindir. Bu sayıya İran, Irak ve Kıbrıs Türkleri ile Türkiye Türklüğünü de eklersek iki yüz milyonu aşan Türk kökenli halkların hikâye edici metinlerine ulaşabiliriz. Anlatma, nakletme ihtiyacını bir vak’aya dayanarak karşılayan ifade bütünlüklerine ‘tahkiyeli’ metinler denilmesinden yanayım.
Türk atanın çocuklarının en eski metinlerinden olan, hem mit, hem epos (destan) özelliği taşıyan iki büyük servetimiz var: Dede Korkut destanları (ki yalnızca 12 kol/boy elimize ulaşmıştır) ve Köroğlu ile keleşleri (yüze yakın kolu olduğu söylenmektedir). Bu iki metindeki insan ve insan üstülükleri dikkate alarak benzeşmeyi ve istikrarı artırıcı millî benlik ve millî kimlik yapılan(dırıl)ması gerçekleştirilebilir.
Türk mitolojisi yoktur diyenlere en eski cevaplar, Ebul-Hayr’ın Saltuknâme adlı eseri ile Türk veya Uzun Firdevsî’nin Süleymannâme adlı eserlerinin bünyesindedir. Sûfi hayata ait, Hacı Bektaş Veli, Kaygusuz Abdal, Ahî Evran, Dede Karkın ve Şücâ(eddin) Veli ile Pîr Hoca Ahmet Yesevi başta olmak üzere Türk Müslümanlığının yayılmasını sağlayıcı şahsiyetleri anlatan metinlerdeki insanüstü ve olağanüstü unsurlar, Türk mitolojisine ait özelliklerdir.
Fuad Köprülü başta olmak üzere son 150 yıl içinde bu yönde yapılmış çalışmaların en olgunu merhum Bahaeddin Ögel’e ait 2 ciltlik Türk Mitolojisi adlı eserdir. Sovyet rejiminin yıkılıp, Türk dünyasına ait bilgilere ulaşılmış olması, bilinenleri zenginleştireceği muhakkaktır. Türk kökenli toplulukların mitolojisini, efsânelerini, destanlarını, masallarını, menkıbelerini, velâyetnâmelerini karşılaştırmalı metinler ve değerlendirmeler hâlinde yayınlayabilecek, yetkin, yeterli, grup çalışmasına gönüllü genç bilginler çıkacaktır.
Bilge kelimesinin hem hekim, hem hakem, hem hakîm, hem hâkim (yargıç), hem de üst yönetici anlamlarını taşıdığını gözden kaçırmazsak, Türk kökenli halkların meydana getirdiği kültür zenginliği ayrı bir anlam kazanacaktır. Devlet yetkililerinin bu açıdan baktıklarında önlerine başka kapılar açılacaktır.
Çetinoğlu: Dil, gelişmek için değişen bir yapıya sâhiptir. Değişimler, edebiyatla birlikte yaşanıyor. Değişimin tahakkuk etmesi için teşebbüs edilen arayışları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Prof. Tural: Değerli büyüğümüz, yaşca ağabeyimiz Oğuz Bey! Bu sorunuza cevap vermeye kalkmak, en az üç ciltlik bir kitap yazmayı gerektirir. Bu ise, benim bilgimi, gücümü aşan bir durumdur. Edebiyat metinlerine yansıyan sosyolojik, etnolojik ve pedagojik değer ve davranışların çizelgesini, olay ve kişilerin temsil ettiği örtülü ve açık çağrı nitelikli mesajların tablosunu yapmak, yeni bir dirilişin yolunu açabilir. Böyle bir ‘durum tespiti’ dahi -bulguların değerlendirilmesinden şimdilik vaz geçiyorum- başka kültürlerin im ve izlerine teslim olan örgün ve yaygın eğitim bilgilendiriciliğindeki yanlışları düzeltebilecektir. İşte dört kavram: İm, iz, bel, tamk. Bunlar yazılı dilimizde özellikle de terim olarak yaşıyor mu? Hem evet, hem hayır. Bilgisayar yaygınlaşınca körsir adlı arayıcıya imleç denildi, çok sevindim. Program yerine izlek denildi ama yaşatılamadı. Çok belli anlamındaki belgin kavramı özellikle kız çocuklarının adı oldu. Belli kelimesindeki kalıplaşmış hâli bir kenara, uyarıcı işaret anlamındaki bel kelimesi ufkumuzda değil. Tamk, Arapçadan aldığımız harf kelimesinin anlamdaşıdır, başkalarının aynı anlamı yüklediği işaret demektir. Tamk yerine harf, işaret yaşadı, yaşıyor. Benzeşerek bütünleşmeyi sağlayan değer ve davranışlar, TV’dan önce duâ, şiir, mûsıkî ve atalar sözü adlı eserler aracılığıyla canlı kılınıyordu, zamandan zamana, mekândan mekâna taşınıyordu. Kelimler de, deyimlerin, atasözlerinin dua ve bedduaların, nazımların ve ezgilerin içinde yaşatılıyordu. Bu taşıyıcı ve aşılayıcı değer ve davranışları, hem bilen, hem de bilinmesini sağlayan öğretmenler ise zekânın bütün fakültelerinin işlek kalmasını sağlamanın yorulmaz emekçileri idi. 1946’dan bu güne, hem ders kitabı, hem öğretmen profili adına zaman zaman üç dört yıl süren millî duyarlılık yansımaları oldu. Her Millî Eğitim bakanı kendini Mesih gibi görüyor, görülmesini istiyor. Yetmiş altı yıldır, Türkiye’deki örgün eğitim ve öğretim hayatı, çoğunluğu yabancı devletler ile uzmanlarının ve onlara teslim olmuş bürokratların yönlendirmeleriyle, hem basit, hem verimsiz, hem de bilgi üretmeyen bir çabalar dizisidir. Dile dayanarak ortak benlik ve kimlik kazandırmayı, bilim üretme heyecanı yaratmayı ön şart saymayan eğitim ve öğretim faaliyetlerinin sonu hayra çıkmamıştır, çıkamaz.
Çetinoğlu: Çok korkutucu ve mühim bir tespit. Bu tespitin doğruluğunu idrak edenlerin, ikinci kurtuluş savaşını derhal başlatmaları îcap eder. 2023 yılı Haziranı’nda olduğumuza göre 76 yılın başlangıcı olan 1947 yılında neler oldu. Mümkünse kısaca lütfetmeniz mümkün mü?
Prof. Tural: 1939- 45 yıllarında yedi yıl süren yedi milyon insanın öldüğü II. Dünya Savaşı’na Allah’a şükür biz girmedik. 1940 sonrasında Türkiye’nin savaşa girmesi için İngiltere ve Fransa el altından, bazen nâzik, bazen tehdit dolu ifadeler ile Almanlara savaş ilan edip kendi yanlarında olmamızı istediler. Sonunda İngilizlerin ünlü siyaset adamı Winston Churchill Cumhur Başkanımız İsmet İnönü ile buluşmak üzere önce Adana’ya geldi, görüştüler, sonra Kahire’de buluştular. Mehmet Arif Demirer’in bu konuyu işleyen kitabı, gerçekten bilgiler kaynağıdır. Savaş bitince Churchill bizi Stalin’in önüne attı. ABD de ‘sizi ben kurtarırım deyip hem askerî yardımda bulunmak, hem eğitim sistemimizi yeniden yapılandırmak üzere, siyasî, askerî yönlendirmelerini artırdı. ABD, ülkelerindeki Ermeni ve Rum diyasporalarının yönlendirmesiyle oluşmuş politikaların sonucu olarak, 1946 seçimlerinden sonra baskılarını iyice artırdı. Emperyalist patronlara ve uşaklarına karşı verilen bir savaş sonunda Türk zaferi kazanılmıştı; ardından bağımsız Türk Cumhuriyeti kurulmuştu. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bütünleşme adına, eğitim seferberliği ile vatandaşlaştırmayı, çağdaşlaşmayı, kalkınmayı ilke edinen programları hayata geçirmeye çalışıyordu.1947 yılında imzalanan gizli ikili anlaşmanın eğitimle ilgili bölümü ve orada yer alan ortak ‘eğitim komisyonu’nun hedefi açıktır: Türk millî benlik ve kimliğinin güçsüzleştirilmesine ait stratejik projenin uygulamaya konulması… Başta ABD, sonra da İngiliz ve Fransız devlet politikalarının ardında, 1916’dan bu güne kadar şiddetini artırarak yürütülen Ermeni ve Rum diyasporasının etkili baskılarının olduğunu biliyoruz. Bu üç devlet, dün Osmanlı, yüz yıldır Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve vatandaşlarının, kendi olma, kendi kalma adına, sömürülmeme, yeni kapitülasyonlar vermemek için yürütülen politikaların, kurumların ve uygulamaların ortadan kalkması için elinden geleni yaptı.
ABD’nde Ermeni diyasporasının lobicilik çabalarını, ünlü diplomat tarihçi büyükelçimiz Bilal Şimşir Bey’in TEKARVakfı yayını olan ABD’de Ermeni Lobisi adlı kitabından okumak gerekir. Oğuz Bey, Siz’e ulaştırıldığını bildiğim bu az sayfalı, fakat çok değerli, belgeli bilgilerden meydana gelen bu kitabı, her milletvekilimizin, vâlimizin ve bakanların mutlaka okumaları gerektiğini duyurmuş olayım. Sayın Çetinoğlu, sizin pek iyi bildiğiniz, sık sık tekrar edilerek, başkalarını da duymasını isteyeceğeniz bu konunun bir başka boyutuna işaret etmeme izin verir misiniz?
Çetinoğlu: Onuncu köye hicretten korkmayan biri olarak, tabiî ki doğruları tekrar etmekten, edilmesine yardımcı olmaktan başka bir murâdım yoktur. Bazı doğruların tekrar edilerek, aydınımızın tavır almasına sebep olmasını beklediğimiz cümlelerinizi lütfen esirgemeyin?
Prof. Tural: ABD, bazı ayrılıkçı topluluklara ve özellikle de Türklük ve Türkiye Cumhuriyeti düşmanlığı yapan kişi ve topluluklara hayal enjekte etmeyi, politikalarının esası saymaktadır. Daha dün ABD başkanı Bill Clinton, “ABD kontrolünde bir halife ile İslâm dünyasını yönetmek bizim için en masrafsız yoldur. Dinler arası diyalog tezi bizim beklentilerimizin gerçekleşmesini kolaylaştıracaktır.” demedi mi? Samimî ve bilinçli Müslümanlar, “Ilımlı İslâm”, “İbrahimî dinler”,”BOP” kavram ve stratejilerinin nerede üretilip, kimler aracılığıyla Türkiye’de yayıldığını araştırıp ilân etmelidir. Afganistan, Pakistan, Irak, Suriye ve Mısır’da mezhep ve tarikat destekleyiciğini ve kışkırtıcılığını uzaylılar mı yaptı? Bu ülkelerdeki iç savaş ve ayrılıkçı katliamları uzaylılar mı projelendirip uyguladı? ABD öncelikle Ermeni diyasporasını, Rum diyasporasını, onlarla işbirliği yapan diğer Türk düşmanı lobicilik yapanları, alenen –ve hattâ resmen– desteklemiyor mu? ABD’nin kültür ve dolayısıyla eğitim alanındaki etkilerinden biri, II. Dünya Savaşı sonrasında Senatör J. William Fulbright başkanlığında 1946’da kurulan Fulbright Komisyonu’nun çalışmalarıdır. Türk basınında, bu çalışmalar konusundaki haberler 1948 yılına aittir. Türk dostu şeklinde tanıtılan Senatör J. William Fulbright’in teşebbüsleri ile Türk-Amerikan Kültür Anlaşması 1949’da imzalanmıştı. Öğrenci değişimi, burs sağlama gibi faaliyetlerle yükseköğretim kurumlarında bu işbirliği hâlâ devam etmektedir. Bir diğer çalışma, ABD Başkanı John Kennedy tarafından ‘soğuk savaş’ döneminde başlatılan Barış Gönüllüleri Programı’dır ve Türkiye’de de uygulanmıştır. Barış Gönüllüleri Programı; ABD uzmanlarının gittikleri ülke halklarını daha yakından tanımak, kalkınmakta olan ülkelerin yetişmiş insan gücü ihtiyacını karşılayacak programlar üretilmesine yardımcı olmak, gittikleri ülkede Amerikan halkını daha iyi tanıtmak, menfaatlerini korumak hedeflerini taşımaktaydı. 1962-1969 yılları arasında Türkiye’ye 1.201 Barış Gönüllüsü gelmiş ve bunlardan 803’ü İngilizce öğretmeni olarak faaliyet göstermişti. Bu öğretmenler çok zekî Türk öğrencilerin ABD’ne transferi başta olmak üzere birçok işler yapmışlardı. Diğer dört yüz uzmanın neler yaptığını yetkililerimiz açıklamalıdır. Abd’nin ‘uzman’ unvanlı kişilerinin MEB’in Tâlim Terbiye Kurulu ile Ölçme Değerlendirme kuruluşlarındaki etkileri ayrıca değerlendirilmesi gereken alanlardır. ABD’nin iktisadî ve askerî alanlara ait Truman Doktrini ve Marshall Yardımı gibi, içinde eğitim ve öğretim programları bulunduran plan ve programları ve uygulamaları çok geniş bir konudur. Bu planların ve projelerin olumlu ve olumsuz yanlarıyla siyasetimizi ve devlet kuruluşlarımızı biçimlendirme niyetleri, yeni araştırmalarla hükme bağlanmalıdır. Bu tür faaliyetlerin eğitim alanında hiç bir fayda sağlamadığı söylenemez, tabiî ki, burs verilenlerden –çok az sayıda da olsa– bazı bilgin ve sanatçılarımızın dehâlarının ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur; ancak, kâr zarar hesabı gözetilerek, öncelikle yabancı uzmanların, donra da yabancı bursların sahne arkasında neler elde ettikleri konuları üzerinde düşünmek, gerçek aydınların görevidir.
Çetinoğlu: Teşekkür ederim Efendim. Türk eğitiminin durumu konusunda devam buyurur musunuz?
Prof. Tural: Estağfurullah, arzedeyim. Öğretmen… Hoca… Bir okulda görevlendirilme hakkı kazanmış insan. Bir insana, bir öğrenci grubuna, bir topluluğa, dolayısıyla da bir millete bilgi, değer, davranış aktaran, aşılayan yetişkin ve yeterli insan… Ehliyet ve liyakat sahibi, bilinçli ve kararlı öğretmen, hoca unvan ve yetkisine sâhip insanlar saygıya ve sevgiye lâyıktır. Öğretmen/hoca, kendisine emânet olunan çocukların, gençlerin ve yetişkinlerin düşüncelerinde, duygularında ve hayallerinde değişim ve dönüşümler yapacak. Onlar, insana en yakışır kıvamın oluşup korunmasına, toplumun istikrarına ve bütünleşmelerine katkıda bulunabilme bilincinin kazandırılmasına çalışacak. Öğretmen/Hoca, düzenli ve ısrarlı çabalar sonucunda, ahlâklı, erdemli, onurlu ve mutlu vatandaşlar yetişmesi için bilgi ve eğitim verilmesinin sorumluluğunu üstlenecek insanlardır. Öncelikle öğretmenin bilinçli olduğuna ve öğrencilere benzeştirme, bütünleştirme temelli bilgi ve eğitim verebilme sorumluluğunu alacak bir insan olup olmadığına bakılmalıdır. Öğretmen bu unvan ve göreve lâyık değilse ne yapılacaktır? Öğretmen kendisine teslim edilen öğrencilerin zekâsının en az üç fakültesinde uyarımlar yapmayı başarmalıdır. Öğretmen ahlâklı, erdemli ve Türk milletinin bütünleşme yükselme ve ileri gitme ideallerini kişiliğinin temelleri yapan vatandaşlar yetişmesinin öncüsü, örneği emekçisi olmayı benimseyip gereğini yapmalıdır. Bunlara sahip olmayan öğretmen Türklüğün geleceği adına zararlıdır. Bilgi, şahsiyet ve mesleğinin bir yaşama biçimine dönüştürmesi gereken öğretmenin maddî refah seviyesi ile sosyal itibarının korunması başta TBMM olmak üzere Devlet’in öncelikli görevlerindendir.
Çetinoğlu: Özür dilerim efendim! Bir ara soru daha sormam gerekiyor: ‘Zekânın üç fakültesi’ni isimlendirir misiniz?
Prof. Tural: Arzedeyim. Zekâ kavramı, Arapçada tezkiye etmek, farklıyı, yanlışı ayıracak ölçülerde kavramak, anlamak, anladığının göstergesi olmak üzere, zihnî ve bedenî tepki vermek işlemlerinin genel adıdır. Zekâ, akıl, duygu, hayal, hafıza, inanç(iman), ilham, matematik, zevk, sezgi, muhakeme, tefekkür ve beyan(ifade) adlı ana merkezlerinden oluşmaktadır. Zekâ, zihnin ve bedenin gerekli enerjileri toplamasını ve kullanmasını sağlayan güç, işlev ve işlerlikler toplamıdır. Her türden bilgi bu ana birimlerden, fakültelerden en az birini doğrudan, diğerlerini farklı şiddette olmak üzere, uyarmaktadır. Bu uyarılar, hem hükme dönüştürülüp tepkiye aktarılmakta, hem de hafıza adlı saklama deposuna yerleştirilmektedir. Dikkatle dinlemeyen, okumayan; dinlediğini, okuduğunu anlayamayan, anladığını ifade edemeyen bir insanın zekâ adlı merkezler bütününün dil/ifade ana birimi gerektiği gibi çalışmamaktadır. Bu ana merkez hiç çalışmıyorsa veya çok az devreye giriyorsa diğer fakültelerin işlerliğinden söz edilemez. Anne ve babamız ile kardeşlerimiz başta olmak üzere, yakın çevreden gelen sözlü, yazılı veya davranış biçimindeki bilgiler ve uyarılar, insan olma adına verilen imkân ve görevlere bağlı tercihlerimizi ve uygulamalarımızı hazırlıyor. Okunan, işitilen ve görülen o dili bilenin zekâ merkezlerinde bilgi kayıplarına yol açmaktadır. Doğru yanlış ayırımı yapmadan gerçekleşen bu kayıtlar, hüküm oluşturmaların, tepki vermelerin, hem sebebi, hem de sonucudur. İlk 14 yaştaki uyarımlara bağlı kayıtlar ise, çok önemli temel bilgilerin güçlü ve zor silinir uyarılara bağlı kayıtlardır. Öğretmen, hem bilgi aktarıyor(ta’lim) hem eğitim (terbiye) veriyor. Ahlâk ve vicdan da, iman ve güzellik duygusu da ilk 14-15 yıl içinde temelleri atılan insanlaştırıcı özelliklerdir. Kıvam kayıpları, kendi olma ârızaları bu yaşlarda yaşanan olumsuzlukların veya yanlış bilgilerin sonucudur. Mektep Arapça -bu gün- büro anlamında kullanılan bir kavram, biz okul diyelim. Öğretmen unvanı ve görevi taşıyan, bilgisi, ehliyeti, liyakati ve şahsiyeti bakımından çocuk, ergen ve genç emanet edilecek seviyede yetişmiş insan demek. Onun bilgisinde, şahsiyetinde bir eksiklik varsa, çocuklar, ergenler, gençler ondan ne alabilecek? Sağlık konusunda uzman hekime gitmeye dikkat eden insanların, öğretmenin kimlik ve kişilik bakımından yeterli olup olmadığına bakmaması gerçekten gariptir. Veliler bana itiraz edip ‘Orduya sınırlarımızı ve bağımsızlığımızı koruma görevi verirken ehliyet ve liyakat araştırması yapmıyoruz; çünkü bu, MSB’nin ve Genelkurmayın işidir. Evladımızı eğitimli ve bilgili kılmaları için emanet ettiğimiz öğretmenlerden ve müfredattan MEB ve Talim Terbiye sorumlu… Bunlar Devletimizin varlığını sağlayan parçalar değil mi? Devletimize bağlıyız ve güveniyoruz. Biz vergisini veren vatandaşlarız, Devlet kendisine düşeni yapmıyorsa bize düşen ne olacak?’ diye sorarlarsa ‘Medenî ve hukukî haklarınızı kullanın. Bunlardan biri de Anayasa Mahkemesine bu konularda dava açmaktır.’ derim, demeliyiz. Zekâsını ferdî ve millî meselelerini çözmek, millî bütünlüğü korumak için kullanmayan, bir grubun irâdesiz parçacığı olmakla yetinen insanların sayısı çok artmışsa, hastalık tehlikeli boyuttadır. Bu durum hem örgün eğitim, hem de yaygın eğitim kurumlarının Türkçe konusundaki yeterince duyarlı olmadığını göstermiyor mu? Siyasî irade ile onu denetlemesi gereken muhalefet de, bu konuda uyarılmalı değil mi? TBMM’nde Türkiye Cumhuriyeti devletinin anayasadan ve kanunlardan doğan irâdesini tartışmaya kalkan cümleler söylenebilmesi çok düşündürücüdür. Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu’nun delinmesi, tarîkat ve cemâatlerin Türk eğitim sistemini kendi hedefleri için yönlendirme çabaları karşısında, aydınların yarın adına ayağa kalkması gerekmez mi? Bu türden olumsuzlukların önlenmesi için, kamuoyunun uyarılması, medenî ve hukukî yolların işletilmesi elzemdir.
Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim. Parlak bir bilgi. Zekâ kelimesinde kalmıştınız…
Prof. Tural: Her insanın bütün merkezleri işletebildiğini söylemek mümkün değil ama zekâ, -bence- on iki ana birimli, fakülteli bir hazine. Bu konudaki fikirlerime katılmayan olabilir; fakat, izninizle bu noktada şunları da ifâde edeyim: Zekâ, insanın kendisini, yakın çevresindeki her türden varlığı, evreni ve Rabb’i öğrenme, kavrama, bilme, hak ve yetkisi kazandıran bir nimettir. Zekâ, sinir hücrelerinin işlevlerini yapabildiği ölçüde insanı kazançlı kılan ve besleyip öz-beni, öz-kimliği ile öz-erkini bil(in)ir kılan yüksek enerji ve yönetim merkezidir. Zekâ, on iki ana merkezin işlerliğinin sonucu olan, sözlü ve yazılı ifâdeler aracılığıyla bağlar ve bağlantılar kurmaya; zenginleştirildiği ölçüde, tefekkür etmeye; zamanında ve yerinde uygun davranışlar yapmaya; araç ve gereçler üretip geliştirmeye; üstün insan olmaya hazırlayıcı güç, işlev ve yeterlilik toplamıdır.
Duâ, şiir, mûsıkî ve yeterli olduğundan emin olduğumuz öğretmen, insanın zekâsının ana bölümlerine uyarımlar göndererek, hem yeni bilgiler kazandıracak, hem de yeni bilgi üretilmesini sağlamanın isteğini yaratacak… Bunu Türk dilinin imkânlarıyla yaratılmış kavram ve terimlerle yapacak… Devlet’in böyle bir hedefi, bu hedefe ulaşmayı sağlayıcı ısrarı ve denetimi yoksa, ödeyeceği fatura da ağır olacaktır. Devlet, geleceği gözetebildiği ölçüde, vatanını ve vatandaşlarını tehlikelerden korur. İnsana yapılan yatırım kârlılığı en yüksek yatırımdır. Bir büyük deprem taş üstünde taş koymayabilir, bir büyük yaygın salgın hastalık, gövde de, baş da bırakmayabilir. İnsana yapılmış yatırımlar işte bu zamanlarda ortaya çıkar. Düşmanlar târihin en ileri teknolojileriyle saldırabilirler, insana yapılmış yatırımın değeri işte o zaman anlaşılır. İnsana yapılmış yatırım, bilinçli, ısrarlı ve başarılıysa, mensubiyet duygusunun bilinç seviyesine çıkarılarak ortak erk’in bir parçası olma da sağlanmış olacaktır. Zekâ, insanın hem kendisini, hem mensup olunan milleti, bağlantılı sayılan vatanın ve devletin korunmasını ön şartlı ilke sayar.
Rab insana zekâ adlı serveti bağışlayarak özel bir konum kazandırmıştır. Melekler, kendilerine verilen görevler dışında zekâ fakültelerine mâlik değiller. Cinlerin, insana verilen zekâ fakültelerinden hangilerine sahip olup olmadıklarını bilmiyorum; onların temel yapı malzemelerinin tamamen farklı olduğu herkes tarafından biliniyor. Onların da insanların kullandığı dillere çok benzeyen dilleri olduğunu çeşitli bilginlerden işitmiştim. Bundan sonrası konumuzun dışındadır. İnsan adlı varlık, vahye muhatap olduğu gibi dil sahipliği ve kendine mahsus kültür oluşturup geliştirmesi açısından diğer varlıklardan çok ayrıdır. Bu açıdan bakınca her dilin, onun sahibi olan halk tarafından geliştirme hakkı olduğu açıktır.
(DEVAM EDECEK)