İkinci Bölüm
Oğuz Çetinoğlu: Milletlerin dil adlı servetlerinin akislerinden meydana gelen edebiyat dünyâmızla ilgili görüşlerinizi lütfeder misiniz?
Prof. Dr. Sâdık K. Tural: Oğuz Beyefendi, önce biraz farklıca şeyler söylememe izin veriniz, lütfen.
Çetinoğlu: Lütfedersiniz Efendim…
Tural: Estağfirullah. Allah, insan denilen varlığı, cinlerden de, hayvanlardan da, bitkilerden de daha farklı bir yapı taşıyacak özelliklerle donatarak yaratmış. İnsana ayrı bir yazılım (kader, takdir, mukadderat) yüklemiş. Her insan, doğum zamanı ve atalarından aldığı olumlu ve olumsuzluklara bağlı ihtimaller, ana bilgisayarına kodlanmış olarak doğuyor. DNA denilen bir ‘mikroçip’in içinde, kesin (muhkem) ve değişebilir (muallak) olacakların, olabilirliklerin, kısacası ihtimallerin hepsi yazılımlı. İnsan ihtimallerin içinden kendi irâdesi ile seçimler yapıp ömrünü tüketiyor. Bu konularda son beş yılda zekâsı uygun olanları sarsan nörolog Profesör Doktor İsmail Hakkı Aydın’ın eserlerinde çok değişik bilgiler var. Yaratan’ın sıfat isimlerinin anlamlarına ait bilgileri Allah’ı Tanımak ve Anlamak adlı kitabıyla aydına sunan tarla bitkileri genetiği profesörü Orhan Aslan gibi, Kur’ân-ı Kerîm’i anlam katmanlarıyla anlamaya ve anlatmaya çalışan İsmail Hakkı Aydın gibi bilginlere ihtiyacımız var. Bu iki bilgin gibi, bir cemaatin mensubu, temsilcisi, tarîkat sözcüsü olmayan fen ve tabiat bilimleri ile sağlık bilimlerinden haberdar olan insan sayısı yüzü aşmalıdır. Bu gerçekleşirse, İsrâ Sûresi’nin biyo-genetik bilgiler taşıdığını, Mürselât Sûresi’ne kodlanan evrendeki dönüşümlerin, Yâsin Sûresi’deki bazı âyetlerin gezegenlerin yörüngelerine ve ritmine ait sırları anlattığını öğrenmemiş olacağız. Kur’ân’ın öncelikle Rab, sonra da, insan ve evren bilgisi olduğunun anlatılmaması, çoğunluğu, merdiven altı din bilgisinin kucağına veya külliyen inkâr edip inanmazlığa itecektir. İnancı sömürülenler de, inkâr edenler de kendilerine yazık etmektedirler. Ateist, deist ve zekâyı dışlayan yobaz softalara teslim olmuşluk nasıl giderilecek? Bir yandan iman ve ibâdet baronlarının, bir yandan da bilgi ve teknolojide ileri ülkelerin, aklımızı, inancımızı, emeğimizi ve vatanımızı sömürmelerine karşı çıkılmasına işaret etmeye çalışıyorum.
Çetinoğlu: Efendim, Cenâb-ı Allah sonumuzu hayreylesin. İlimden bahis açılınca içimi sızlatan bir mevzudan kısaca temas etmek ihtiyacındayım:
Konferans verilirken veya röportaj soruları cevaplandırılırken felsefe alanında; Sokrates (?-MÖ-399), Descartes (1596-1650), Spinoza (1638-1677), Kant (1724-1804), Nietzche (1844-1906); sosyoloji alanında Saint Simon (1760-1825), Comte (1798-1857), Durkheim (1857-1917), Weber (1864-1920) gibi âlimlerin ismi geçer. Türk olarak Felsefe alanında Farâbî (870-950), İbn-i Sîna (980 1037), eğitim alanında Nizamülmülk (1018-1092), Gazzali (1041-111), Geylânî (1077-1166) ve Mevlânâ (1207-1273) isimleri (muhtemelen İslâmî eğitimci oldukları için) nâdiren anılmaktadır. Ayrıca garip bir tecellidir ki son 5 isim, kesinlikle Türk olmasına rağmen, İranlılar tarafından, bizden daha fazla sâhiplenilmektedir. Bu mevzuda söyleyecekleriniz vardır mutlaka…
Tural: Bildiğinizi halkla paylaşmak için sorular yöneltip bizlere tekrar ettirdiğiniz için Allah Sizden râzı olsun.Felsefenin ve bilimin üstadlarının milliyetinden çok ezelî ve ebedî hikmetli hükümlere ne kadar yakın olduklarına bakmak gerektiğine inananlardanım. İslâm’a hizmet etmiş Türk bilginleri meselesine gelince: Ben de sizin gibi düşünenlerdenim. Tebriz’den veya Horasan’dan gelen, Resulullah’ın sahâbesi ve dostlarından olan Selmân-ı Fârisî Türk, müçtehit Ahmed Bin Hanbel Türk Oğlu Türk… Zemahşeri, Buhârî, Tırmızî, Maturidî, Muhammed Farabî, Ahmed Yesevî, Hacı Bektaş Veli, Celâleddin Rûmi, Ahî Evren gibi Türk oğlu Türklerin milliyetlerini söylemek gerektiğini düşünenlerdenim. Emevî- Vehhâbî Müslümanlığının ve onların aramızdaki Türklüğe saygı ve sevgi duymayan uzantılarının İslâm’ı Arapların millî dini, diğer Müslümanları mevâli sayan mahlûkatın faaliyetlerine dikkat edilmelidir. 14. yüzyılın öncesine ait din bilginleri içinde Allah’ın hikmetiyle Türk coğrafyasına yayılan ehl-i beyt çocuğu kız ve erkeklerin torunları olan seyyid ve şerifler de dâhil binlerce Türk oğlu Türk ışıklı şahsiyet… Bir örnek sayın lütfen: İbnülemin Mahmut Kemal Merhum, Horasandan Malatya çevresine yerleşen ehl-i beytin kız alıp vermelerin sonucundaki hikmetlerle seyyid olan ailelerinden biri olduklarını anlatırmış. Türk kökenli büyük âlim, müçtehit ve hakiymlerin eserleriniArapça veya Farsça yazmış olmaları bir kenara, mensubiyetleri hakkında bilinenlerin söylenmemiş olması üzücü… Türk tarihçisive ilâhiyatçısı bu bilgilerin gündemde tutulmasını sağlamalıdır. Türk âlimlerinin, hakiymlerinin adlarını, hayat hikâyeleri ile eserlerini bilmek yeni bilgi ve buluşlara yol açabilir. MEB liselere seçmeli de olsa Türk bilgin ve bilgeleri konulu bir ders konulmasını düşünebilse… Sizin bu konudaki gayretleriniz için şükranlarımı tekrarlamış olmak isterim. İnsana, cinlere ve diğer yaratıklara ait sırlar ile hem dünyadaki, hem evrendeki varlıklara ve düzene âit fizik, kimya, botanik, astro-fizik sırları öğrenmek benim milletimin bilginlerinin de görevi olmalı. Başkalarının malını satan bezirgânlar değil, bilim ve teknoloji üreten Aliym ve Hakiym olanen büyük eğitimci ve öğretici RAB tarafından yaratılmış ölçülü düzenin (evzân) anlaşılmasına çabalayan bilginlerin sayısını artırmak için, siz de çağrı yapın lütfen. Sizin gibi kanâat önderlerinin, bu konudaki çağrıyı sık sık tekrarlayarak gündemde tutması unvan ve şöhret şımarıklarını mahçup edebilir. (Unvanlı ve makam sâhibi birisi ‘Türkçe ile bilim yapılamaz’ diye açıklama yaptığında, on binlerce kişi dâvâ açsaydı, bu türden câhiller daha dikkatli olurlardı.)
İman ve ibâdet baronlarını bir kenara bırakarak Furkan olan Kitab’a tefekkür ederek yaklaşanlar, insanların hayrına olan adımlar atılmasını da sağlayabilecekler. Bana göre önümüzdeki on beş yıl içinde, şimdilerde, dünyâdaki bin kişinin düşünebildiği bilgi ve araç gereçler de, istikrar sıkıntılarına yol açan olaylar da gerçekleşecek. Bu türden hükümleri kâhinler değil, durumu doğru değerlendirebilenler, çeşitli zeminlerde paylaşıyorlar. Onların diğer bir iddiası şu: Rab, aile, dil, devlet ve vatan kavramlarına karşı çıkan anlayış sâhipleri, Deccal ile el ele verecek, imânını, vahyin desteklediği bilimle sağlamlaştırmış olanlar dışındakileri çöküntüye sokacaklar.
Rab insanın iyi ile kötü, güzel ile çirkin, hayır ile şer arasında seçimler yapabilmesini, öz-bilgisayarını kullanmasını, öz-benini şerden, çirkinden, kötüden, iğrençten uzak tutmaya çalışmasını istiyor. Rab, aramızdan seçtiği insanları elçi kılıp yarattıklarının düzeni konusunda yasaklar koyup sınırları belirleyip uymayanları cezalandıracağını bildirmiş. Rab, insanın ‘öz-erk’ini kullanarak toplumdaki istikrarın sağlanmasını, istikrar üzere olunmasını istiyor. Öz-erk kavramı Esmâ-i Hüsnâ’dan mürîd adının karşılığı… İrâdesi olan ve irâdesini kendisinin ve diğer varlıkların yaratılış sebebine uygun ölçü ve biçimlerle devamının sağlanması konusunda üzerine düşeni yapma güç ve yetkisi mürîd sıfat ismini taşır. Müriyd olabilen insan, iman ve ibâdetini grup taassubuyla yaşamayı seçenlerin parçası olmayı kabul etmez.
Çetinoğlu: Târihi, sür’atli bir şekilde film şeridi gibi zihnimizde canlandırdığımızda; büyük âlimler, büyük kahramanlar, şâirler, sanatkârlar yetiştirdiğimizi görürüz. Bir söz vardır: ‘Sabah kahvaltısı ne kadar kuvvetli yapılırsa yapılsın, öğle üzeri veya en geç ikindiye doğru insan acıkır.’ Bizler geçmişimizle öğünüp, ‘geçmişte yapmıştık, gelecekte de yaparız’ diyerek moralimizi diri tutmaya çalışıyoruz. Gelecek nesiller, târihî müktesebâtımızı yeterince bilmiyor. Onlara hem târihimizi öğretemediğimiz hem de iftihar edeceği büyük isimler yetiştiremediğimiz için haksızlık etmiş oluyoruz. Kaşgarlı Mahmud’dan, Yunus Emre’den tevârüs ettiğimiz Türkçemizi de yaralı bereli bir şekilde devretmek mecburiyetindeyiz…
Tural: İnsan, RAB ile İblis arasında geçici ile ebedî, doğru ile yanlış arasında beden ve ruh istikrarına zarar veren gel-gitler yaşıyor. İnsan; aklını, ilhâmını ve fikrini edeb ve ahlâk ölçüleri ile arındırdığı, basîret, ferâset ve vecdini güçlendirdiği oranda öz-erki de dâima işleyişini devam ettirecek. Akıl, fikir, ilham ve beden insana verilmiş servetlerin önde gelenleri. Sak kelimesi; uyanık, enerjili, tetikte, gereken zaman ve durumlarda gerekli tepkiyi vererek varlığı hem koruma hem devam ettirme özelliği anlamını taşıyan üç bin yıllık bir Türk kelimesidir. Birer hazine sayılması gereken akıl da, fikir de beden de sak olmalı. Sakılık -günümüzdeki söyleyişle sağlık– hem kişi hem topluluk ölçeğinde bozulmuş ise, insan olmaya bağlı özellikler ve işlevler de yeterince işle(tile)miyor demektir. İstikrarın göstergesi sağlıklı iletişim ve uzlaşarak anlaşma. Anlaşmayı sağlayan dilin sağlığı ve güzelliği de korunması gereken bir servet. Dil, insanlaşmanın da, bir dilin etrafında benzeşerek bütünleşmenin ve bir özel topluluk oluşturmanın da temelidir.
Muharrem Ergin’in Türk Dil Bilgisi adlı anıt eserindeki tanımı ezberlemeliyiz: “Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabiî bir vasıta, kendisine mahsus kanunları olan ve ancak bu kanunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar sistemi, seslerden örülmüş içtimaî ve millî bir müessesedir.”
Bu tanımın parçalarını -birer ara başlık yaparak- açıklayan merhum Muharrem Hoca, dilin kültür denilen birikimin oluşumundaki, gelişimindeki ve geleceğe aktarılmasındaki işlevine ve gücüne işâret etmektedir.
Ayrıntıya girmeden şunları da izninizle söyleyeyim: Herhangi bir varlığın hem parçacıklarının hem de bütünlüğünün, en uygun, en anlamlı, en işlevli ve en güzel ölçü ve oranları bulmuş olmasına kıvam denildiğini bilirsiniz. Ölçünün, oranın ve terkibin de, görüntünün de en uygun kılınmışlığı ‘Allah’ adlı varlıklar üstü ‘mutlak erk’e özgü bir yetki ve yeterlilik. İnsanın diğer yaratıklardan üstünlüğüne işâret eden âyet Tîn Sûresinde… “İnsan ahsen-i takvîm (en güzel kıvam) üzre yaratılmış.” Bu yaratılışına aykırı yönde yürüyen İblis’i dinleyen insanın uyarılması gerekmez mi?
Bu insanı kemal noktasına taşımanın, asıl yapısı olan mükemmel kıvamını arayıp bulmasının hem sebebi, hem sonucu, beyan nitelikli söz bütünlükleridir. Beyan nitelikli söz bütünlüklerinin en muhteşemi ve en üstün olanı, vahiy adı verilen ve Rab dilinden bir insan topluluğunun diline aktarılmış olan hükümlerdir. O metinler, sıradan bir ifâde değil, hem anlam, hem de ses bakımından milyarlarca sırrı bünyesinde taşıyan beyan nitelikli hikmetli hükümlerdir. Rabb’in sahife/tablet veya kitap hâlinde vahiy adlı ifâde sistemiyle ulaştırdığı bilgi ve bildirimler, beyanın en özel ve güzel örnekleridir. Hikmetleri anlatırken tefekkürü zenginleştiren, istikrarın peşine düşüren, feyizlendiren bir beyan güzelliği… Vahiy adlı söz bütünlüklerinin hiç değişmeyen özel yanı bu.
Beyanın ikinci dereceden örnekler alanı ise, felsefî metinler ile edebiyat metinleridir. Dil bu iki alanda imbiklenmiş olarak ifadeye taşınıyor. Başka dillerden fiil ve ek almamak şartı ile dilimizin bilim,ve edebiyat dili olarak yaşamasını istemek, her vatandaşın görevidir.
Çetinoğlu: Edebiyatımız hakkında neler söylemek istersiniz?
Tural: İnsan, güzel ifâde etmeye, güzel söylenmiş, yazılmış olana yakın duruyor. Söz adlı aracıyı en güzel, en etkili, karmaşaya ve yanlış anlamaya hiçbir şekilde yol açmayacak tarzda kullanılmasına genel olarak edebiyat deniliyor. Arapçadan aldığımız belâga(t) kavramını sekiz yüz yıla yakın bir zaman kullandıktan sonra, yaklaşık yüz elli yıldır edebiyat kavramınıterimleştirdik.
Edebiyat kelimesi, hem edebî eserleri, hem de bu kavramın içine giren metinlerin araştırılmasını karşılayan bir kavramdır. Edebiyat eserleri nazım, şiir ile her türden vak’alı anlatım türlerini de, oyun denilen piyesler ile senaryo metinlerini de içine alıyor. Edebiyat hayatı toplumdaki kültür katmanlarının ihtiyacını karşılarken, az çok değişen bir zevk ve ifâde yansıtıyor. Edebiyat eseri sayılan metinlerde, hem sözün en seçilmişleriyle özel bir düzen elde edilmesini, hem de insana -ve topluma- ait edebin yaşatılmasını beklemek aydın olmanın şartlarındandır.
Edebiyat bilimi ise, yaratıcılığı değil araştırıcılığı, aydınlatıcılığı, yorumlayıcılığı, değerlendiriciliği esas alan bir faaliyettir; bu yola çıkana da edebiyat araştırmacısı, edebiyat bilimci denilmelidir. Edebiyat bilimi beş ana daldan oluşuyor: Kavram, terim ve yöntem bilgisine ait çalışmalar; edebiyat araştırması ve edebiyat eleştirisi sayılan metinler; edebiyat sosyolojisi (eserin gördüğü ilgi ve onu var edenin kimliği ve kişiliği); edebiyat târihi; edebiyatın eğitim ve öğretimi… Edebiyat bilimi, şahsî görüş ve yorumları azaltarak, ortak bakışa bağlı yöntemlere dayanarak verdiği hükümlerle bir halkın kültür hayatına aynalık edebilecek bir alandır. Edebiyat bilimi, başta tarih olmak üzere çeşitli ilim dallarından ve dinî bilgiler alanlarından yararlanarak yürüdüğü oranda hükümleri sağlam olacaktır.
Çetinoğlu: ‘Bilim’ kelimesini ‘ilim’ yerine kullananlar büyük çoğunluğu teşkil ediyor. Sorulduğunda, ‘ilim’ Arapça, ‘bilim’ Türkçe… Gerekçesinin ardına sığınılıyor. Türkçe hassasiyeti olan bir dilci olarak siz ne diyorsunuz?
Tural: Oğuz Beyefendi, bilmek,fiilinden türeyen bilgi kavramının anlamı, okuyarak veya işiterek yahut yaşayarak elde edilen hüküm nitelikli kazançlardır. Hüküm nitelikli bilgilerin kazanılma yol ve yöntemleri dikkate alınarak Türk dilinde çede var edilmiş kelimeler de var: Öğrenme, belleme, ezberleme, anlama, kavrama, bilme… Arap dilinde alime (ilim, mâlum ve aynı kökten diğer kelimeler), akale (akıl vd.), fekere (fikir, tefekkür, efkâr vd.), arife (irfan, ârif vd), dereke (idrak vd.), hakeme (hüküm vd.), feraka (fark vd.), şeare (şuur vd.), feyaza (feyz vd.), fehime (fehm, mefhum vd); cerebe (tecrübe vd), derese (ders vd.), keşefe (keşf, kâşif vd) başta olmak üzere, fiil kökünden türemiş yeni filler ve kavram adları var. İman kelimesi de bir bilgilenme türüdür ve bilgilenme yollarına işâret eden kavram adları kurmaktadır. Bilgi edinmeyle ilgili üç yüzden fazla Arapça asıllı kelimeden günümüz Türkçesinde günlük dilde kırktan fazlası, türevleriyle birlikte yaşıyor: Âlim, ilim; akıl, ma’kul; ârif, irfan; hâkim, hekim, hakem, hüküm, muhakeme… Bu kelimelerden birini, ilim kavramını alıp İslâm ve vahiy olan bilgiler ve bu bilgilere ait araştırma ve incelemeler olarak anlayan gruplar var. Yaklaşık yüz yıldır şu cümle çeşitli ses tonlarıyla halkımızın arasında yaşıyor, yaşatılıyor: ‘Bu asrî bilgilerden meydana gelen bilim dedikleri şeyler, ilmi susturmak, imansızlığı ve fitneyi yaymak içindir; çocuklarınızı ve gençlerinizi mekteplerin de, kitapların da bu tecâvüz ve tehlikesinden koruyun, mümkünse asrî mekteplere salmayın.’ Buradaki anahtar kelime ilim kavramıdır. Cehile fiili, Arapçada hem hiç bir şey bilmemek, hem de bildiğini yeterli saymak, hattâ bildikleri dışında kalan bilgilere karşı olmak, düşmanlık etmek anlamlarına geliyor. Benim kelimelerle kavgam yok, ilim de derim, yazarım, bilim de; zevksiz uydurukça denilecek türden olanlar dışında, Almanca veya Fransızca yahut İngilizce veyahut Arapça, Farsça yerine Türkçe olanı kullanmaya dikkat ediyorum. Son yirmi yıldır ise, daha çok dikkat ettiğimi söyleyebilirim. İlim, âlim, ma’lum kelimelerine, kavramlarına evet; ama, bilgi, bilim, bilgin, bilimlik bilgi kavramlarına karşı olunmamak şartıyla. Hikmet ve hakîm kavramlarına evet; ama bilge, bilgelik, bilgelik bilgisi kelime ve kavramlarını kullanmaya da duyarlılık göstererek… Zekâ karşılığı olarak dil bilgisi kurallarına uygun olarak üretilen, hattâ çok da zevksiz sayılmayacak olan anlak kelimesi ve kavramı yaşayamadı; zekî ve tezkiye kavramları yaşayışlarını sürdürüyorlar. Deyimler ve atasözlerinin içine yerleşmiş olan kelime ve kavramlar ile çok yaygın olan sevilmiş nazımlardaki kelime ve kavramlar, Arapça, Farsça veya Batı dillerinden de olsa yaşamaya devam ediyor. Bu gerçekliği dikkate alarak dilin kendine özgü bir zevk inceliğine dayanan, kendini koruma çabası var, onu yok saymak doğru değildir, demek istiyorum. Zorlama yerine bilinç göstermek diyelim; sizin Türkçe konusundaki duyarlılığınızın -okuyucunuz olarak- şâhitlerindenim.
Âriflerin, âlimlerin ve hakîmlerin hem vahyi doğru anlayıp anlatmaları, hem çağın idrakine söyleyip imansızlığı durdurmaları gerekirdi. Ne yazık ki, ilim adına anlattıkları ilmihal bilgisini aşmayanların, cennetteki verilecek hûri- gılman meselesiyle akıl ve fikirlerini meşgul edip toplumu bunlarla ifsat edenlerin çoğunluğu oluşturduğu açıktır. İslâmî ilimler, sağlık, fen ve tabiat ilimleriyle de beşerî ilimler de, işbirliği ve ortak hükümler üretmeyi benimsemedikçe, cehâlet ilim ile bilimi karşıt sayacak ve saydıracaktır. İlim kelimesine düşmanlık etmek de ayrı bir yobazlıktır.
Çetinoğlu:Teşekkür ederim Efendim. Bu konudaki hassasiyetim, Arapça olduğu ileri sürülerek ‘ilmî’ kelimesi yerine ‘bilimsel’ kelimesini dilimize yerleştirmek maksadıyla ‘ilim’ kelimesini keenlemyekün addedilmesini önlemek ve Fransızcadan aparılan ‘sel’ – ‘sal’ takılarından dilimizi kurtarmaktır. ‘Yerine göre ilim ve bilim kelimelerinin ikisini de kullanmak mümkündür’ diye düşünüyorum.
(DEVAM EDECEK)