Oğuz Çetinoğlu: Mülâkatımıza Tasavvuf kavramının târifi ile başlayabilir miyiz?
Prof. Dr. Dilâver Gürer: Çok kıymetli Oğuz hocam, sözlerime başlamadan önce, bana bu röportaj imkânını tanıdığınız için size sonsuz teşekkürlerimi arz ediyorum.
Günümüze kadar tasavvuf kavramının gerek sûfîler tarafından gerekse sûfî olmayanlar tarafından yâni içeriden ve dışarıdan pek çok târifi yapılmıştır ki bu târiflerin sayısı yüzlercedir. Tasavvuf dinî hayatın tamamını kuşattığı için kavram anlamıyla da onun târifini yapmanın zorlukları vardır. Genellikle tasavvuf çevrelerinde eskiden beri “Tasavvuf hâldir, kâl değildir” yâni o yaşanarak öğrenilen bir ilimdir, kitaplardan ve söz ile onu öğrenmek mümkün değildir, şeklinde bir târif yapılır. Bu bize tasavvufun bir “içeriden” bir de “dışarıdan” târifinin yapılması gerektiğini gösterir. Tasavvuf’un içeriden yâni bizzat onu yaşayan sûfîler tarafından çok çeşitli târifleri yapılmıştır. Bu târiflerin birbirinden farklı olmasının sebebi her sûfînin içerisinde bulunduğu hâl ile ilgilidir. Başka bir deyişle her sûfî içinde bulunduğu özel duruma ve o anda yaşadığı hâle göre tasavvufu târif etmiştir. Bu târiflerden bâzıları şunlardır:
*Ma’rûf-ı Kerhî (v. 200/849): “Tasavvuf, hakîkatle (mârifetle) donanmak ve insanların sâhip olduğu şeylerden (dünyâlıktan) yüz çevirmektir.”
*Seriyy-i Sakatî (v. 251/865): “Tasavvuf güzel ahlâktır.”
*Ebû Hafs Haddâd (v. 270/883): “Tasavvuf tamamen edeptir.”
*Cüneyd-i Bağdâdî (v. 298/910): “Tasavvuf, Hakk’ın seni sende (kötü sıfatlarında) öldürmesi ve kendisiyle (güzel sıfatlarla) diriltmesidir.”
Ebu’l-Hüseyin Nûrî (v. 295/907): “Tasavvuf nefsin bütün isteklerini ve zevklerini terk etmektir.” “Tasavvuf hürriyettir, şerefli olmaktır, gösterişi terk etmektir, cömertliktir.”
Sûfîlerin bunlardan başka “Tasavvuf, dînin ihsan boyutudur” “Tasavvuf, nefsin terbiye ve tezkiye edilmesidir” “Tasavvuf, takvâdır” “Tasavvuf, mârifetullah elde etmektir” şeklinde özetleyebileceğimiz pek çok tasavvuf târifleri vardır. Biz bu târifleri genel olarak değerlendirecek olursak, başka bir ifâdeyle “dışarıdan” bir târif yapacak olursak “Tasavvuf, dindar bir Müslüman’ın Cenâb-ı Hakk’a daha yakın olmak maksadıyla, nefsini terbiye ederek, ibâdet ve irfan yolunda yürümesi, böylece kâmil bir insan olmaya çalışmasıdır” diyebiliriz.
Diğer taraftan tasavvuf kelimesinin türediği kök kelime hakkında da çok farklı görüşler vardır. Meselâ: Sûfîler Hak yoluna hizmet ve ibâdette dâima ilk safta yer aldıkları için, sıra, dizi anlamındaki ‘saff’ kelimesinden; bâzı ve özellikle de ilk dönem Sûfîleri -ki biz bunlara zâhid diyoruz- kimi zaman çöllerde, kırlarda biten bitkilerle karınlarını doyurdukları için, çölde yetişen bir bitki olan ‘sufâne’ kelimesinden; Sûfîler kalp, ruh ve nefis temizliğine önem verdikleri için, temizlik, saflık anlamındaki ‘safâ’ kelimesinden; tarîkatlerde şeyhlerin ve etrafındaki müritlerin hayatı ile benzerliğinden dolayı, Hz. Peygamber’in mescidinin bitişiğindeki bir bölümde yaşayan ve hayatlarını Hz. Peygamber’e yakınlık içerisinde ilim ve zikir ile geçirmiş olan Ashâb-ı Suffe’nin ‘suffe’ kelimesinden; Sûfîler hikmet ile uğraştıkları için, Yunanca bir kelime olan ve hikmet anlamına gelen ‘sophia’ kelimesinden; Sûfîlerin, İslâm târihinde tevazuun, âbidliğin simgesi hâline gelmiş yün elbise giymeleri sebebiyle, yün anlamına gelen Arapça ‘sûf’ kelimesinden türediği şeklinde görüşler ileri sürülmüştür. Bugün îtibâriyle, araştırmacılar arasındaki yaygın kanaat tasavvuf kelimesinin yün anlamına gelen “sûf” kelimesinden türediği şeklindedir. Çünkü az önce zikredilen diğer kelimelerden “tasavvuf” kelimesinin türemesi Arapça gramer kurallarına göre mümkün değildir. İslâm kültüründe yün elbise giyme geleneği Hz. Peygamber’den önceki peygamberlere kadar uzanır ve tevâzu, alçak gönüllülük, fakirlik gibi erdemleri sembolize etmektedir.
Çetinoğlu: İslâm târihinde ilk mutasavvıflar;
Ord. Prof. Dr. Mehmet Fuat Köprülü’nün tespitine göre Hoca Ahmed Yesevî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Hacı Bektâş-ı Veli, Yunus Emre, Hacı Bayrâm-ı Veli ve Şeyh Bedreddin olarak biliniyor.
Bu şahısların, İslâmiyet’i tebliğ konusunda başarılı çalışmaları olmuştur.
Buna rağmen bâzı ilâhiyatçı profesörler, tasavvuf ilminin ve isim vermeksizin mutasavvıfların aleyhinde sözlü ve yazılı beyanda bulunuyorlar. Yorumunuzu lütfeder misiniz?
Prof. Gürer: Estağfirullah, dilimin döndüğünce ifâde etmeye çalışayım. Biliyorsunuz ki, bu tür eleştiriler toplumu oluşturan entelektüel kesim içerisinde diğer grup veya kişiler için dâima olagelmiştir. Bu durumu bir nevi ilmin veya entelektüel olmanın “tabîi akışı” olarak niteleyebiliriz. Özelde mutasavvıfların eleştirilmesine gelince, bunu da birkaç gruba ayırmak mümkündür. Bu eleştirilerin insaflısı var, insafsızı var; iyi niyetlisi var, kötü niyetlisi var; haklısı var, haksızı var. Dolayısıyla eleştiriyi genel olarak değil de her bir eleştiriyi müstakil olarak değerlendirmek gerektiği kanaatindeyim.
Çetinoğlu: Mutasavvıflar aleyhindeki görüşlerin; tasavvuf ilminin, Peygamber Efendimizin ebedî âleme doğuşundan sonra ortaya çıkması ile bağlantısı olabilir mi?
Prof. Gürer: Elbette ki olabilir. Aslında İslâm dünyâsında her alandaki târihî problemlerin neredeyse tamamının Hz. Peygamber’in irtihali sonrasında ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Biz tasavvuf akademisyenleri tasavvufu bilhassa dinin ihsan boyutu, yâni dinin ahlâk, ibâdet ve irfan boyutu olması yönüyle açıklarız. Bu boyutun yanında dinin bir de iman yâni inanç esasları boyutu (Kelâm) ile ibâdet ve gündelik hayat boyutu (Fıkıh/İslâm Hukuku) vardır. Diğer iki boyutu dinin teorik kısmını oluşturur, ihsan boyutu ise daha çok ferdî uygulamaya dayanır. Başka bir ifâdeyle Fıkıh’ta ve Kelâm’da kurallar bellidir ve bu kuralların uygulanıp uygulanmadığı kolaylıkla değerlendirilebilir, fakat Tasavvuf bir uygulamadır, teori değil pratiktir. Meselâ bir kimsenin kaç rekât namaz kıldığını, namazda okuduğu sûre ve duâlardan onun imanının olduğunu anlayabiliriz; yine namazının bozulup bozulmadığını Fıkh’ın belirlediği kurallara göre bilebiliriz. Ancak, o kimsenin namazında ne kadar gaflete düştüğünü, namazında ne kadar miraç yaşadığını, yâni namazdaki takva ve huşusunun ne kadar olduğunu ölçemeyiz.
Kur’an nefis terbiye ve tezkiyesinden (temizlemesinden) bahseder. Kur’an’da, Hz. Peygamber’in en önemli görevlerinden birisi olarak Müslümanları temizlemesi (tezkiye) sayılır. Madem ki nefsi temizleme bir Müslüman için bu kadar önemli o halde, Peygamberimiz’den sonra da nefis tezkiyesinin Müslümanlar arasında olması gerekir. İnsanlar bu hususta mutasavvıflara giderler. Her mutasavvıfın nefis temizleme usulü ise farklı farklıdır. İşte burada farklı görüşler ortaya çıkar ve eleştiriler başlar. Dini bilenler, kendilerinin din anlayışına, kendi usulüne uymayan görüşleri ve dini uygulamalarını, Meselâ nefis tezkiyesini eleştirirler. Fakat Hz. Peygamber zamanında böyle bir farklılık ortaya çıkmadı, tabîi olarak da çıkamaz, zira ihtilaf, anlaşmazlık ortaya çıktığında Hz. Peygamber ihtilafı ortadan kaldırırdı, çünkü o dinde otorite idi, eğer o hükmünde yanılacak olursa vahiy onun görüşünü düzeltirdi. Peygamberimizin âhirete irtihalinden sonra, onun tek başına yaptığı görevleri Müslüman toplumda bâzı gruplar yerine getirmeye çalıştı. Böylece faklı görüş veya uygulama dediğimiz mezhepler ve tarîkatler ortaya çıktı; Peygamberimiz zamanında tek mezhep yâni tek görüş ve tek tarîkat (uygulama) vardı, ondan sonra ise farklılıkların ortaya çıkmasından daha tabîi bir şey olamaz. Bu durum târihî/sosyolojik bir gerçeklik ve mecbûriyettir. Ne var ki, bu farklılıklar zaman zaman toplumda zenginlik boyutunu aşarak, tartışma, hattâ Müslümanlar arasında ölümle sonuçlanan büyük ve uzun süreli kavgalara sebep oldu. Burası üzücü. Yoksa din yâni İslâm Hz. Peygamber’den sonra bu mezhep ve tarîkatler vasıtasıyla sonraki nesillere büyük oranda aslı korunarak aktarılmıştır.
Çetinoğlu: Peygamber Efendimiz’in vefatından sonra zuhur eden her yeni gelişme bid’at midir?
Prof. Gürer: Bid’atin kelime anlamı sonradan ortaya çıkmak ve önceki şeylere benzememek demektir. Cenâb-ı Hakk’ın Bedî’ esması vardır; Bedî’, bir şeyi örneği, benzeri önceden olmadan, yepyeni bir muhteva ve şekilde yaratmak demektir. Bid’at kavramı gelenekte daha çok Hz. Peygamber’den sonra dinde onun yapmadığı bir şeyi/ibâdeti icat etmek ya da onun yaptığından başka bir şekilde yapmak, onun yaptığını değiştirmek ve bozmak demektir. Bid’at kelimesini sözlük anlamında alırsak tabîi ki Hz. Peygamber’den sonra İslâm toplumunda olan her şey bid’attir. Bu bidati ise iyi-kötü, doğru-yanlış, kamil-eksik gibi tanımlamalarla tanımlamak gerekir.
Çetinoğlu: ‘Bid’at, bid’attir. Hasenesi, seyyiesi olmaz’ diyenlere verilebilecek mâkul bir cevap var mı?
Prof. Gürer: Az önce de söylediğim gibi, burada kavram kargaşası var; böyle bir cümleyi kullanan kişi, eğer bid’at kavramından, Hz. Peygamber’in getirdiği ve gösterdiği dinî uygulamaların tahrif edilmiş şeklini kastediyorsa, elbette ki bu bid’atin iyisi kötüsü olmaz. Fakat bid’at kavramından Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan şeyleri kastediyorsa, bu durumda da elbette ki bid’ati iyi veya kötü diye ayırmak mecbûridir. Lise yıllarımda öğrenci iken, ülkemizde çok büyük müntesip sayısına sâhip bir tarîkate mensup birisi, “biz yakında Mekke ve Medine’de de hâkimiyet kuracağız ve Kabe’nin etrafındaki revakları ve üst katını yıkacağız, çünkü onlar Peygamberimizden sonra yapıldı, onlar bidattir” demişti. Bir lise öğrencisi olarak dahi bu düşünce bana akıl dışı ve saçma gelmişti. Her şeyi Peygamberimizin zamanındaki gibi korumak mümkün mü? Sonra İslâm’da şekil değil asıl önemli olan mânâdır. Buna dikkat etmek lâzımdır. Teravih namazlarının cemaatle kılınması Hz. Ömer’in uygulamasıdır. Bu uygulamayı beğenen Hz. Ömer “bu ne güzel bir bidat oldu!” demiştir. Bid’atin, velev ki ibâdetlerle ilgili olsa dahi, iyisi ve kötüsü olduğunu herhalde Hz. Ömer’in bu uygulaması ve sözünden daha güzel ifâde eden bir söz olamaz; bugün hiç kimse de Hz. Ömer’den daha Müslüman ve Hz. Peygamber’i ondan daha iyi anladığını iddia edemez.
Çetinoğlu: Tasavvufî akımlardan Melâmilik ve Kalenderîlik hakkındaki görüşlerinizi lütfeder misiniz?
Prof. Gürer: Aslında her iki grup da aynı ya da birbirine çok yakın meşrebi yâni tasavvufî anlayışı ifâde eder. Her iki meşrep de din ve ibâdetinde hiç kimseden çekinmemeyi, kibir ve riyadan son derece kaçınmak, bu sebeple iyi taraflarını gizlemeyi esas alır. Aslında bu tavır toplumda şekilci din anlayışının yaygınlaştığı, ihlâs ve samîmiyetin azaldığı, dinî bir menfaat aracı olarak kullanmanın, dinden “menfaatlenmenin” çoğaldığı zamanlarda böyle bir din anlayışına tepki olarak ortaya çıkmıştır. Kalender kavramı, biraz daha “şekilde tepki”yi ifâde ederken, melamî kavramı biraz daha davranışı ve düşünceyi önceler. Meselâ Kalenderîler saçlarını tıraş ederler, sakallarını ve kaşlarını kazırlar. Melamîler ise ibâdetlerini gizlemeyi ve riyadan, gösterişten sakınmayı öncelerler. Önceleri tasavvuf mensupları arasındaki kişilerde görülen iki anlayış zamanla tarîkat hâline gelmiştir. Kalenderiyye İran’ın Save şehrinde doğan ve 630/1233 yılında Şam’da vefat eden Cemâleddîn-i Sâvî ile birlikte bir tarîkat görünümü kazanmıştır. Zamanla bilhassa Ortadoğu’da çeşitli bölgelerde görülen Kalenderî akımlar Sünnî inanç ve ibâdet esaslarından çok uzaklaşmış, âdeta gayr-i İslâmî bir muhteva ve görünüme bürünmüş, birtakım gayr-i meşru fiillerin yapıldığı, haramların işlendiği mekânlar ve gruplar hâline dönüşmüştür.
Melamîlik tavrı da Bıçakçı Ömer Dede ile birlikte bir tarîkat ismi olmuştur. Akşemseddin, Hacı Bayram’ı Veli’nin birinci halifesi olarak kabul edilir ve onun yerine posta geçer. Ancak Bıçakçı Ömer Dede de halifelik iddiasında bulunur ve o da tarîkat faaliyetlerinde bulunur. Akşemseddin Sünnî esaslara sıkı sıkıya bağlı iken, Ömer Dede biraz daha kalenderî melâmî meşrebi benimser. Bu sebeple onun tarîkatine Melâmetiyye adı verilmiştir.
Tasavvuf târihinde üçüncü devre melamilîliği diye bir tâbir de vardır. Birinci devre Hamdûn Kassâr’ın (v. 181/884) adıyla anılır. İkinci devre az önce de söylediğimiz gibi Bıçakçı Ömer Dede ile başlar. Üçüncü devre ise, Mısır’da doğan ve 1888 yılında Usturumca’da vefat eden Muhammed Nuru’l-Arabî ile başlatılır. Pek çok kitabı günümüze kadar ulaşan ve arkasında pek çok halife bırakan Muhammed Nuru’l-Arabî 19. yüzyılın çok renkli ve önemli mutasavvıflarındandır.
Melametî gruplarda zaman zaman sünnî akide ve ibâdet anlayışına aykırı davranış ve düşüncelere rastlamak mümkündür.
Çetinoğlu: ‘Şeyhü’l-Ekber’ olarak anılan Muhyiddin İbn Arabî’nin İslâmiyet’in öğrenilmesine katkıları konusunda neler söylemek istersiniz?
Prof. Gürer: Sadece İslâm ve tasavvuf târihinin değil, insanlık düşünce târihinin hiç şüphesiz en meşhur simalarından birisi Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’dir. Sâdece felsefeyi değil kendisinden önceki bütün düşünce sistemlerini muazzam bir sistem bütünlüğü içerisinde tetkik etmiş bir düşünürdür. Kendisinden sonra dünyâda ortaya çıkmış olan bütün düşünce sistemlerini etkilemiştir. Bu etki sâdece yeni ortaya çıkan düşünce sistemleri ile sınırlı kalmamış, ondan binlerce, yüzlerce yıl önce ortaya çıkmış olup onun vefatından sonra varlığını devam ettiren bütün düşünce akımlarını da içine almıştır. Onun sisteminin ana konusunu Varlık yâni Tanrı’nın varlığı, mahlûkatın varlığının Yüce Yaratıcı olan Allâhü Teâlâ ile irtibatını ortaya koymaktır ki bu mesele insanoğlunun zihninin, aklının, fikrinin, kalbinin ezelden ebede tam da ortasında durduğu insanlık düşünce târihinin en önemli meselesi olmuştur ve olmaya da devam edecektir.
İşte bu sebeple, İbnü’l-Arabî’nin eserleri, kendisinden sonra, İslâm dünyâsı ile birlikte, bilhassa Avrupa’da okunmuş ve fikirleri her asır daha da yaygınlık kazanarak bugünlere gelmiştir. Son yüzyılda ise Batı’da ve Doğu’da fikirleri araştırılan en önemli düşünürlerin başında gelir. Bu itibarla tıpkı Muhammed Hamidullah’ın da bir mektubunda üzerine basa basa vurguladığı gibi, dünyâda İslâm’a ihtida etmede en büyük pay sahibi olan kişi, Mevlânâ Celaleddin-i Rumî ile birlikte ona âittir. İnsanlık târihinin en büyük medeniyetlerinden birisini oluşturan Osmanlı medeniyetinin sosyal ve ferdî ahlâk altyapısı Mevlânâ’ya âit iken, fikri altyapısının, düşünce altyapısının mayası İbnü’l-Arabî’nin düşüncesidir. Daha doğru bir ifâdeyle Osmanlı medeniyeti sünnî ve sufî bir medeniyettir ve bu medeniyetin Sûfîlik yönü büyük bir oranda ismini zikrettiğimiz iki şahsiyetin din, insan, hayat, Allah ve varlık düşüncesi üzerinde şekillenmiştir.
Çetinoğlu: Tarîkatların zamanla çok sayıda kollara ayrılmasının İslâmiyet’e olumlu veya olumsuz tesirlerini tahlil eder misiniz?
Prof. Gürer: Tarîkatlar milâdî 1100’lü yıllardan itibâren İslâm dünyâsında çoğalmış, bu yüzyılda İslâm dünyâsının her tarafına yayılmıştır. Bu yayılmanın sebepleri arasında, Haçlı ve Moğol istilaları, iç karışıklıklar, dinî ve fikrî kavgalar, ekonomik sıkıntılar, göçler gibi birden çok etken sayılabilir. Bir de bir fikrin, bir düşünce akımının bir toplum içerisinde ortaya çıkıp, taraftarları çoğaldıktan sonra teşkilât hale gelmesi sosyolojik, kültürel ve târihî kaçınılmaz bir süreçtir. Tarîkatların çoğalmasında bu gerçekliği de gözden uzak tutmamak gerekir. Müslümanların kendilerine İslâm’ı öğreten ve Müslüman toplumlarda hayatî görevler yerine getirmiş olan tarîkatları benimsemeleri tasavvuf târihi açısından olumlu bir gelişme sayılabilir. Fakat diğer taraftan muhtevâ olarak kaliteyi düşürdüğü, ehliyetli ve kabiliyetli olanların yanısıra, kabiliyetsiz, hiçbir yetkinliği olmayan insanların tasavvufî grupları kalabalıklaştırması, elbette ki kalite düşüklüğünü de beraberinde getirmiştir. Buna bir de bu alanı kötüye kullanan, istismar eden kimseler ve tarîkat görünümü altında topluma fayda yerine zarar veren zümre ve kişiler eklenince olumsuzluk iki katına çıkmaktadır. Fakat bütün olumsuzluklara rağmen tasavvuf kültürü, geleneği ve tarîkatlar Osmanlı toplumu, Osmanlı Devleti ve Osmanlı medeniyeti gibi insanlık târihinde eşine rastlanamayan bir medeniyetin mayasını oluşturmuş, alt yapısını kurmuş ve inşa etmiştir. İlimde, fikirde, sanatta, siyasette, ticarette, üretimde, idarecilikte, insan anlayışında, çevre anlayışında, varlık anlayışında, kısaca hayatın her alanında ve bu alanlardaki başarılarda, son yüzyıla gelinceye kadar, Osmanlı toplumunda tarîkatların ağırlığı söz konusu idi. Şu kadar ki, târih boyunca, dine, topluma ve devlete zarar veren tasavvufî gruplar içerisinde bâzı tarîkatlar ve bâzı tasavvufî kişiler maalesef hep var olmuştur.
Çetinoğlu: Nesimî ve Hallac-ı Mansur, Yunus Emre ve Mevlâna Celâleddin-i Rûmî tasavvuf ehli olarak bilinir. İlk ikisinin katledilmek suretiyle cezalandırılmasının, Ebüssuûd Efendi’nin sonraki ikili aleyhindeki beyanlarının, tasavvufla alâkalı olumsuz görüşlerin oluşmasında rolü olduğu kanaatinde misiniz? 4 isme, Şah İsmâil’i ve Şeyh Bedreddin’i dâhil edenlerin görüşlerine katılmak mümkün mü?
Prof. Gürer: Ebussuud Efendi’nin tavrının biraz siyâset taşıdığını düşünüyorum. Öyle anlaşılıyor ki o dönemlerde bâzı tasavvufî görüşler, mahrem kalması gerekirken ya da ehli arasında konuşulması gerekirken, belki de bu düşünceleri, art niyetle kullanan kimselerin elinden almak için bu iki Sûfî şahsiyet hakkında olumsuz görüşler, fetvâlar vermiştir. Bu iki şahsiyetin bâzı şiirlerinden dolayı Ebussuud Efendi’nin onlar hakkında olumsuz düşünce beyan ettiğini biliyoruz. Şiir ise, düşünceyi ifâde açısından hepimizin bildiği gibi çok dalgalı bir alandır. Meselâ Yunus Emre’nin:
Cennet cennet dedikleri/Bir köşk ile birkaç huri/İsteyene ver onları/Bana seni gerek seni
Dörtlüğü bir fetvâ ortamında gündeme geldiğinde müftü efendinin bu dörtlükteki “cenneti küçümseme” ihtimalini gözardı etmemesi gerektiğini, hattâ diğer ihtimallerden önce bu ihtimali düşünmesi ve hükmünü, fetvâsını buna göre vermesi gerektiği apaçık ortadadır. Müftü efendi, Yunus Emre’nin sağlam inançlı bir Müslüman olduğunu bilse de, def’-i mazarrat (zararın bertaraf edilmesi) ilkesiyle hareket edecek ve halk arasında ucu açık olan bu tür sözlerin yaygınlık kazanmasını önlemek için fetvâsını ona göre verecektir.
Yunus Emre ve Mevlânâ’nın dışındaki diğer dördünün durumu biraz farklıdır. Bu ikisi Sünnî sınırlar içerisinde değerlendirilir. Hallâc-ı Mansur’un idamı tamamen siyâsî sebeplere dayanır ve toplumda isyan çıkarmasından korkulduğu için, çok zorlama bir fetvâ ile idam edilmiştir; dinî görüşlerinden dolayı değil. Şah İsmail Şiî’dir ve Osmanlı Devleti’ne (Yavuz Sultan Selim’e) savaşmıştır. Nesîmî Sünnî akideye zıt fikirlere sâhip olduğu için, yâni Hurûfîlik gibi, hulûlîlik (tanrının insana hulul ettiği) gibi sünnî esaslarla asla bağdaşmayan inançlarından dolayı Sünnî toplumda kabul görmemiştir. Şeyh Bedreddin kadı iken isyan çıkaracağı iddiası ile idam edilmiştir. Yâni onun idamı da tıpkı Hallac-ı Mansur’un idamı gibi fikri değil siyâsîdir.
Özetle, elbette ki Ebussud Efendi’nin Yunus Emre ve Mevlânâ gibi Sûfîler hakkındaki olumsuz görüşleri bilhassa medrese çevrelerinde etkili olmuştur ve bu etki ilâhiyat çevrelerinde hâlâ devam etmektedir. Bu dört isme Yunus Emre ve Mevlânâ’yı ilave etmeyi doğru bulmadığım gibi Hallac-ı Mansur’u da diğerlerinden ayırıp bu ikisinin yanına koymamız gerekir diye düşünüyorum. Daha da ötesi, diğer üçünün de, yâni Nesîmî, Şeyh Bedreddin ve Şah İsmâil’in, birarada değil ayrı ayrı değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim.
Çetinoğlu: Sorularla sınırlı kaldığınız için söyleyemedikleriniz varsa, söz sizin efendim… Buyurunuz!
Prof. Gürer: İnsanoğlu için önemli olan bağlı olduğu, ön kabulle kabul ettiği ilke, topluluk ve inanç sistemlerinden ziyâde, o kişinin kendisinin nasıl bir hayat ortaya koyduğudur. Tasavvuf şöyle güzeldir, böyle iyidir ve biz de Müslümanız, İslâm’ı kabul etmişiz, Hz. Muhammed’i peygamber, Kur’ân-ı Kerîm’i ilâhî kitap olarak kabul etmişiz. Falanca mezhepteniz, filanca tarîkatteniz, filanca şeyh efendiye bağlıyız. Bunlar teorik şeylerdir. Haddim olmayarak söyleyebilirim ki, bizi bu dünyâda insan yapacak ve âhirette hesap gününde de kurtaracak şey, bu teorik kabul ve bağlılıklarımızdan ziyâde, bizim nasıl bir hayat ortaya koyduğumuz, dinimizi nasıl yaşadığımız, peygamberimizin izinden nasıl gittiğimiz, rehberimizi nasıl takip ettiğimizdir. Sûfîlerin en başından söylediği gibi: Tasavvuf lâf değildir, uygulamadır, sâlih ameldir, kal değildir, haldir, yaşamaktır. Yüce Allah hepimize güzellikleri güzelce yaşamayı, bildiğimiz doğrularla amel etmeyi, Hakk’ın peşinden gitmeyi nasip etsin; kuru iddia sâhibi olmaktan, bağnazlıktan, yobazlıktan, taassuptan, bâtılın peşine düşmekten korusun.
Kıymetli hocam bana böyle bir imkân verdiğiniz için çok teşekkür ediyorum, size, sevdiklerinizle birlikte sağlıklı, mutlu bir ömür diliyorum. Başarılarınızın devamını niyaz ediyorum.
Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim efendim. Cenâb-ı Allah benim için niyaz ettiklerinizi, daha fazlasıyla size ve âileniz fertlerine de ihsan buyursun.
Prof. Dr. DİLÂVER GÜRER: 1965 yılında Yozgat’ta doğdu. 1981 yılında Yozgat Lisesi’nden, 1986 yılında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Bir yıl öğretmenlik yaptıktan sonra, Haziran 1987’de Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Dâire Başkanlığı’nda, uzman yardımcılığına tâyin edildi. 1992-1993 öğretim yılında Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tasavvuf Bilim Dalı’nda doktoraya başladı. 1995’te Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde Tasavvuf Ana’ bilim Dalı’na araştırma görevlisi olarak tâyin edildi. 1997’de ‘Abdülkâdir Geylânî ve Kâdiriyye’nin Kolları’ isimli çalışması kabul edilerek doktor unvanına sâhip oldu. Fransa ve Mısır’da, ilim şubesi ile alâkalı araştırmalarda bulundu. 2002 yılında, alanında doçent, 2007 yılında profesör oldu. Yazar, hâlen Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Başkanı’dır. Arapça ve İngilizce bilmekte’dir. Yayınlanmış çok sayıda kitap ve makalesi vardır. Yayınlanmış Kitaplarından Bâzıları: 1-Abdülkâdir Geylanî, Hayatı Eserleri, Görüşleri: İnsan Yayınları. 2-Peygamber Kıssaları: İnsan Yayınları. 3-Fusûs’l-Hikem ve Mesnevî’de peygamber kıssaları: İnsan Yayınları. 4-Cilâ’ül Hâtır – Yolun Esasları (Abdülkâdir’i Geylânî’den tercüme): Gelenek Yayınları. 5-Risâleler (Abdülkâdir’i Geylânî’den tercüme): İnsan Yayınları. 6-Düşünce ve Kültürde Tasavvuf. Ensar Yayınları. 7-Mesnevî-i Şerif Şerhi (ortak yayın) 8- Mecâlis-i Seb‘a (Mevlânâ’dan tercüme): İlkharf Yayınları. 7-Mevlânâ, Hayâtı ve Yolu: Rumi Yayınları. Yazarın bunların dışında, çeşitli toplantılarda sunmuş olduğu tebliğleri, dergi ve kitaplarda yayınlanmış makaleleri ve kitap bölümleri gibi çalışmaları ile çeşitli ilmî ve akademik faaliyetleri bulunmaktadır. |