Ötüken Neşriyat’tan İki Adet Hikâye Kitabı

57

1-Efeli Hayriye 2-Vaktinden Evvel Bir Zemherir

Efeli Hayriye

Savaş bitince onları okullarda görürüz, öğretmenlik görevi üstlenmiş, Kürşatlar yetiştirir.   Kimilerinin de eli kalem tutar, Kürşatlarımızın, her işe koşan Asenal

Asenalarımızın kiminin eli hançer tutar, savaşlara katılır. Kimi cepheye mermi taşır.

Kiminin elinde sargı bezi ve tentürdiyot,  gazilerimize pansuman yapar, onların yaralarını sarar. Kimi sahra çadırında aş hazırlar.

arımızın hikâyelerini yazar.

Onların hizmeti de diğerleri kadar kıymetlidir. Hedefi yeni Asenalar, yeni Kürşatlar yetiştirmektir.

Hepsinin ‘say’i meşkûrdur, adı şeref listesindedir. Madalyası, okuyucularının gönlüdür.

***

Sümer Tek Hanımefendi’nin ‘Han kapısında göçünü toplayıp uçmağa varan atalarının hâtırâsına…’ armağan ettiği eserinde her biri yekdiğerinden güzel, okunası 23 adet hikâye var. Hangisinden örnek alınsa, diğerlerine haksızlık olacaktı. Hepsinden alınsa, bu yazının hacmini aşacaktı. Yazarının tercihine ayak uyduruldu. Kitaba adını veren birinci hikâyenin bir bölümü, tadımlık olarak okuyucuya sunuldu.

 İyi okumalar efendim…

Selçuklu Veziri Celâlettin Karatay tarafından İpekyolu’nun Kayseri-Malatya güzergâhı üzerinde 1240 yılında yaptırılan Karatay Hanı Kervansarayı kutlu akşamlarından birini yaşıyordu. Hayli yüksek duvarlarıyla kale görüntüsüne sâhip hanı aydınlatan çıralar coşkuyla şahlanıyor, âdeta gökyüzündeki yıldızları kıskandırıyordu.

Penceresi, Gölyeri’ndeki harmana bakan küçük odada tatlı bir telaş vardı. Nesiller boyunca hanın idâresini üstlenen Sunguroğulları’nın kıymetlisi Hayriye ile büyük âlimlerden Bekir Hoca’nın oğlu İsmail’in kuracağı yuvanın heyecanı sarmıştı dört bir yanı.

Çanakkale Cephesi’nde savaşan Sunguroğlu Hüseyin’in eşi Hatice, küçük kızının kınasını kararken duâlar ediyor, bacısını hazırlamakta olan büyük kızı Sâre’yi hüzünlü bir tebessümle seyrediyordu.

Annesinin el emeği göz nuru olan kıyâfetiyle kardeşini donatırken dudakları kıpır kıpır eden Sâre, işliğin üzerine kenarları işlemeli üç eteğini giydirdi, beline şalını doladı. Onun da üstüne işlemeli önlüğünü bağladı. Yün çoraplar ve deri yemenilerin kınalı ayakları sarması uzun sürmedi.

Sırada, damadın düğün hediyesi olan en görkemli parça vardı. Kardeşinin geceden siyah saçlarını iki yana belik ördü. Yanlarından, boncuk ve kare akik taşlarla süslü gümüş yanak dövenler sarkan, alnı gümüş pullarla işli fesi, güzeller güzeli kardeşinin başına özenle taktı. Çift katlama yapığını bağlayıp gelin alını örttü.

Selvi boyu, ince beli, zümrüt yeşil gözleri, ipeksi beyaz teni, beline kadar inen uzun ve gür saçlarıyla asâlet sembolü gibi duran küçük kızına hayranlıkla bakan Hatice Aba, kınasını yaktığı zarif elleri bağlarken daha fazla dayanamadı. Yaşmağının altındaki bulutlu gözlerinden Nisan yağmurları dökülmeye başladı. Kınalı kuzusunun boynuna sımsıkı sarıldığı anda Gölyeri’ne bakan pencereye odaklanan gözlerinde, yıllar önce yaşadığı o kıyamet günü canlandı.

Seferberlik zamanıydı.  

Sabah erkenden, şimdi gelin ettiği Hayriye’sini de alıp madımak toplamaya gitmişti.

Üç yaşındaki can paresi önüne koyduğu yumurtalarla oynarken bir yandan işini görüyor diğer yandan kuzusu göle doğru gitmesin diye göz ucuyla onu tâkip ediyordu.  

  Uzaktan seslenerek gelen muhtarın, adını ünlemesiyle doğrulup ona doğru baktı.    

  Yüzündeki acı ifâdeyle telaşlı bir şekilde yaklaşan muhtar, elindeki kâğıdı uzattı.

  ‘Hüseyin’den haber var.’  

Heyecandan eli ayağına dolandı Hatice’nin, önlüğündeki madımaklar harmana saçıldı. 

‘Benim okumam yazmam yok ki. Hele bir oku, Hüseyin’imden ne haber var?’     

Pusulada ne yazdığını gayet iyi bilen ve yutkunmakla yetinen muhtara, soran gözlerle baktı. 

‘Okusana muhtar. Ne yazıyor kâğıtta?’    

Çaresiz okumaya başladı.

‘Çanakkale Cephesi’nde muharip asker er Hüseyin Sungur, yakalandığı amansız sıtma hastalığından şehitlik makamına ermiştir. Allah şehadetini kabul eylesin.’

İki kişinin bile güreşte yenemediği, iki yıldır cephede düşman kurşunlarının yıkamadığı yiğidinin şehadet haberi, yüreğini yangın yerine çevirdi. Donuklaşan gözlerinden çıkan alevler bedenini sardı, bir anda küle dönen varlığını harmana savurdu. Olduğu yere yığılıp kaldı.

Annesinin düştüğünü gören Hayriye, sanki ne olup bittiğini anlamış gibi kapandı ayaklarına, ağlamaya başladı.

Akrabaları tarafından hana getirildikten sonra kendine gelebildi Hatice. Hâlâ ağlamakta olan Hayriye’sini beşiğine yatırdı. Babasının kokusu ve nişanıyla büyüsün diye kuzusunun göğsüne şehit eşinin künyesini koydu.

Yetim Hayriye; dedesi İsmail Çavuş, Halil ve Tevfik emmileri tarafından büyütüldü.

Babasının eksikliğini göstermemek için etrafında pervane oluyordu herkes.

Yaşı ilerlediği için hanın tapu ve idâresini büyük oğlu Halil’e bırakan İsmail Çavuş, şehit oğlunun emâneti, biricik torunu Hayriye’nin üzerine daha bir titrer oldu.

Eli silah tutanlar cephedeydi. Bütün yük, kadınların ve ihtiyarların omuzlarındaydı.

Akşam karanlığı çökünce handakiler ve köylüler, dışarıya ışık sızmasın, gölgeleri belli olmasın diye pencerelerine hayvan derileri geriyorlardı.

Yaşından olgun ve korkusuz bir çocuktu Hayriye. Emmileri bu hâllerini gördükçe,

Yiğit yeğenim.’ yahut ‘Efe’m.’ diye seviyorlardı kendisini.         

Yaşı ilerledikçe her işin ucundan tutuyor, herkesin yardımına koşuyordu. Başı dik, gözü pekti. Elinde değneğiyle dolaşıyor, her işe korkusuzca atılıyor, haksızlığa uğrayanların yanında yer alıyordu.

Atları çok seviyordu Hayriye, at koşturmayı öğreten Halil emmisiyle yarışmaktan ayrı bir keyif alıyordu.

Artık yaşının geldiğini düşünen Halil emmisinin yönlendirmesiyle elindeki değneği bırakıp handaki ve köydeki kadınları korumak üzere silah tâlimlerine başladı. Kendisine duyulan güveni boşa çıkarmayıp kısa sürede iyi bir nişancı oldu.

Başında fesi, bel kuşağında silahı, elinde değneğiyle alalı atına biniyor, dörtnala dolaşıyordu köy ve civarında. Erleri, oğulları cephede olan kadınların ihtiyaçlarını görüyor, onları koruyup kolluyordu.

Yaşı on dörde değdiğinde herkesin sevdiği, saygı duyduğu, erkeklerin bile çekinerek baktığı ‘Hayriye Efe’ olarak anılmaya başlandı,

‘Efeli’m!’ diye seviyordu annesi, ‘Ömrün babana benzemesin Efeli, aynı baban gibi yiğitsin.’ diyordu…

Hikâye böyle devam ediyor ve ‘mutlu son’ ile bitiyor.

SÜMER TEK: 1976 senesinde Kayseri’nin Koçcağız köyünde doğdu. İlkokulu Kayseri ve Ankara, Ortaokul ve Liseyi Alanya’da okudu. Alanya Turizm Meslek Lisesi Halkoyunları Ekibi’nin ekip başı olarak ilçe, il ve Türkiye şampiyonlukları kazandı. Öğrenim hayatı boyunca yüzme, basketbol, voleybol ve motorsiklet olmak üzere çeşitli spor dallarında faaliyet gösterdi. Etimesgut Belediyesi Hanım Faaliyetleri Binası’nda Fatma Korkmaz Hoca’dan tezhip meşk etti. Yaptığı eserleriyle sergilere katıldı. Çocukluk yıllarında annesi halı dokurken tezgâhın başında hayranlıkla baktığı motiflere ilgi duyarak araştırmaya başladı. İlerleyen yıllarda el nakışı (Türk işi), makine nakışı, dikiş (mahallî kıyafetler) üzerine kurslar alarak kendini bu alanlarda geliştirdi. Aldığı eğitimler sırasında edindiği tecrübelerini kaleme alarak hikâyelerinde işlemeye başladı. Önceleri kendi Facebook hesabında yayınladığı hikâyeleri, sonraki dönemde Söğüt, Kayıp Kayıt, Türk Edebiyatı ve Altı Sütun dergilerinde yayımlandı. Evli ve dört kız annesidir.

Vaktinden Evvel Bir Zemherir

Taner Ay’ın, 12 X 19,5 santim ölçülerindeki 104 sayfalık eserinde her biri 7’şer bölümlük 3 hikâye yer alıyor: *Vaktinden Evvel Bir Zemherir. *Gecikmiş Bir Ferverdînde. *Hecîr Vaktinde Üşümek.

Eskilerin ‘zemherir’ dediği ‘şiddetli kış’, günümüzde ‘karakış’ olarak ifâde ediliyor. Kışın en şiddetli dönemidir.

Bu hikâyede 1902-1916 yılları arasındaki İstanbul’un mahalleleri, sokakları, evleri ve insanları, kitap kapağında resmi bulunan döneminin tanbur üstâdı Tanbûrî Cemil Bey ekseninde anlatılıyor.

Öyle bir anlatış ki… okuyucu okuduğunun farkında değil. Tiyatro veya film seyrediyor gibi… Ne de olsa yazar, hukuk tahsilinden sonra diplomasını bir kenara koyup yazarlığı tercih etmiş usta bir kalem erbabıdır. 

Ustalık sâdece ifâdede değil, 1902-1916 yılları arasındaki örf ve âdetlerinin en ince teferruatına kadar nakledilmesiyle taçlanmaktadır. Söz konusu tâcın evsafı hakkında bilgi edinmek isteyenlere tadımlık bir bölüm hâlinde aşağıdadır:

Gelin adayı Sâide’ye tâlimat verilir:

‘Sakın görücülerin yüzlerine bakma, sonra sana yüzü gözü açık serbest kız derler. İskemleye içinden mim deyip otur ki, ağzın küçük görünsün.

Halayık, görücülerin karşısına bir iskemle getirip koymuş, ardından gümüş tepsi içinde fağfûrî fincanlarla kahve ikramında bulunmuş ve bir kenara çekilmişti. Saîde, uzun üç etekli entarisi, onun altındaki dökme şalvarı ve ayaklarındaki sarı işlemeli çedikleriyle içeriye gelip başı önüne eğik vaziyette görücülerin karşısındaki iskemleye oturmuştu. Görücü olarak gelenlerden Beyhan, kahvesini ağır ağır içerken Saîde’yi tepeden tırnağa kadar inceledi. Halayık boş fincanları toplayıp mutfağa inerken Saîde de onun peşinden odadan çıkmıştı. Beyhan, ‘Maşallah, maşallah!’ diyerek Saîde’yi taltif ederken, Zihniyâr Hanım da Saîde’yi oğlu Cemil’e istemişti. Akşam ezanından sonraysa, Defter-i Hâkân-i müdürlerinden Ahmed Nazif Bey eve gelince Emîne Eflâknûr Hanım usulen meseleyi kocasına açmıştı. Ahmed Nazif Bey, zevcesinin ve onun Âdile Sultan Sarayı’ndan arkadaşının niyetlerini önceden bildiğinden, sâdece kerimesinin Cemil ile izdivacını münâsip bulduğunu ifâde etmişti. Bu görücü faslından birkaç gün sonra da, Zihniyâr Hanım, yetiminin ağabeyi Ahmed ile birlikte gidip, Saîde’yi Allah’ın emri ve Peygamber’in kavliyle resmen istemişti. Ahmed Nazif Bey, ‘İçeri mi yoksa dışarı mı?’ diye sorunca, ağabeyi Ahmed de ‘Dışarı!’ diyerek Saîde’nin damadın evine gelin gideceğini belirtmişti. Bu mesele halledildikten sonra iki tarafın şerefine uygun miktarda bir mehr-i müeccel kararlaştırılmış ve Taşkasap’ta nikâhları kıyılarak düğünleri yapılmıştı. Gelin güveyin evine gideceği için çeyizi pazartesi gönderilmiş, salı gelin hamamı, çarşamba kına gecesi, perşembe yüz yazısı, cuma da paça günü yapılmıştı. Bunlar Cemil’in nefret ettiği âdetlerdi ama vâlidesinin kalbini kırmamak için sesini çıkartmamıştı.’

Yeni evlilerin durumunu, kitabı okuyacakların takdirine bırakıp o dönemin sokak ve gece hayatı hakkında yazarın verdiği bilgilere göz atalım:

Namazında niyazında olmamasına rağmen, Gedik Paşa Yokuşu’ndayken şehrin ezansız mahallelerinden birinde de yaşayamayacağını düşündü. Müslüman mahallelerindeki câmi avlularında, mezarlıklarda ve yangın yerlerinde bütün gün körebe, esir almaca, topaç çevirme, pilav pişti, kapamazsın, uzuneşek, aşık atma, seke seke ben geldim ve ceviz açma oynayan çocukların seslerini sever, sur dışından uzun tüylü çomarlarıyla, sıska beygirleriyle ve karazağ cücüğü şoparlarıyla kalaya gelen Çingenelerin hengâmesineyse bayılırdı. Mahalle hayatında bir ‘Haydi kocaoğlan hamamda kocakarılar nasıl bayılıyor, göster!’ emriyle tef çalarak ayı oynatılmasına, bir de çocukların kedi köpek kovalayıp, teneke çalarak kirpileri rahatsız etmelerine tahammülsüzdü. Çingenelerden kara gözlü hoşor bir kadının, kapı önüne kalay için kap kacak çıkaran vâlidesine sırtındaki şoparını gösterip, ‘Hoy miday, hoy miday! Te bu şoparım yetimdir, veresin buncağıza paracık!’ deyip, Zihniyâr Hanım’ın uzattığı meteliği aldıktan sonra da elindeki tefiyle kıvrak bir Todi şarkısına başlamasını ise hiç unutamıyordu. Cemil, hoşorun sesini pek beğenmiş, dayanamayıp, kısarak boylu ve köse çehreli bir Çingeneye onun kim olduğunu sormuştu. Adamın Cemil’i yanlış anladığı muhakkaktı. Ağrılı gözleriyle Cemil’e bakıp, ‘Enişte, onun mangaptutu pek fazladır lâkin terlayni karı kimseciklere yüz vermez!’ demiş ve hoşorun çalkalanan kalçalarına doğru gırnatasını üflemişti. Cemil, ne Kantocu Peruz’da ne de Şamram Hanım’da öyle bir sesin olmadığına emindi. Günler, haftalar, aylar ve yıllar geçmiş ama kara gözlü o hoşoru bir daha görememişti.

Cemil, nikâhından evvelki rivâyetleri, hep duymazlığa gelmişti. Taşkasap’ta hakkında neler söylenmemişti ki! Veremli bir kıza âşık olduğu, kız vefat edince de her gün onun mezarına gidip tanbûr çalıp ağladığı en bilineniydi. Hattâ, kızın mezarını kazıp onun kemiklerinden birini topraktan çıkarttığını ve içi kadife bir kutuda sakladığını söyleyen câzû kocakarılar dahî bulunuyordu. Oysa, izdivacına kadar, hiçbir cins-i latif, muhtemelen o Çingene hoşoru kadar kendisini efsunlamamıştı. Cemil, kadında ruhi ve fiziki güzelliğin bir arada olmasına meftundu. Hayli fazla dilberi görmüştü ama âgazı kelamlarıyla dil-i nâ-mihribânlıkları anında zuhur etmiş, bu sebeple târifi imkânsız bir efsürdedil olarak yıllarca rindane hayat sürmeyi yeğlemişti.

 ……………..

Karabıçak’a girince, soldaki uzun mermer tezgâha baktı. Barba görünürde yoktu, ikindi ile akşam arası gelen dört kaşlı esnaf kalfalarıysa çoktan tezgâh başını bırakıp bekâr odalarına gitmişlerdi. Şarap fıçılarının durduğu karşı duvarın dibindeki bir masaya oturup, mastoriye bir muğbeçe göndermesi için seslendi. Buradaki alınları kâküllü ve şakakları zülüflü muğbeçeler Sakız Adası’ndan suretimahsusa getirilmişlerdi. Dışarıdaki feci soğuğa rağmen göğsü açık ve kolları sıvanmış beyaz gömlek üstüne önü çapraz kavuşur sırma işleme yelek ile kara bezden yapılma bol ağlı tiril tiril bir şalvar giymiş olan muğbeçe gelip Rum ağzıyla sormuştu:

‘Kalinihta, kalos orisate. Mastika i duziko?’                                                                                                                                Cemil, muğbeçelerin hepsinin dilimizi mükemmel derecede konuşabildiklerini bildiğinden, ona Türkçe cevp verdi:

‘Bana Deniz Kızı Rakısı, yanına da unutma bizi dolması ve limon suyunda ezilmiş tahin helvası getir.’

Siparişi alan muğbeçe tezgâha dönerken, Cemil sağına soluna bakındı. Buranın kalender meşrep müdâvimleri henüz içtima etmemişlerdi. Siyah perdesi çekilmiş pencerenin önündeki masadaysa, herhâlde kar yüzünden Samatya’daki Büyük Kuleli’ye kadar gidememiş olan Adalı bir saz ekibi oturmuş, nûş ediyorlardı. Bir pedimu şişeyi getirip bırakınca, Cemil kadehine domuz sıkısı ölçeğinde rakı koyup, üzerine az su ekledi. Zeminin birkaç basamak yukarısındaki şirvandan inen barba, Cemil’i görünce hemen Adalı saz ekibinin yanına gidip, onlara bir şeyler fısıldadı. Mastikalarını bırakan Adalılar hep birden dönüp şaşkınlık içinde Cemil’e bakmışlardı. Barba da Cemil’in masasına gelip, ricacı oldu.

‘Hadi, şu adamlara birazcık çal, sonra yerine koyarsın.’

Barba, Cemil’in kemeresini yanından hiç ayırmadığını ve onu koyduğu torbayı abasının sol iç cebinin yanındaki bir düğmeye iliştirdiğini biliyordu. Barbadan cesaret alan Rum çalgıcılardan biri gelip eteğini öpünce, Cemil utanıp kemençesini çıkardı.

Kısa bir akordun ardından nikriz, arazbâr ve karcığar nağmeleriyle taksime girdi; peşinden bir sirtoya kaptırınca lavtacılar da ona refakate başladılar. Direklerarası’ndan gelen Kanbur Nazif, Tıflı Hasan ve Karakulağın Lütfi meyhâneye girdiklerinde, Karabıçak, bir kleftiko bir taksim, bir kalamatiano bir taksim ve bir rebetiko bir taksim ile âdeta yıkılıyordu. O güne kadar hiç kimse Cemil’i böyle kan ter içinde delirmişcesine çalarken görmemişti.

Barba, kilosuna rağmen nasıl becerdiyse, tezgâhın üzerine çıkıp bağırdı:                                               ‘Duzikolar benden, keras!’                                                                                                                                                               ‘Yasu!’

Karabıçak’tan yükselen sesleri kim duyarsa sazını kapıp içeriye dalmış, kimisi Cemil’in elini, kimisi de eteğini öpmüştü. Cümbüşün nihayetinde Cemil ayağa kalktı ve oradakilerden birinin elindeki tanbûru isteyip konuştu: ‘Bugün mahdumum Mes’ûd dünyaya teşrif ettiler. Bu sebeplele şimdi zevcem Saîde Hanım ve mahdumum Mes’ûd için bir ferahfezâ peşrev icra etmek istiyorum.’

Cemil’in tanbûra dokunuşuyla birlikte meyhâneyi sükûtun uhrevi sesi kuşattı, içeride bir hava cereyanı olmamasına rağmen bütün lambaların alevleri oynaşıp bir bir söndüler. O karanlıkta ölülerinin ruhları saklandıkları yerlerden çıkıp, kederlerini pür hayal eden tanbûrun sihirli nağmesini dinlemeye oturdular.

Devamı kitabın 30. ve sonrasındaki sayfalarda…

İyi okumalar Efendim!

TANER AY: 1957 yılında Bafra’da doğdu. Son yıllarda Rüzgâra Yazanlar (1984 Yayınevi), iki ciltlik Edebiyatımızda Unutulanlar ve Kaybedenler (Ötüken Neşriyat) ve İsmail Sâib Sencer (Zeytinburnu Belediyesi) kitapları yayımlandı. Halen Karar gazetesinde, Söğüt, Sözcükler, Ayarsız ve Şiraze dergilerinde şehir kültüründeki edebiyatımıza ve kültür insanlarına ilişkin yazıları yayımlanmaktadır.

ÖTÜKEN NEŞRİYAT A. Ş.

  İstiklal Caddesi, Ankara Han Nu: 63/3 Beyoğlu 34433 İstanbul Telefon: 0.212- 251 03 50  

Belgegeçer: 0.212-251 00 12 e-Posta: otuken@otuken.com.tr  www.otuken.com.tr 

Önceki İçerikA ş k e d e r
Sonraki İçerikMilliyetseverlik…
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.