14.8 C
Kocaeli
Pazar, Ekim 19, 2025
Ana SayfaÖne ÇıkanlarOsmanlı'nın Çöküş Nedenleri

Osmanlı’nın Çöküş Nedenleri

Konuya ilişkin edindiğim bilgilerden bahisle;
Bir aile devleti olan Osmanlı İmparatorluğu, kendi ipini kendi çekmiş, kendi kendini bitirip yok etmiştir.
Dinci çevrelerin dolduruşuyla Memlukluların elinden Abbasi halifeliğini almak için yoktan Mercidabık ve Ridaniye savaşlarını yaratan Yavuz Sultan Selim, bu savaşları kazanarak halifelik makamını üstlenmiştir.
Tarih 1517.
Ancak bu makam, Osmanlıya hiçbir şey kazandırmadığı gibi Osmanlının düşüşe geçmesinin miladı olmuştur.
Yani?
Yani gerçekte iki farklı Osmanlı vardı.
İlki, Halifeliğe kadar olan Osmanlı, diğeri Halifelikten sonra Araplaşan Osmanlı İmparatorluğu…
*
“Araplaşan Osmanlı” dedik, bu konuyu da açalım.
Arap dünyası, halifeliğin kendilerinden alınmasına şiddetle karşı çıkar ve Türk halifeye biat etmek istemezler.
İşte bu sorunu çözmek, Arapları, Türk halifeye bağlamak için Arapların da kabul edeceği bir orta yol bulunur.
Bu yol Mısır’dan ve Arap diyarlarında seçilecek iki bin civarında ulemanın, Mollanın, Ebu Suud Efendilerin İstanbul’a davet edilerek, para, mal, mülk, arazi de verilerek kalıcı olarak yerleşmeleri sağlanır…
İmparatorluğu Araplaştırmak, diğer bir deyişle “Türk İslam’ı” terk edilerek; “Arap İslam’ına” evirilmesi, konusunda anlaşırlar.
Bu projeyi Araplar da destekleyince proje hayata geçer ve maalesef bundan sonra artık imparatorlukta “bugün de kısmen olduğu gibi”
Türk kelimesi yasaklanır, “Türk’üm!” “Türkmen’im!” diyen Kızılbaş diye aşağılanır, dışlanır, kafası kesilir.
(Bu dönem sadece Kuyucu Murat Paşanın “Türk’üm ya da Türkmen’im” dedikleri için kafasını kestirip, kuyulara doldurduğu insan sayısı 158 bindir.)
Maalesef Osmanlı’nın son 350 yılı ilk 250 yılın aksine Türklere zulümle geçer.
Günümüz Arap mezhepçiliğinin ve tarikatçılığının temelleri o günlerde atılmaya başlanır..
1603 yılına gelindiğinde artık Ehli Beyt Türk Tekkeleri yasaklanıp kapatılır, yerine Halid-i Nakşî Kürt-i Tekkeleri kurulur.
Yine bu dönem Kürtlere sayısız imtiyazlar verilir,
1839 birinci Tanzimat Fermanına kadar Kürtler askerlikten bile muaf tutulurlar (Kürtlere Şah İsmail diyeti ödenir…)
Yine bu dönem Türkler, saraydan, ordudan ve müesses nizamdan tasfiye edilir…
Türklerin askeri ve siyasi gücünü kırmak için bu Arap mollaların fetvalarıyla, serdengeçti birlikleri sadece Türklerden oluşturulur ve kırdırılma amacıyla en ön safta savaştırılır, ganimet toplamalarına bile izin verilmez.…
Ganimeti de saraylardaki Arap mollalar ile işbirliği yapan yeniçeriler kendi aralarında paylaşırlar…
Ordudan, saraydan ve müesses nizamdan yavaş yavaş tasfiye edilen, kafası kesilen, sürgün edilen Türklerin bir kısmı bu mollalara kızar ve canını kurtarmak için de Kürtleşmeyi ana stratejik hedef olarak seçerler.
Bu aşiretler ve boyların en büyükleri Avşarlar, Halaçlar, Mukrizler, Bayatlar, Begdililer, Evyalar, Yıvalardır…
Tarihimizde bunlara “Ekrad Türkmanlar” denir…
Yine Kelkit’ten Hakkâri’ye kadar olan bölgede yaşayan Akkoyunluların büyük bir kısmı da İran’a gider.
Böylece yüzyıllarca başımızı ağrıtacak sorunlar bu politikalar sonucu gelişir ve büyür.
Osmanlı öyle bir açmaza düşmüştür ki, ne halifelikten vazgeçebilir ne de imparatorluğun kan kaybetmesini durdurabilir; çünkü imparatorluğu kuran asli unsur Türkmenler dışlanmış, mezhepçiliğe kurban edilmiştir…
Mollalar, başta matbaa olmak üzere bir sürü saçma sapan fetva verirler…
Ve sonuçta Osmanlı’ya Rönesans’ı da ıskalatırlar.
Bu molla hazretleri(!) her defasında yeni bir fetva ile Osmanlının matbaaya kavuşmasını engellerler; ta ki Batı, Rönesans’ı ve aydınlanmayı yakaladıktan, yani tam 240 yıl sonra 1727’de İbrahim Müteferrika’nın çabaları ile Osmanlı matbaaya kavuşur ama bilgiye sahip olmak için artık çok geçtir…
Bu aşamada irdelenmesi gereken konu şudur.
1299’dan 1683 Viyana Bozgunu’na kadar savaştığı tüm savaşları kazanan başta ‘’Türk imparatorluğu Osmanlı” varken;
neden son 250 yılda girdiği tüm savaşları kaybedip, bir de kurtuluş savaşı yapmak zorunda kalmıştır?!
(Osmanlı, son 250 sene; yani 1683 Viyana Bozgunu’ndan, 1922’de Sakarya Savaşını kazanana kadar tüm savaşları kaybetmiştir.)
*
Şimdi şu soruyu soralım kendimize…
Halifelik uğruna, Türk düşmanı, Arap tipi mezhepçi politikalara dönülmeseydi koca bir imparatorluk batar mıydı?
Ve bir başka soru…
Mevlanaların, Yunus Emrelerin, Hacı Bektaşilerin, Seyit Gazilerin, Ahmet Yesevilerin… İslam’ı, İslam değil miydi?
Ya da Osmanlıyı kuran Şeyh Edebalilerin İslam’ı, Akşemseddinlerin İslam’ı İslam değil miydi de Ebu Suudlara teslim edip, batırdık koca İmparatorluğu…
*
Yazarken kalemimin ucu bile titriyor ama şunu da dillendirmek zorundayım.
Bugün de hâlâ aynı sürecin devam ettirilmesi tarihten, hiç ders almadığımızı gösteriyor..
Ve anlayana son söz… Ahmet Yesevi der ki: “Din bir seçimdir, ama Türklük kaderdir!”
*
Evet, Osmanlının küllerinden çıkardığımız bağımsız bağlantısız yeni bir devlet Türkiye Cumhuriyeti TURAN dediğimiz Türk dünyası birliğini de sağlamalıdır. Türk dünyasının birliği vaz geçilemez önceliğimiz olmalıdır. Türk birliği için çalışmanın pek çok yolu vardır. Efsane, destan, tarih, dil ve edebiyattaki ortaklıkları göstermek için ilmî çalışmalar yapmak bu yollardan biridir. Aynı amaçla sanat çalışmaları yapmak da bir yoldur. Tek tek insanlarla konuşarak onlarda birlik bilincini oluşturmaya çalışmak da bir yoldur. Yazılar yazmak, yazılı ve görüntülü iletişim araçlarında faaliyette bulunmak, bu amaca yönelik sivil toplum kuruluşları meydana getirmek ve onlar içinde yer almak… Daha fazla ayrıntıya girmek gerektiğini sanmıyorum. Bu amaçla yapılacak her türlü faaliyet, Türk birliği için çalışmak demektir.
*
Bütün bu faaliyetler iyi ve kutsaldır. Ancak en başta uyulması gereken bir şart vardır: Mevcut durumu doğru bilmek, doğru tespit etmek. Doğru bilgiye dayanmayan hareketler, amaca fayda vermek yerine zarara yol açabilir. Hiçbir şey abartılmadan her şey doğru bilinmelidir. Bütün olgular, sebepleriyle birlikte doğru tespit edilmelidir. Doğru ve sağlam bilgilerden hareket edilerek amaca doğru yürünmelidir.
Bugün için bilinmesi gereken doğrulardan biri, bizim Türk dediğimiz topluluklardan birçoğunun veya o topluluklar içindeki insanlardan birçoğunun kendilerini Türk bilmedikleridir. Aynı şekilde dillerini de Türkçe olarak adlandırmadıklarıdır. Onlar, kendilerinin ve dillerinin bizimle aynı kökten geldiğini biliyorlar, fakat artık ayrı olduklarını düşünmeyebilirler.
Elbette sadece bu bilgiyle yetinmek doğru değildir. Neden kendilerini ve dillerini öyle biliyorlar? Bu sorunun da cevabını araştırmalı ve sebebini bilmeliyiz. Bunun için, yakın dönemlere kadar onların da genel adlarının Türk, dillerinin adlarının Türkçe olduğunu, durumun başka devletlerin bağımlılığı altına girdikten sonra değiştiğini onlara tarihî delillere dayanarak ve sabırla anlatmamız gerekir.
*
Özbek, Türkmen, Kazak, Kırgız, Tatar, Başkurt kimlikleri uydurma kimlikler değildir. Bu kimlikleri kullanmakta sorun yoktur. Önemli olan, Türk üst kimliğinin unutulmuş veya hâkim güçler tarafından unutturulmuş olmasıdır. Onlara hatırlatmamız gereken, üst kimlik adlarının Türk olduğudur.
Hâkim güç, Türk adını sadece Türkiye Türklerine, Türkçe adını da Türkiye Türklerinin dillerine inhisar ettirerek kardeşlerimizde yanlış bir imaj oluşturmuştur. Bunun, hâkim güç tarafından zihinlere yerleştirilmiş bir bilgi olduğunu onlara yumuşak ve ikna edici bir dille anlatmamız gerekir.
Özbek, Türkmen, Uygur, Kazak ve diğer kardeşlerimize Türk olduklarını anlatmaya çalışmak bir zorlama değildir. Ortak Latin alfabesinde birleşmek gerektiğini anlatmaya çalışmak nasıl zorlama değilse Türk olduklarını anlatmaya çalışmak da zorlama değildir.
Tabii ki usul ve üslup çok önemlidir. Hiç kimseye zorla bir şeyi kabul ettirmek yetkisine sahip değiliz. Yumuşak bir üslupla, delilleri ortaya koyarak karşımızdakini ikna etmeye çalışmalıyız.
Zaman da önemlidir. Yüz yılların tortusu, on yılda, yirmi yılda giderilemez. 20-25 yılda olmadı diye “bu iş olmaz” yargısına varmak da doğru değildir. Azerbaycan, özellikle Güney Azerbaycan’daki kardeşlerimizin artık kendilerini Türk kabul ettiklerini, hatta Azeri sözüne öfkelendiklerini görüyoruz. O hâlde “olmaz” diye bir şey yoktur. Ülküler, çetin ve zorlu uğraşlardan sonra gerçekleşebilen kutsal dileklerdir.

Ali Kemal Gül
Ali Kemal Gül
Kimya Mühendisi - Eğitimci
Önceki İçerik
Sonraki İçerik

Seçtiklerimiz

spot_img