Bütün Hikâyeleri
Osman
Zeki Özturanlı yaşadığı
dönemin ruhunu yansıtan, sosyal dönüşümünün sarsıcı hâdiselerini küçük insan
hikâyeleriyle anlatan bir yazarlar kuşağının usta temsilcilerindendir.
Yazar hikâyelerinde, Türkiye’nin bir
bölgesinin değil, tamamını alâkadar eden yanlış ziraat politikalarını temiz ve
duru, ustalıklı ifâdelerle kaleme alıp hikâyeleştirmiştir. Verimli tarlalar ve
bahçeler, sayfiye ihtiyacı için beton bloklarla donatılmış bölge nüfusu,
üretici olmaktan çıkarılmış, tüketici hâline gelmiştir. Bu değişimin
neticesinde sâdece bölge insanı değil, bütün vatandaşlar geniş çaplı açlığa
değilse bile pahalılığa mahkûm edilmiştir. Binlerce, onbinlerce insanın
sebze-meyve ihtiyacını karşılayan köylü, kendi ihtiyacını karşılayabilmek için dahî
üretiminden çekilmiş, ihtiyaç maddelerini satın almak mecburiyetinde kalmıştır.
Trajik durum, bu kadarla kalmamış, ‘şehir’leşen köylere akın eden şehirlilerle
birlikte şehirli olması gerekirken, topraklarına yerleşen şehirliler, yozlaşan
köy kültürünü benimsemişlerdir. Bir başka ifâde ile şehirlileşemediği gibi
köylü olarak da kalamamıştır.
Sâde, duru ve mahallî olmanın sevimliliği
içerisindeki dilimiz bayağılaşmış, dayanışma, samimiyet, çıkarcılıktan uzak
dostluklar unutulmuştur. Bir zamanların popüler dizi filmi Dallas’ın başrol
oyuncusu Ceyar’ın yaygınlaştırdığı entrikacı, aşağılık ve muzır işler tertipçisi
insanlar, saf ve temiz köylü delikanlılarını; edepli ve temiz hayatın beynine
kurşun sıkıp, kalbine hançer saplayan canavarlar hâline getirmiştir.
Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan bir makalesine
koyduğu başlıkta: “Hollywood,
Pentagon’dan güçlüdür” Diyor. Kuzey Kore yönetimi, insanlarının daha fazla
yozlaşmaması için Hollywood yapımı filmlerin, dizilerin ülkede seyredilmesini
yasaklıyor. Elbette satıhta kalan bu aspirin tedâvisi neticesiz kalmaya
mahkûmdur. Bizim batıcılarımız yerli Hollywood’larla yozlaştırma ateşine dev
körüklerle destek verirken, gençlere millî şuur verecek eğitim politikaları
geliştirmek gereksiz görülüyor.
***
Ötüken Neşriyat, kalemi güçlü Ösman Zeki
Özturanlı’nn; hikâyelerini 13,5 X 21 santim ölçülerinde, 375 sayfalık kitapta
toplarken, hiçbir kitaba girmeyen hikâyelerini de iki kapak arasına
yerleştirmiştir.
‘Harman Yerin Kısa Bağlanmışlar’
başlıklı hikâyeden kısa kısa bölümler:
Bizim niçin câhil
kaldığımız belli. Ama çocuklarımız da kalırsa böyle, büyük bir suç olur bu. Bak
bendeki lakırdıya bir kere. Top gibi… Tüfek gibi… Böyle dedim dedim,
kandıramadım Köroğlu’yu. Dayatırdı hep karşımda.
-Sal yakasını canım. İki çocuk değil mi bu, gidip
okusunlar.
-Öyle salmakla olmaz.
-Ya n’apalım?
-Birlikte kasabaya
taşınacaz.
Sözün burasına geldi mi sıra, Nuh der Peygamber demezdi.
Yapamazmış büyük yerlerde efendim… Ha deyince inmeliymiş tarlaya. Hop deyince
de çıkmalıymış bayıra.
-Hani be, hani tarla, sattık ya.
-Olsun bahçe var ya. O yeter.
-Bir gün ona da
gelirse sıra?
-Görmez misin, koca bir dağ var sırtımızda?
İçimden bir ses
gelirdi. Ama nedir ki boğazımda düğümlenir kalırdı.
-‘Bre karı, bir
gün gelip o dağı da parselleyip satacaklar’ demeye getirirdim ya. Demezdim bir
şey. Susardım. Yutkunurdum boyuna. İşin aslına bakılacak olursa ben de
Köroğlu’ndan bir milim olsun önde değildim. Neden sonra anladım cahilliğimizi.
İstedim ki kalmasın onlar da bizim gibi. Ne ki işin başında, satmışım nasıl
olsa tarlayı. N’apacam avuç içi kadar bir köyde derdim. Aylaklıktan kurtulmaktı
bütün derdim. Adam sağın solun demesine baksa, deliye dönerdi valla. Her
kafadan ayrı bir ses.
-Otur be otur
yerinde Üzeyir Acar. Aldığın parayı hayatının sonuna kadar bitiremezsin.
-Aaaaa… Oturmak
olur mu? Çalışmak lâzım.
-Köklet bahçedeki
zeytinleri. Yap baştan başa narenciye, bak keyfine.
-Ben olsam besicilik
yapardım. İnek besle…
-Bak bana Üzeyir Aga. Aç köye bir sinema. En iyi iş bu
valla.
-Ah anasını, ben
olaydım Üzeyir yerinde. Bir gün durmaz, plajlarda gazino işletirdim be.
Bu söze gene, en
çok Demir Poyraz kızar, içerlerdi. Atılırdı hemen. O sapsarı suratı, iyicene
kısılmış sesiyle:
-Gidin işinize be… Görmez misiniz Topal Necmi’yi?
-N’olmuş Necmi’ye?
-Döndü bir Çingene eşeğine.
Bu sözün ne demeye
geldiğini bir türlü anlamazdım.
***
Aylak bir adam n’apar köy içinde. Bağlar elini arkasına.
Bir oraya bir buraya… En çok aylaklık boğazımı sıkardı zati. Neyse işte. Bir
yaz günü otururduk Deli Dilaver’le bizim Topal Necmi’nin saz gazinosunda.
Sırtımız denize dönük. Yüzlerimiz kumsala çevrikti. Yatan, uzanan, yan gelen,
gezen, dolaşan, birbirine sarmaşan, uyuz gibi kaşınan öbek öbek insanlara bakardık…
Ben tiksinerekden bakardım her birine. Sövmek gelirdi içimden. Ne gelmesi,
basbayağı söverdim. Burnumun dibindeki Deli Dilaver öyle değilmiş meğer. Nerden
bilecen?
-Bre Dilaver, dedim.
-Hop, dedi.
-Bak bana dedim.
-Bakarım, dedi.
Bakarım dedi ama
gözleri kumdaydı hâlâ.
-Çevirsene kafanı
be… Dedim. Çevirdi zor zahmet, neyse
-Söyle.
-Babalarımız
birbirleriyle ne canciğer dosttu, ahbaptı bilirsin değil mi?
-Bilmez miyim be
Üzeyir Aga. Ahretlik olmuşlardı ya.
-Tamam, öyleydiler… Seninki çok oldu öleli. Benimki de
geçende. Gördü bu deniz rezaletlerini. Benimkini koy bir yana. Ya şimdi hiçbir
şeyi görmeyen rahmetli bacın, karşı sırtlardan elinde bir değnekle, koca
boynunu kıvıra kıvıra çıksa da… Bir baksa buraya, ne sanırdı acaba? Şaşırdı Dilaver,
apışıp kaldı karşımda.
-Bilmem.
-Bilmezsin ya… Bak sana söyleyim.
-Söyle be Üzeyir
Aga, söyle.
-Kaldırıp da
başını baksa rahmetli babacın buraya… Taa ötelerden anlamaz bir şey. Sanır ki
tütün tarlası oldu buralar. Ya da harman savurur bu kızancıklar. Acınır belki
de… Ama sokulunca yanlarına… Ne görsün, bir sürü çıplak adam. Çıplak karı…
Açık kalır ağzı. Şaşırır. Kim bunlar be? Cevap veren bulunur tabi.
-Bunlar yazlamaya geldiler.
-Ne yazı be … Bu
ne biçim bir lakırdı?
-Deniz banyosu yaparlar.
-Bire adam dediğin
yıkanır kendi evinde. Bu kıyılarda biz yorgun beygirleri yıkardık.
-Havasızlıktan
patlayacaklardı bunlar… Hava alırlar.
-Çalışırken bir
adamın boğazını sıkmazlar ya. Hem çalışsınlar… Hem de hava alsınlar.
-Yorgun adam bunlar be Tayyip Dede. Bütün bir yaz sırtüstü
yatacaklar işte böyle.
Kestim lakırdımı burada. Sordum Dilaver’e. Tam bu söz
üstüne n’apardı rahmetli babacın dedim. Baktım, ohoooo, Dilaver’in gözleri bir
başka yerde. Belki de duymadı bile ne dedim. Bilmem dedi gene başını
çevirmeden.
-Bak bana be, dedim.
–Bakarım… dedi.
-Çevir kafanı
bana.
-Çevirdim.
-Ya gözlerin?
-Kulağım sende ya.
Boşver gözlerimi. Gözlerim işgal altında.
-Bak utanmaza.
-Dinler misin?
-Dinlerim…
-Baban rahmetli kaldırırdı sopasını tam bu kumsal içinde
yürürdü bu kalabalık üstüne. ‘Bre
şapşallar yorgun bir adamı bana mı anlatacaksınız… Yorgun doğdum ben. Yorgun
öldüm. Yorgun olarak yatarım şu karşıki kara topraklarda. Bu su sineklerinin
hiçbiri de yorgun değil be. Yorgun adam, gece gündüz hâlâ işinin başında gene.
Hasittirin burdan, geldiğiniz yere. İşlerinizin başına bire. Boşladınız işi
gücü sırt üstü yatarsınız burda haaa...’ derdi, dedim.
Bir göz attım Dilaver’e. Bak kerataya, oralı bile değil.
Tam o sırada fırladı yerinden. Eli kolu titremeye başladı. Nerdeyse boşanacak
pezevenk.
-Aman be Üzeyir Aga, dedi.
-Ne var, dedim. Bak bendeki şaşkınlığa bir kere
-Görmedin mi?
-Neyi?
-Karşıdan bir karı
geçti.
-Eeeee, n’olmuş?
-Tam göbeğinin üstünde kocaman kara bir beni vardı ki
sorma.
-Tüüüüü, Allah belanı… Dedim. Kalktım Dilaver’in
yanından. Koca bir köy içinde doğru dürüst konuşacak bir adam kalmadı be yahu.
Kalmadı valla. Herkesin ağzında aynı laf, aynı lakırdı. Adam sandım bu susak
kafalıyı da neler anlattım. Yürüdüm öte tarafa doğru. Alıp başımı köye gitsem. Köyde
nüfus sayımı var sanki. Kadıncıklar el kadar kalan tarlalarda, akşamlara kadar
kan ter içinde çalışırlar. Adamlarsa benim gibi böyle, elleri kıçlarında
veryansın dolaşırlar Allah dolaşırlar. Kim ne dedi… Kim ne yaptı…
Tam bu sıra. Bulunduğum yerden kumsala doğru baktım.
Tüfekleri omuzunda, iki jandarma eri bir aşağı bir yukarı… Volta atarlardı.
Tamam, dedim, var bir bokluk ya… Dur bakalım. Çöktüm olduğum yere. Habire
jandarma erlerine bakarım. N’oldu… N’olacak … Hay Allah be, tam bu sıra aklıma
geldi, öte günler vali paşa köyü ziyaret etmişti ya. Bu köy Ege’nin incisi
olacak demişti. Sizler de inci tanesi… Söz aramızda birtakım hort atanlar var
ya. O günden bu yana kendilerini inci tanesi sanırlar. Bugüne kadar katırın
apışındaki sinek gibi yaşa. Sonra birdenbire inci tanesi haaaa… Bak bizim
başımıza gelenlere be yahu, önüne gelen… Kim olursa olsun ama… İyiden iyi
şaşırttı bizi. Vali Paşa o gün, köyünüzü benim kadar severseniz eğer, bu iş
burda biter demişti. Disiplini sağlamak için de iki tane jandarma eri
gönderecem demişti. Tamam dedim, düzeni korumak, kollamak için dolaşır
fakircikler. Bu çıplaklar arasında onlar da bizim gibi giyimlidir sımsıkı.
Bizden de beter. Bize karışan yok ki… Baksana Deli Dilaver bile, attı
setresini, kasketini kısa kollu gömlekle dolaşır ne zamandan beri. Neredeyse
pantolonunu bile dizlerinden kestirecek kerata. Ya askercikler. Sımsıkı yakalar
içinde. Bir de tüfekleri asılı boyunlarında. Bir aşağı, bir yukarı… Böyle bir
acımayla yaklaşmak istedim yanlarına. Kalktım, doğruldum yerimden. Soluklanıp
iyice bir yarenlik yapacam. Şu bu, falan filan… Tam o sıra biri düdük çaldı.
Kumsal tarafına doğru üfledi. Öteki seslendi.
-Heyyyy…
Hemşerim, gel buraya.
Deniz kıyısında
dolaşan birini çağırdılar. Baktım karşıdan. Aa… aaa, bu bizim kasabanın baş
tüccarı Durmuş Mercan. Ağır ağır sokuldu yanlarına. Breh anasını, içimden bir
aferin çektim bu Durmuş Mercan’a. Öyle ya başkaları gibi soyunmamış. Olmamış
bir zemheri zürafası. Sırtında fanilası. Kıçında topuklarına kadar beyaz iç
donları vardı. Tamam dedim, bu da bizden. Ben böyle düşünürken, jandarma eri
seslendi.
-Bu kıyafetle denize giremezsin hemşerim.
-Neden?
-Vali Paşa böyle
emretti. Denize girmek için deniz donun olacak.
Eğdim başımı yere. Vay anasını be. Ne günlere kaldık
yahu. Durmuş Mercan emir emirdir dedi. Döndü geri. El etti binlerine. Toplandı
başına bir sürü çoluk çocuk, karı kız, kızan… Baktım şöyle bir geriden Mercan
Bey’in kızlarının hepsinin de ayaklarında deniz donları vardı. Bak sen kodoşa
bir kere be. Kendini örtmüş kapamış öte tarafta gene ne halt etmeye kalkmış…
Ne dünya be, ne dünya. Uçkuru kördüğüm olmuş bir dünya… Günahtan korkarım ya…
‘Dur bakalım bunlar kızları değil galiba’
dedim. Yürüdüm, omuz verdim kumsala doğru. İşin enini boyunu, ta ki kökenine
kadar anlayacam. Haydi arkamdan bir düdük sesi. Döndüm baktım. Bu kere hanaydı
bu. Gördün mü işi. Demek bu kumsalda ne yana dönersen dön herhalde bir kere
düdüklenecen. El etti jandarma. Ne halt edecen. Topuklandım geri. Geldim
önlerine.
-Ne var? Bir şey
mi?
-Bi de seninle mi uğraşalım ulan, hadi işine.
-Yok benim işim.
-Ulaaaa, emme de çattık ha.
Düdüğü çalan, çıkardı ağzından. Yakaladı yakamdan. Sarstı
şöyle bir. Dünyamı şaşırdım.
-Yasak, yasaktır
sen askerlik yapmadın mı la?
-Yaptım ama, nedir
yasak anlamadım.
-Elbiseyle kıyıda dolaşmak yasak lan, yasak işte, dedi.
Boynum kıvrıldı düştü yere. Yumruk kadar bir yüreciğim
varidi. Olur olmaz yerlerde daralındı. Oldu jandarmalar karşısında bir manda
yüreği gibi. Sıkıysa hadi daralmış yüreğinle çıkış bakalım. Çıt yok bende.
***
Hay anasını be, iyice bir acındım halime. Tam bir faka
düşmüş sıçan gibiydim. Orası yasak, burası yasak. Bir solukta geldim Necmi’nin
gazinosuna. Nerde deminki tenhalık, nerde şimdiki kalabalık. Bütün iskemleler
dolmuş baştan aşa. Hepsi de aynı tarafa dönmüş sırtını. Daha bir meraklandım. ‘Selamınaleyküm,’ dedim. Hay demez
olaydım. Bir tabur adamdan bir Allah’ın kulu çıkıp da cevaplamadı, almadı
selamımı be yahu. Süsecek danalar gibi baktılar yüzüme. Eh, bu kadarla bitse
gene de iyi. Çekil bir köşeceze. Çöreklen yere. Tamam. Ama nerdeee… Kolunda
kırmızı bir şerit sarılı, kocaman bıyıklı, saçları omuzlarına kadar sallantılı
gençten bir adam fırladı yerinden. Dikildi önüme.
-Kimi arıyorsun? Dedi.
-Hiççç..
-Kim… Kim…
-Hay Allah belanı.
Bak şimdi işe. Kimi arıyacam be.
-Yok bir aradığım.
Dedim.
-Eeeee? Kollarını
beline bağladı, öyle bir duruşu bakışı vardı… Diliyle değil elbet…
Gözleriyle… Ta derinden b