Tarihi olayları o dönemin şartları içinde yorumlamak gerekir. Ancak “tarih tekerrür ediyorsa” o dönemlerde yaşanan bazı olayların sebep ve sonuçlarından ders çıkarmak mümkün olmalıdır. Çünkü insanoğlunun zekâsı, davranışları öyle düşündüğümüz gibi çok da değişmemiştir.
Daron Acemoğlu ve Simon Johnson’un yazdığı “İktidar ve Teknoloji” kitabında ortaçağ Avrupa’sındaki teknolojik gelişmelerin ve verimliliği artıran uygulamaların toplumun genelinde bir refah artışına yol açmadığı anlatılıyor.
Günümüzdeki teknolojik gelişmelerle kıyaslanması mümkün olmasa da mesela su ve yel değirmenlerinin devreye girmesiyle işçi başına verimlilik elle çalışan değirmenlerin 20 katına kadar çıktı.
1000-1300 yılları arasında tarım teknolojilerinde yaşanan diğer gelişmelerle birlikte özellikle İngiltere’de tekstil sektörü gelişti. Bu sektör ileride yaşanacak sanayi devriminde kilit rol oynadı.
Fakat verimlilikteki bu artış, işçilerin maaşları ve yaşam şartlarını iyileştirmediği gibi çoğunluğun yoksulluğunu daha da arttırdı.
Çünkü çiftçiler daha fazla çalışmalarına rağmen, dolaylı ve dolaysız vergilerle mahsulün çok büyük bir kısmını efendilerine vermek zorunda idi. Çok çalışan ve yeterli beslenemeyen köylülerin ortalama yaşama süresi 25 yıla kadar düşmüştü.
Çünkü Ortaçağ Avrupa’sında bir işgücü piyasası yoktu. Değirmenler arasında bir rekabette söz konusu değildi. Çalışan köylülerin lordlara ve din adamlarına karşı itiraz etmeleri mümkün değildi. Baskı ve zorla çalıştırılıyorlardı.
1300’lerin ilk yarısında yoksulluk, beslenmeme ve temizlik sorunları yüzünden salgın hastalıklar patlak verdi. Mesela İngiltere’de ortaya çıkan kara veba sonrası İngiliz nüfusun üçte biri ile yarısı kadar bir kısmı öldü.
“Peki, değirmenlerin, nalların, dokuma tezgahlarının, el arabalarının ve maden işletmeciliğindeki ilerlemenin getirdiği ekstra üretim nereye gitti?”
Bir kısmı şehirlerde artan nüfusu beslemek için kullanıldı. Ama üretim fazlasının çoğu büyüyen dini hiyerarşik yapıya gidiyordu. Onlar da katedraller, manastırlar, kiliseler inşa ettiriyordu.
Tahminlere göre 1300’lere gelindiğinde başrahipler, piskoposlar ve diğer yüksek ruhban sınıfı, tüm tarım arazilerinin üçte birini elinde tutuyordu.
Sevgili okuyucularım bu tarihlerin Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılları olduğunu düşünmenizi istiyorum.
*******************************
Ruhban Sınıfın Gücü
Ortaçağda yapılan katedraller, kiliseler gibi muhteşem dini yapılar genellikle taştan yapılıyordu. Ama insanların çoğu derme çatma barakalarda yaşıyordu. Yapımı 50-100 yıl süren bu dini yapıların inşaatında insanlar çok kötü şartlarda çalışıyordu.
1200’lerde hangi cemaatin en uzun ve en görkemli yapıyı inşa edeceği konusunda rekabet yaşanıyordu. Bu yapıların inşa ve işletme masrafları halktan toplanan vergilerden karşılanıyordu.
Tahminlere göre 1100-1250 arası Fransa’da toplam milli gelirin yüzde 20’si yapılan dini binalar için kullanılmıştı.
Oysaki bu rakamın yarısı üretimi ve refahı artırmak için kullanılsa bütün kutsal dinlerin emirlerine daha uygun davranılmış olur, insanların daha sağlıklı, mutlu ve uzun ömürler yaşaması mümkün olurdu.
(Avrupa’nın kiliseyi devlet işlerinden uzaklaştırıp aydınlanma yaşadığı ve sanayi devrimi ile kalkındığı bir dönemde, Osmanlı Devleti’nde son padişahların cami ve saray yaptırma hevesleri ile ekonomiyi çökertmiş olduğunu hatırlayınız.
O dönem Avrupa toplumunda değirmenleri yani üretim araçlarını manastırlar ve lordların işletmesi normal kabul ediliyordu. Günümüzde yaptırdıkları saraylar ve camilerle ekonomiyi çökerten padişahların övgüyle anılması da ilginçtir.)
Ortaçağda manastırlar vergiden muaftı. Zamanla ruhban sınıfın elindeki arazi miktarı artarken Kral ve aristokratların (feodal lordların) payı iyice düştü. 1300 yılına gelindiğinde kralın toplam arazideki payı yüzde 2’ye düştü.
Siyasi otorite ile dini gruplar arasındaki işbirliği bir süre sonra sert mücadelelere dönüştü.
*******************************
Halk Nasıl İkna Ediliyordu
Halkın büyük çoğunluğu neden toplam nüfusun yüzde 5’i mertebesindeki aristokratlar ile ruhban sınıfının kendilerini köle gibi çalıştırmasına isyan etmiyordu?
İstisnai direniş hareketleri olmuşsa da kalıcı olmuyordu. Çünkü halk son derece dindardı. Bu durum rahipler ve tarikatların ikna gücünü artırıyordu. Kilise mevcut üretim yapısını ve hiyerarşinin varlığını savunuyordu.
Yasaları çıkaran elit kesimdi. Yasalar elit kesimin veya kilisenin yanındaydı. Yargı yetkisi ya feodal elitlerin yürüttüğü yerel mahkemelerin elindeydi veya kilisenin yürüttüğü dini mahkemelerin.
Feodal güç ve kilisenin ikna kabiliyeti kitleleri itaate hazırladı. Bu sebeple korkunç eşitsizlik ve adaletsizlik uzun yıllar devam etti.
(AKP’li yönetici ve milletvekillerinden sıkça duyduğumuz “itaat et, rahat et!” sloganı haksızlık ve zulme karşı isyan etmeyi öğütleyen İslam’ın ölçülerine karşıdır. Ancak Ortaçağ Hristiyanlarının inancına daha uygundur.)
Avrupa’da eski ortaçağ şehirlerinde muhteşem katedraller ve kiliseleri gezerken, bu yapıların temelinde milyonlarca insanın emeği, teri, kanı, hakkı ve çilesi olduğunu unutmamak gerekir.
*******************************
Çıkarılacak Dersler
Esasen Avrupa kendi tarihinden gerekli dersleri çıkardı. “Güç bozar, mutlak güç mutlak bozar” sözünün doğru olduğunu gördüler.
Devlet gücünü ele geçiren her kim olursa olsun, denetleyen ve dengeleyen (yasama, yargı, medya ve STK’lar gibi) güçlerin olması gerektiğini anladılar. Bu sebeple “kuvvetler ayrılığı” sistemini benimsediler.
Devletin en temel kamu hizmetlerini (güvenlik, eğitim, sağlık gibi) herkese eşit olarak ve mümkünse ücretsiz olarak vermesi ilkesini işletmeye çalışıyorlar.
Din adamları, cemaat ve tarikatların devlet yönetiminden uzak olmasını sağladılar ve büyük maddi güçler elde etmelerine izin vermediler.
Çalışan kesimin serbestçe bir işgücü piyasası oluşturmasını, sendikalarla haklarını örgütlü olarak savunabilmelerini sağladılar. Üretimden hak ettikleri payı alabilmeleri için gerekli ortamı hazırladılar.
Bağımsız bir medya ve güçlü Sivil Toplum Kuruluşları ile yürütme erkini etkin bir şekilde denetleyen bir sistem oluşturdular.
Yargıyı gerçekten bağımsız ve tarafsız yaptılar. “Hukukun üstünlüğü” ilkesini yaşatmak için gereken her şeyi yaptılar.
Biz ne kadar ders çıkardık ve geldiğimiz noktada Ortaçağ Avrupa’sını hatırlatan uygulamalar var mı? Karar sizin…