Olcay Yazıcı: Bir Vefa Abidesi

119

”Çatallı yol ağzında şaşırıp kaldım Derviş
Söyle hangi patika gül dağına gidermiş?”
(O.Olcay yazıcı)


Olcay Yazıcı nev-i şahsına münhasır bir şair. Bir hüzün lalesi.
Fırtınalara tutulmuş bir gül.
Yüreğinde tufan taşıyan adı henüz konmamış bir mevsim.
Bir çile dükkanı. Mutluluk yerine sancı satan bir esnaf.
Ölümü hayatın içinde, balı ise çiçeğin özünde arayan bir derviş.
Erguvanların uğultusunda hayatın gizemini arayan bir bilge.
Eylülün kırdığı gülden yeniden filizlenen bir fikir şafağı.
Ve nihayet şiirleriyle ateşi uyandıran, tutuşturan ama ateşin yakamadığı bir Halil İbrahim türküsü…


Elbette O’nun şiir dünyasını kuşatacak bir bakışa sahip değilim. Şiirlerinin derinliğini ölçebilecek bir nefesim de yok üstelik. Ancak şiirlerini okurken müsaade ettiği yere kadar müstesna. Geleneğimiz hem söz hem de terkip olarak şiirlerinde var. Ancak onun şiirleri sadece gelenek değil. Yepyeni bir söyleyiş ve biçim var dizelerinde ama gelenekten bağımsız da değil. Anamın ak sütü gibi bizden ama çağın hikmet hazinelerinden de hâli değil. Hüzün yağmurunun güneşin üzerine süzüldüğünde oluşan bir gökkuşağı belki de. Kesin olan bir şey var ki şiirlerinin içine bezenen hüzün bizim, çile bizim, sancı bizim. Ve dizelerinde dillenen değerler de yıllar var ki kaybettiğimiz bizim kendi yitik malımız.


Hangi boyutunu anlatsam eksik kalacak…


Neresinden tutsam şiirlerini avuçlarımla diğer azalarım buz kesecek.


Duygu desem mesela, şiirlerini okurken çiçeklerin üzerinden kanatlanan kelebeklere döndüğümü ve sonsuza doğru yol alan bir kervanın peşine takılan bir beyaz haleye büründüğümü uzun uzun anlatmam gerek.


Musiki desem, dizelerin arasında gizlenmiş onlarca müzik aletinin bazen bir kır çiçeğinin gülüşünü, bazen dört nala zafere koşan atların nal seslerini elbette çoğu zaman da hüzün lalesinin derin iç çekişlerini büyük bir uyumla terennüm ettiğini anlatmam gerek.


Düşünce desem, gelenekten süzülen ve çağları aşan, nehirden çağlayıp ummana ulaşan, bireysel olmasının yanında ferdi aşıp toplumla kucaklaşan büyük bir bilgeliği söylemem gerek.


Kelime seçimi desem, şiirlerinde kültürümüzün yapı taşları olan eski kelimelerin yeni ile buluşturulup harmanlanarak muazzam şiir kalelerine harç yapıldığını, eksik ve fazla malzeme kullanmadan, tekrara düşmeden, kelimeleri özenli ve özel seçişlerine, nihayetinde de mahirane dil ustalığına dair bahislere derinliğine değinmem gerek.


Kavram ve mana desem, oluşun ve ondan sudur eden oluşumların bütün kavramlarını öz anlamlarını koruyarak ama kendine özgü bir zenginleştirmeyle düzenleyen bir dil işçisinin çabalarından, yeni ve kendine ait semboller kullanarak dinin ve ahlakın doruklarında şövalyelik yapan bir savaşçının destanlarını anlatmam gerek.


Ve aşk…Her dizenin ve her şiirinin ana gayesi. Kırda kaybedip şehirde bulacağımızı zannettiğimiz, yürekte unutup meydanda aradığımız sır. Dünyada izini sürerken elimizden tutup ta bizi dünyaların üzerine kanatlandıran muştu. Şairin çok çarpıcı ifadeleriyle bizleri bazen buz kristallerine dönüştüren bazen de alev kırmızı yanışların sarmalına gark eden donmalarımız ve yanmalarımız…  Bütün bunları anlatmam gerek.


Şair Olcay Yazıcı, şiirleri üzerine araştırmalar yapılıp tezler yazılmış bir büyük şair. Bestelenmiş şiirleri de var tabii ki. Şiirleri üzerine kitaplar da yazılmalı diye düşünüyorum. Bunu fazlasıyla hak ettiğine de inanıyorum.


Benim bu yazıdaki maksadım onun şiir atlasını çizmek gibi bir iddia değil elbette. Ben Olcay Yazıcının bir vefa abidesi olduğundan, şiir yazan ve aynı zamanda şiirlerini yaşayan bir örnek şahsiyet olduğundan bahsetmek niyetindeyim.


Üstad Dilaver Cebeci’yi anma programının düzenlendiği Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesinin hazırladığı ve gayretli sosyolog Ağabeyim Cafer Vayni’nin yönettiği programda yüz yüze tanışma fırsatı bulduğum bu vefa timsali kalender şairimizin uzun süre etkisinde kaldığımı ifade etmeliyim.


Sessizce yanına sokuldum ve kederin ve hüznün bir tomurcuğa dönüştüğü bu muhaykel yüreğe derdimi açtım. “Hocam öğrencilerim sizin şiirlerinizi okuyor, sizi çok seviyorlar ve sizinle tanışmak istiyorlar. Hatta üç öğrencim sizi araştırıyor kendinize dikkat edin. Ancak şiirlerinizi bulmakta zorluk çekiyoruz. Bize bir himmet edebilir misiniz üstadım “deyince merak etmeyin size her konuda yardımcı olacağım dedi. Gecenin ilerleyen saatlerine kadar birkaç güzide insanla birlikte sohbet ettikten sonra yeniden görüşmek üzere vedalaştık.


“Gözden ırak olan gönülden de ırak olur” demiş atalarımız ancak Olcay Yazıcı için bu böyle değildi. Kısa zaman içinde bilgisayarına kayıtlı şiirlerini bize internet üzerinden gönderdi. Hemen çoğaltıp öğrencilerime dağıttım. “Sizin için çalışmalar yapıyorum şimdilik bunlarla idare edin” diyordu mektubunda. Çok mutlu olmuştuk bu vefa örneği davranış karşısında. Böylece hem tozlanmış edebiyat dergilerinin arasında şiirlerinin izini sürmekten kurtulmuş hem de toplumumuzda kaybolmaya yüz tutan ve bizi biz yapan değerlerimizin yeniden farkına varmanın eşsiz doyumunu yaşamıştık.


Daktilomun tuşları / Yitik ömrün düşleri
Soğuk bir cehennemdi / Karasevda kışları
Direnir, dirilirdik her kuşlukta bir daha
Şiire sığınırdık, şiire ve Allah’a


Bir gün okula geldiğimde memurumuz Ferhat Şahin Bey, Olcay Yazıcının aradığını ve okulun adresini istediğini söyleyince yeni bir ümidin parıltıları çağıldadı yüreğimde. Hemen telefona sarıldım. Bize baskısı tükenmiş şiir kitaplarının fotokopilerini göndereceğini söyleyince çok duygulandım. Dün elime geçti bu hazineler. Erguvan Uğultusu, Eylülün Kırdığı gül ve Ateşi Uyandıran Şiirler. Hepsi bir nefeste okunası şiirler.


Bir araya geldiklerinde bir gül demetini andıran öğrencilerimi sınıfta topladım ve yaşadığım bu güzellikleri onlarla da paylaştım; İyilikler paylaşılarak çoğalsın diye.


Kitapları asıl sahiplerine teslim ettim; Eylülün kırdığı güller yeniden yeşersin ve yediveren olsun diye…


Bir öğrencim, Hocam Olcay Yazıcı’nın bazı şiirlerini ezberledim deyince anladım ki zamanıdır artık…


Şimdi…


“Şimdi ateşi uyandırma zamanıdır”