Öğretmenlerimizden Beklediklerimiz

66

 

Öğretmenin lüzûmu zarurîdir. Çünkü kitap; okumak ve anlaşılmak içindir. Okuyucusu olmayan kitap hiç hükmündedir. Kitabı okutacak ise Öğretmen’dir. Müzede rehber ne ise, okulda da Öğretmen odur. Müze mihmandarsız bırakılamayacağı gibi okullar da Öğretmen’siz olamaz.

En iyi intiba ve izlenimin, ilk intiba olduğunu Öğretmen, asla unutmamalı. İlk gireceği sınıflarda ve ilk karşılaşacağı Öğrenci’lerde, bu görünüm ve görüntüsünün, olumlu-olumsuz etkileri olacağını bilmeli. Sene boyu rahat veya huzursuzluğu bu ilk intibasına bağlı olacağını hatırdan  uzak tutmamalı. Bu husus -özellikle- her ders yılında yerine getirilmesi gereken bir vecîbe sayılmalı. Hattâ her öğretim yılı başında, Öğretmen kendini yenilemesini bilmeli. Tecrübelerinin ışığında daha nasıl bir metod uygulaması gerektiği husûsunda kendini yoklamalı ve ilk defa öğrenci karşısına çıkıyormuş, ilk defa ders veriyormuşcasına tatlı bir heyecan duymalı. Böylece talebenin de yeni bir şevk ve arzuyla derslerine sarılması sağlanmış olur. Çünkü duymayan duyuramaz. Hissetmeyen hissettiremez.

Öğretmen’in giyim kuşamı aşırılıklardan uzak; ciddî ve sâde olmalı. Hafifliklerden de kaçınmalı. Çünkü Öğretmen; Öğrenci’nin taklît ettiği; onun gibi olmak istediği önemli bir şahsiyettir. Öğrenci henüz ekilmemiş tarla gibidir. Öğretmen’in her söylediği birer tohum hükmündedir. Öğrenci’de zemin bulur, yeşerir. O kadar ki, Öğrenci anne-babasından daha çok Öğretmen’in dediklerine değer verir. Ve hattâ ebeveynine karşı Öğretmeni’ni savunur. Bu bakımdan Öğretmen çok dikkatli olmalı. Âdeta Öğretmen; Öğrenci’nin gözetimi altındadır. Üstelik bu gözetim, sadece okula inhisar etmez. Okul dışında da Öğretmen; tavır ve davranışlarında titiz ve dikkatli olmalı. Her an gözetim altında bulunduğunu unutmamalı.

Öğretmen, iyice bilmediği, bilip de hazmetmediği bilgiyi; Öğrenci’ye sunmamalı. Önce kendisi, konuyu bir güzel anlamalı. Mes’elenin posasını ayıklamalı. Zararsız ve yan etkisiz olan özünü Öğrenci’ye vermeli. Nasıl ki, koyun et yer, fakat yavrusuna süt verir. Öğretmen de koyun gibi olmalı. Kuş gibi olmamalı. Çünkü kuş yavrusuna hazmetmediği kay’ı verir.

Öğretmen konuyu anlatırken -zaten kayıtlı olan- ders zamanını iyi değerlendirmeli. Dersi dodurmak aslında çok kolay. Zor olan ve istenen, o belirli vakitte konu işlenmiş ve Talebe’ye ana çerçevesiyle aktarılmış olmasıdır ki, bu büyük önem taşır. Dersi öyle işlemeli ki, konuyla ilgili, söylenmesi gereken her şeyi söylemeli. Konuya uzak unsurlara ise, asla yer vermemeli. Bunu gerçekleştirmek için, karşıtı çürütmek yerine, asıl konuyu anlatmalı. Konuya zıt şeylere değinmek ihtiyacı hissederse, bunu detaylarına girmeden, yâni Öğrenci’nin zihnini yanlış ve eğrilerle bulandırmadan yapmalı. Asıl çabası, esas konuyu Öğrenci’ye sindirmek olmalı.

Öğretmen, branşını iyi ve etraflıca bilmeli. Çünkü bir konuyu tam olarak anlatabilmek için, konuyu bütün yönleriyle bilmek gerekir. Zira her konunun, her bir mes’elesinin sâhanın her konusuna bakan birer yönü vardır. Tıpkı halının ortasına konan nakşın, halının her tarafından oraya gelen iplerle ilişkisi olduğu gibi.

Öğretmen’in, her doğruyu, doğru diye söylemesi de doğru değildir. Çünkü zamansız söylenenler, öğrenmeye ve öğrenciye engel teşkil eder. Ve hattâ Öğrenci’yi ümitsizliğe, başarısızlığa iter. Tıpkı komutanın askere plânı bütün detay ve incelikleriyle anlatmasının veya tehlikeden haber vermesinin sakıncalı olması gibi. Çünkü asker, bilmekten değil, tatbikten ve başarılı olmaktan sorumludur. Bunun gibi talebe de, sadece önüne konan konuyu halletmekten sorumlu tutulmalı. Dolaylı konularla dikkati dağıtılıp yapamayacağı

458

duygusuna düşürülmemeli. Özellikle sosyal konularda bu husus daha da önemli. Doğru diye, olmuş  diye yanlışları iyice gözler önüne sermek; niyet ne olursa olsun, zihinleri bulandırır. Yanlış ve çirkinliklere tasvirsiz olarak yer vermeli. Hemen işin doğrusuna geçmeli. Tıpkı hasta olup da tedavisine koşmaktansa, hasta olmamaya bakmak gibi. Özellikle gerçeği, hakikati  nazara vermek üstünde durmalı.

Öğretmen, Öğrenciye hitap ederken çok dikkatli olmalı. Şüphesiz o da insan. Kızacağı, sinirleneceği anlar olur. Tabii, olmaması en ideali. Fakat kızacağı tutarsa, asla Öğrenci’yi küçültücü, onu hor görücü ve Öğrenciler arasında izzet-i nefsini kırıcı sözler sarfetmemeli. Çünkü bu, Öğrenci’yi hem Öğretmen’den hem de dersten soğutur. Onda onulmaz yaralar açar. Zira bedensel somut yaralar iyileşir, fakat kırılan izzet ve şahsiyet yaraları pek derindir. Kolay kolay iyileşmez. Mesela Öğrenci çalışmıyor, tembellik yapıyorsa, ona: “Seni gidi tembel, aptal, haysiyetsiz! Niçin çalışmıyorsun?” gibi kırıcı ve incitici ifadeler yerine: “Benden daha iyi bir hâfızaya sahipsin. Genç ve dinçsin. Anlayacak yaşta ve baştasın. Başarmaman için hiçbir sebep yokken niçin çalışmıyorsun?” derse ve böyle bir girişten sonra, -tabii bu minval üzere- Talebe’ye yüklenirse; Öğrenci alınmayacak ve toparlanmanın yoluna bakacaktır.

Öğretmen teşvik edici, kolaylaştırıcı olmalı. Zorlaştırıcı ve ümit kırıcı olmamalı. Mesela sözlüye kaldırdığı bir öğrenciye: “Oğlum, hakkın beş ama çalışasın diye sana altı veriyorum.” Demesi, Talebe’yi daha çok çalışmaya iter. Unutmamalı ki, Öğrenci’yi canlandıracak ve harekete geçirecek olan şey; başaracağına inanması, onu başarısız kılacak olan ise, bu inancını kaybetmesidir. Talebe’ye yapabileceği, başarabileceği şeklinde telkînatta bulunmalı. Aksi ifadelerden kaçınmalıdır. Öğretmen Talebe’yi kazanmaya hep kazanmaya çalışmalı. Öğrenci ne kadar ateş gibi olsa da, Öğretmen hep su gibi olmalı. Çünkü ateş, suya zarar veremez ama, su ateşi söndürür. Öğretmen su gibi aziz olmalı.

Öyle zaman olur ki, Öğretmen’in sarfettiği bir kelime, sınıfı tamamen karşısına almasına yeter de artar bile. Bazen de Öğretmen’in küçük bir hareketi; Öğretmen’i Öğrenci gözünde öyle büyültür ki, artık o sınıfı istediği hedefe rahatlıkla götürmenin sırrını elde etmiş olur. Öğretmen unutmamalı ki, söz sihir gibi tesir eder. Ya zehir olup dimağına akar veya bal gibi şifa olur, onu diriltir. Meselâ ders esnasında uyuyan birine: “Hadi oğlum kalk ve yüzünü yıka da gel!” Demek, hem Öğrenci’yi mahcubiyete sokarak, yaptığından nâdim edecek, hem de sınıfın sevgisini Öğretmen üstüne çekecektir. Çünkü, durum azarlamayı gerektiren bir hâl iken ve bu yapıldığı takdirde bütün sınıfın -sınıf muhabbeti sebebiyle-  kalben hakarete uğrayan Talebe’den yana bir durum sergilemesi muhakkak iken; Öğretmen’in bu jesti; bütün sınıfı bir anda kendisine hayran edecektir.

Öğretmen, Talebe’nin her şeyini görmemeli. Her söylediğini duymamalı. Her şeyin üstüne gitmemeli. Velhâsıl Öğretmen biraz kör, biraz sağır, biraz da dilsiz olmalı. Yâni bazen görmezlikten, bazen duymazlıktan ve bazen de bilmezlikten gelmeli. Çünkü tembel ve haşarı bir Talebe’yi: “İyisin iyisin.” Diyerek düzeltmek mümkün olduğu gibi. Normal bir Öğrenci’ye de yerli yersiz: “Kötüsün kötüsün!” Diyerek hoyrat bir duruma düşürmek; çok rastlanan bir husûstur.

Öğretmen – Öğrenci ilişkileri de çok nâzik bir konu. Öğretmen; ne Öğrenci’leriyle sıkı fıkı olup etkinliğini zayıflatmalı. Ne de soğuk davranıp, sevecenliğini yitirmeli. Çünkü her ikisi de Öğretmen’in başarısını engeller. Sıkı fıkılık, Öğrenci’yi gevşeklik ve tembelliğe, sertlik ise dersten soğumasına yol açar. Öğretmen dengeyi iyi kurmalı. Eskide enteresan bir örnek vardır: Bir medrese hocası, kör bir kuyuya düşer. Uzatılan ipe ise, ancak kendi Talebe’leri tutup çekmemek şartiyle tutunur ve kurtulur. Çünkü insan, iyiliğin kuludur. Hoca, böyle davranmakla, daha sonra -minnet duygusuna kapılarak- adâletsiz davranmaktan kendini

459

korumuş olur.

Öğrenciler  -genellikle- üç gurupta düşünülmeli. Üstün, Orta ve Alt düzeydekiler. Öğretmen dersini sadece Üst düzeydekilerin anlayacağı bir seviyede anlatırsa, Orta ve Alt seviyedekiler bir şey anlamaz. Alt düzeydeki Öğrenci’lerin seviyesine göre anlatırsa, Üst düzeydekilerin alaycı bakışlarına hedef olur. Öğretmen Orta tabakaya göre dersini anlatmalı. Ta ki her düzeydeki Talebe anlasın. Ne Alt’takinin gocunmasına ne de Üst düzeydekilerin Hoca’yı hafife almalarına gerek kalsın. Nitekim bir Öğretmen, ilk dersine büyük bir heyecan ve ciddiyetle girer. Üst düzeydekilere hitaben yüksek seviyede bir ders yapar. Bütün talebe    -görünüşte- sessizce ve büyük bir ilgiyle onu dinler. Nihayet zil çalar. Öğretmen ilk dersini çok güzel bir şekilde vermiş olmanın memnuniyeti içinde sınıftan çıkar. Öğretmenler Odası’na doğru yürür. Arkadan bir talebe koşarak kendisine yetişir ve der ki: “Hocam siz çok güzel bir ders anlattınız. Fakat biz bir şey anlamadık!”

Öğretmen’in asıl görevi, Öğrenci’yi hayata hazırlamak olduğuna göre, Öğretmen, her şeyin güzel tarafını görmeyi öğretmesini bilmeli. Özellikle, her şeyin güzel tarafını düşünmek gerektiğine dikkat çekmeli. Yine Öğretmen, ancak böyle bir anlayış ve yorumlayışla hayattan lezzet alınacağını, gençlere benimsetmeli.

Öğretmen, Öğrenci’ye çalışma zevki vermeli. Rahatlığın ve kolaylığın zorda yâni çalışmakta olduğunu göstermeli. Aslında çalışmak kolay, tembellik zor. Çünkü en bedbaht, en sıkıntılı olan Talebe, çalışmayan Talebe’dir. Zira çalışmamak, hareketsiz kalmak, varlığımızı unutmak, onu yok saymakla birdir. Ancak çalışan Öğrenci; Öğrenci’liğinin bilincindedir.

Her Öğrenci altın, gümüş, elmas gibi birer madendir. Madenler çeşitli şekillere girer. Fakat yine o madendirler. Mesela altın tas, altın bilezik, altın küpe vs. bütün bu şekillerde altın yine altındır. Bu şekillere giren altın fıtratından, yaratılışından  yâni cevheriyetinden bir  şey kaybetmemiş; sadece altınlık keyfiyeti çeşitli sûretler almıştır.

İşte Öğrenciler de, birer maden gibidir. Eğitim ve Öğretim, onların fıtratında mevcut kabiliyet ve istidatları yok etmeye veya değiştirmeye kalkmamalı. Bu zaten imkânsız. Ya ne yapmalı? Eğitim bu kabiliyetleri keşfederek, meşru zeminlere kanalize etmesini sağlamalı. Eğitim bu rehberliği yapmazsa, o kabiliyetler yine kendisini gösterecek ama başıboş bir akış sergileyerek.

Demek Eğitim’den maksat; karışıcı değil, yol göstericilik olmalı. Yine Eğitim’den gaye, Öğrenci’nin nasıl bir maden olduğunu keşfetmek. Başarabileceği sâhaları ona göstermek. Bu husûsta talebenin elinden tutmak olmalı. İşte Eğitim ancak bu sûretle yâni bu keşfinde isabet eder ve iyi bir yol göstericilik yaparsa, amacına ulaşır.

 

460 – 461

 

 

Önceki İçerikHicret 2012 – 3
Sonraki İçerikYosmalık !..
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.