Dünya tarihinin en medenî ve en büyük
siyasi teşkilâtlarından biri ve Türk milletinin tarih boyunca sahip olduğu en
büyük ve en uzun ömürlü devlet, Osmanlı Cihan Devleti’dir. ‘Osmanlı İmparatorluğu’ isimlendirmesi yanlıştır.
Devlete ait kayıtlarda ‘İmparatorluk’
isimlendirmesi bulunmadığı gibi, Osmanlı Devleti’ni yöneten padişahların
hiçbiri ‘İmparator’ unvanını
kullanmamıştır. Resmî kayıtlardaki adı: ‘Osmanlı
Devlet-i Maliyesi’dir. Günümüz Türkçesiyle: ‘Osmanlı Yüksek Devleti’ olarak ifade edilir. ‘Osmanlı Cihan Devleti’ isimlendirmesi de uygun olur.
Osmanlı Cihan Devleti’ne ‘en büyük’ ve ‘en uzun ömürlü’ hususiyetlerini kazandıran unsur, şüphesiz âdil
yönetim ve birlikte yaşama kültürüdür. ‘Âdil
yönetim ve birlikte yaşama kültürü’ İslâmiyet’in insanlığa armağanıdır.
Batı dünyası bu kavramların çok uzağında olan düzenlemelerin ilkini 1215
yılında Magna Carta Sözleşmesi ile tanıdı. Söz konusu sözleşme ile İngiltere
Kralının bazı yetkileri sınırlandırılıyor, derebeylere küçük bazı haklar
tanınıyordu. Köylülerle ve sade vatandaşlarla alâkalı hiçbir hüküm yoktu.
Birleşmiş Milletler Teşkilâtı
İnsan Hakları Komisyonu tarafından hazırlanan İnsan Hakları Beyannamesi ise
1948 yılında imzalandı. Buna rağmen Amerika Birleşik Devletleri’nde zencilerin
1831 yılında başlattıkları insanca yaşama hakkına sâhip olma mücadeleleri,
İngiliz asıllı beyaz bir annenin, Kenya kökenli Müslüman zenci olan bir babanın
evlâdı olan Barak Hüseyin Obama’nın 2008 yılında devlet başkanı seçilmesiyle
kat’i neticeye ulaşabildi.
Osmanlı Devleti, iki cihan
serveri peygamberimiz (sav) Efendimizden tevârüs ettiği devlet yönetimi
anlayışı ile batı medeniyetine önderlik etmiştir.
Tarihçi, siyaset bilimi ve
milletlerarası ilişkiler uzmanı Mehmet Fâtih Can, 13,5 X 21 santim
ölçülerindeki 76 sayfalık; çok derin araştırmaların ve yorucu çalışmaların
ürünü olan eserinde, Osmanlı’nın çok kültürlü yapısının ve âdil yönetim
tarzının ihtişamını gözler önüne seriyor. Eserin
ismi; ‘Pax Ottomana / Osmanlı
İmparatorluğu’nda Multi Kültürel Yapı ve Mardin’de Birlikte Yaşama Kültürü’
olarak belirlenmiş. Bu belirlemenin; eserin projesini hazırlayan ekibin, yayın
koordinatörünün, editörün ve sanat yönetmeninin tercihi olduğu düşünülebilir.
Eserin fizikî hacmini çok çok aşan muhtevası; İslâmî’dir, yerlidir ve millîdir.
Okullarımızda okutulan tarih
kitaplarında, Osmanlı’nın ihtişamını görmek mümkün değil. Bilakis 1980’lere
kadar yazılan ders kitaplarındaki bilgi kirliliği yüz kızartıcıdır. O
kitaplarla yetişen Osmanlı aleyhtarları, fırsat buldukça kirliliği
yaygınlaştırıyorlar. Batı hayranlığının dozunu kaçırıp, kelimenin iki mâniası
ile de ‘batıcı’* olanlar, hayran
oldukları batılı yazarları okuma zahmetine katlanamazlar. Mehmet Fâtih Can,
onlara, kaynak belirterek mükemmel imkânlar sunuyor. Okumalılar.
Müellif Can’ın kitabından birkaç
örnek:
-Alman tarihçi Franz Babinger,
ünlü kitabı Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı’nda;
‘Padişahın İmparatorluğunda herkes kendi halinde bahtiyar olabilirdi.
Mutlak bir dini hürriyet hüküm sürerdi ve kimse şu veya bu inanca sahip
olduğundan dolayı bir zorlukla karşılaşmazdı.’ demekteydi.’
-Türklere karşı menfi bakışı
bilinen Gibbons’un, zorlanarak da olsa kaleminin yazmak mecburiyetinde kaldığı
satırlar yine aynı türden itirafları içeriyordu:
‘Evvelki Osmanlıları, Bizanslılar ve Balkan
Yarımadası’ndaki sair unsurlarla mukayese ettiğimiz zaman, Osmanlıların daha
barışçı olduklarını kabul ve beyan etmemiz icap eder. Geniş bir Hıristiyan
kitlesini teb’a edinen Orhan, zorla din değiştirme teşebbüsünde bulunmayacak
kadar akıllı idi.’
‘Mutaassıp tabiri, dinî gayret ile müteheyyiç
olmak ve dinini hayatta en birinci ve evvelki gaye yapmak mâniasına alınırsa
Osman mutaassıptı. Fakat ne kendisinin ne de doğrudan doğruya haleflerinin
müsamahakârlığına söz söylenemez. Eğer bunlar, Hıristiyanlara eza etmeye
kalkışmış olsaydı, Rum Kilisesi, yeni bir hayat nefhasına mazhar olacak ve
Osman, Osmanlı ırkını meydana getiren yeni muhtedileri kazanamayacaktı.’
‘Yahudilerin toptan öldürüldüğü ve
engizisyon mahkemelerinin ölüm saçtığı bir devirde Osmanlılar, idaresi altında
bulunan çeşitli dinlere bağlı kimseleri barış ve ahenk içerisinde
yaşatıyorlardı. Onların müsamahakârlığı, ister siyaset, ister hâlis insaniyet duygusu,
isterse lakaydi neticesi meydana gelmiş olsun, şu vakaya itiraz edilemez ki,
Osmanlılar, yeni zaman tarihinde milliyetlerini tesis ederken, dinî hürriyet
umdesini temel taşı olmak üzere vaz’ etmiş ilk millettir. (s: 52, 53)
Mehmet Fâtih Bey, başka misaller
de veriyor. Eserinin mahdut hacmi sebebiyle iktibas edemediği diğer bilgiler
için İsmail Hami Danişmend’in ‘Garp Menbalarına Göre Eski Türk Seciye ve
Ahlâkı’ isimli eserine bakılabilir. (İstanbul Kitabevi, 1982)
Osmanlı Devleti’nin vatandaşı
olmak bir şanstı ve mazhariyetti. Gürcü kralının aşağıdaki mektubu, bu hakikatin
tescilli belgesidir:
‘Öteden beri Devlet-i Aliyye’nin bir kölesi ve teb’asıyım. Ve Gürcistan,
Osmanlı topraklarının bir parçasıdır. Bütün Gürcistan halkının, Osmanlı
devletinin sâyesinde şakin bir hayat yaşadığı da gün gibi ortadadır. Fakat
birkaç yıldır türlü hileler ile Ruslar, Gürcistan topraklarına ayakbastılar.
Bendeniz de Padişah uğrunda mal, mülk, çoluk çocuğumu terk ederek ecdadımızın
da sığınağı olan Devlet-i Aliyye’ye iltica etmiştim. Hâlen bütün Gürcistan
halkı bayram yapmakta ve Padişah’a dualar etmektedir. Ancak Ruslar antlaşmalara
aykırı olarak bazı bölge ve kalelerden çıkmamaktadır. Gerek ben gerek Gürcistan
halkı, Ruslar kendiliğinden bu topraklardan çıkmadığı takdirde, çıkarmaya hazır
ve bu hususta Padişah’ın emrine âmâda bulunmaktayız.’ (s: 57)
Gürcistan ileri gelenleri ve
halkı da Padişah’a bu mealde bir mektup göndermişlerdi. (s: 57)
Aynı akıbeti yaşayan Bulgarlar da
1862’de Osmanlı himâyesinde olmak istediklerini bildiren mektuplar
göndermişlerdi. (s:
58) (Mektuplar,
Başbakanlık Osmanlı Arşivlerinde görülebilir.)
………………..
*batıcı: 1-Kayıtsız şartsız
akıl, mantık ve iz’an dâhil, müşahhas ve mücerret bütün varlıklarını batının
emrine verenler, 2- İğne gibi batıcı olanlar.
DİCLE KALKINMA
AJANSI GENEL SEKRETERLİĞİ:
Yenişehir
Mahallesi, Kızıltepe Caddesi Nu: 6/1 Artuklu, Mardin. Telefon: 0.482-212 11 14
Belgegeçer:
0.482-213 14 95 e-posta: info@dika.org.tr
MEHMET FÂTİH CAN 1965 yılında Ankara’da doğdu. İstanbul Tarih ve Medeniyet ile Tarih ve Düşünce Yazarlık ve İyi derecede Arapça ve Osmanlıca, orta Evli ve üç çocuk babasıdır. Yayınlanmış |
DERKENAR:
Adlarda
Yapılan Yanlışlıklar
AYDİL EROL
(Geçe haftadan
devam))
Bir zamanlar
İstanbul’da ‘Karacehennem İbrahim Sokağı’nın adı, mahalle sakinlerinin
isteğiyle değiştirilmeye kalkışılır… Hafızamız ihanet etmiyorsa, Şehir
Mektupçusu Osman Nuri Ergin, Karacehennem’in tarihî kişiliğini anlatıp sokak
adını değiştirilmekten kurtarır; kurtarır ama, bu gün, adı geçen sokağı
Sultanahmet’te aramaya kalkmayınız; çünkü sonradan yine değiştirilmiştir!..
Yeşildirek’teki
bir sokağa, anarşi kurbanı bir gazetecinin adı verilir. Bir meslektaşımızın
hatırasına gösterilen bu saygıdan onur duyarız ama, 80 yıllık bir geçmişe sahip
Türk Ocağı Caddesi’nden başka sokak mı yoktu Istanbul’da, sorusunu sormaktan da
kendimizi alamayız… Bakırköy’de tiyatrocu Toto Karaca’nın adı ‘Tayyareci Sadık Bey’
sokağına verilir… Bu kararı veren Bakırköy Belediye Meclisi üyeleri ‘Tayyareci
Sadık Bey’i (Tenekeci Sadık Bey) mi sandılar?!! General Şükrü Kanatlı
Sokağı’nın ise yalnızca ‘Kanatlı’sı kalmıştır.
Göztepe’deki ‘Tütüncü
Mehmet Efendi Sokağı’ uğradığı saldırıyı, basınımızın yüz aklarından Zeynep
Göğüş’ün himmetiyle atlatır…
Yanlışlıklar
bununla da kalmaz. Başa güreşen gazetelerden biri aynen şöyle yazar: ‘Külekler
şehri (rüzgârlar şehri) Azerbaycan’…
Etimoloji
(kökenbilim) alanındaki tartışılmaz otoritesiyle tanınan dilci bir prof. da
kasıla kasıla şöyle yazmaktan çekinmez: ‘Benim bildiğime göre… Alayunt,
Kütahya’ya bağlı bir köydür… ‘ Bunu okuyan da sanacak ki, Türkiye’de bir tek
Alayunt var. Oysa Prof. Dr. Faruk Sümer, TİREBOLU TARİHİ adlı eserinde tam 5
Alayunt sayar… Hem de yalnızca Tirebolu’da…
Atatürk’e saygısızlık
İstanbul’dan
örnekler vermeye devam ediyoruz: Atatürk’ün hatırasını taşıyan Halâskâr
[Kurtarıcı] Gazi Caddesi’nde bir yürümeye kalkın: Yabancı dillerden alınma
firma adları öylesine çoktur ki, Türkçe olanları parmakla sayılacak derecede
bile değildir… Her konuşmasına ‘Türk’, ‘Türklük’ diye başlayan o büyük insanın,
o büyük Türk’ün ruhunu inciten böylesine bir saygısızlığa ne denir,
bilemiyoruz… Beyoğlu’nda (lütfen bağışlayınız) genelevlerin bulunduğu sokağın
adı Abanoz idi… Sanki dünyada başka ad kalmamış, sanki Türkçe adlar tükenmiş
gibi, adı, akla hayale gelmedik bir biçimde değiştirildi: ‘CONKBAYIRI’… ‘Garbın
cebîn-i zâlimi’ne, ‘tek dişi kalmış canavar’a, karşı göğsünü siper edenlerin,
onların gözü kara kumandanı Mustafa Kemal’in, bize bu toprakları bırakmak
uğrunda canlarını feda edenlerin aziz hatıralarına karşı gösterilen bu
davranış, en hafif ifadeyle ‘densizlik’ değilse nedir? Böyle bir davranışı, bu
memlekette işgal ordularının bile yapamadığını rahatlıkla söylemek mümkündür.
Ad verirken gösterilecek dikkat
Yalnız sevgili
yavrularımıza değil; evlerimize, sokaklarımıza, malımıza, mamullerimize, firmalarımıza,
mahallelerimize, köylerimize, kentlerimize, illerimize, obalarımıza,
çayırlarımıza, yazılarımıza, yabanlarımıza, ırmaklarımıza, göllerimize de
Türkçe ad vermenin boynumuza borç olduğuna inanıyoruz.
Radyolarımızdan,
televizyonlarımızdan, çocuklarımızın çiğnedikleri çikletten yedikleri
bisküviye, çikolataya; içtikleri gazoza varıncaya dek birçok nesne, ne kadar
acıdır ki, yabancı adlar taşımaktadır. Sanki bir nesneye yabancı ad vermek
marifet veya maharetmiş gibi!..
Bir sağanak
hâlinde gelen bu yabancı kelime hayranlığı karşısında ‘yaya kaldırımı’ gitmiş,
yerine (tretuar) gelmiş, ‘cankurtaran’ yerini (ambulans)’a bırakmıştır. İnsanın
bu durumda ‘Cankurtaran yok mu?’ diye avazı çıktığı kadar bağırası geliyor.