Ne Düşündüm, Ne Yazdım?

104

Önce şu öykücüğü okuyalım: Bir bilgeye sevginin ne olduğunu sorar birileri. Bilge, konuk eder soru soran kişiyi evine. Ortada bir sofra, sofranın ortasında bir tas çorba, sofranın etrafında on kadar insan vardır. Bilge, her birinin eline birer metre uzunluğunda kaşık verir ve çorbadan içmelerini ister. Davetliler, sapları uzun olduğu için kaşıktan çorbayı içemezler bir türlü. Ağza girmeyen kaşıktan, çorbalar dökülür sofranın üzerine. İçilemeyen çorba, aynı zamanda bir kirlenmeye sebep olmuştur. Konuğunu bir başka odaya geçirir bilge kişi. Orada da aynı manzara vardır; ancak insanlar farklıdır. Kaşıklar, sofra, çorba hep aynıdır. Bilge kişi, sofradakilerden, çorbalarını içmelerini ister. Uzun kaşıklarla çorba içemeyeceklerini anlayan davetliler, bu defa çorbaları birbirlerine ikram ederler. Herkes çorbadan içer, kimse aç kalmaz, sofra da kirlenmez. Bilge, kendisine soru sorana hiçbir şey söylemez. Anlaşılan anlaşılmıştır. Birinci odadakiler paylaşmayı bilmeyenler, ikinci odadakiler paylaşmayı ilke edinenlerdir. Sevgi, paylaşmaktır, vermektir. Hep almayı ahlak edinen benciller, hem aç kalır hem çevreyi kirletir.

Bu öykücüğün verdiği mesajı, mesajı vurgulayan güzel örnekleri paylaşmak düşüncesiyle yazı yazmayı düşünürken aklım, gönlümün değil, bedenimin bulunduğu mekana döndü. Zihnime, Mecelle’deki “Def-i mefasid, celb-i menafiden evladır (Zararı yok etmek, fayda sağlamaktan önce gelir.) ilkesi hücum etti. Öyle ya temizlenmeyen pisliğin üzerine çiçek ekilemez. Ya çiçek tutmaz ya da çiçeğe ulaşılamaz.

Ülkemiz gerçekten tam bir zararlılar, pislikler, kokuşmuşlar mekanı olmuş. Bu pisliklerin üstüne güzellik tohumu ekmenin, imkansız, hatta ütopya olduğunu düşünüyorum bazen. Pislikleri temizlemek için kazdıkça daha fena kokular yükseliyor, etrafı sarıyor. Vurulan her kazma, yeni bir pislik türü ortaya çıkarıyor. Kokuşma tohumlarının en az yarım asır önce atıldığını; ancak bunu idrak edemediğimizi yeni fark ediyoruz.

Ortaya çıktıkça insanı kahreden, hayrete düşüren; ancak alıştığımız için şaşırtmayan olaylardan birini “ti”ye alan bir yazı okudum az önce. Yazı, Sibel Eraslan’a ait: “Ellerinden kan damlayan anayasanın generali ise, kumsallar üzerinde resimler çizmeye devam ediyor. Birbirine kırdırılmış halkın çocukları onun çizdiği resimlerde olsa olsa bir ara renk… Adı üstünde ara renk… Sağ-Sol, Türk-Kürt, Alevi-Sünni… Birbirine karıştırılınca, çarpıştırılınca tüm bu ikilikler, bir-iki-üç, işte resim kıvamını buluyor, general, kan gölünün içinden çıkarttığı tüm nü’lerini, hayattan çalarak inşa ediyor… Nü, çıplaktır, tıpkı faşizm gibi… O ne kadar giysi giyerse giysin, hayatın tüm kariyerlerini, saygınlıklarını, dolgun emeklilik maaşı ve güvenlik tertibatlarını ve müebbeden kazanılmış sağlık hizmetlerini falan da bu “giysi” kelimesine dahil ederek söylüyorum, hayata istediği kadar kazık kakarsa kaksın, ellerindeki hayatsızlığı, ellerindeki o ölüme, teneşire, mezarlığa has çıplaklığı bir fikri sabit gibi tutkuyla taparcasına devam ettirecektir. General ve Nü… Çıplak kötülük… Pervasız şiddet…
Anayasa Değişikliği hadisesini partizanca bir kör noktaya dönüştürenlere ne demeli? CHP Deniz’ini, MHP Mustafa’sını, Türkiye Adnan Menderes’ini ne çabuk da unuttu?
Ama anne olanlar unutmuyor işte… Sağda solda terör adı altında şartları olgunlaştırılan 82 anayasasına kurban gitmiş tüm faili meçhullerin anneleri konuşuyor. Kanlı gömlekleri halen saklı olanların evlatları soruyor. Kendi askerine mayın döşemiş komutanların hesabı soruluyor. Evlatları asıldığı gün donmuş olan anneler konuşuyor… Kumsaldaki amatör ressamın yargılanmasını istiyorlar. Onun binlerce ölüyle ancak olgunlaştırılabilmiş 82 Anayasasını sorguluyorlar…
Bir-İki-Üç.
Resim Bitti!”

Yazar resim bitti diyor; ama olayların farkına varamayan, resim yapmaya devam edenler var. Zararlıları yok etmek, onlardan korunmak zor iş. Haydi kolay gelsin. Sonra çorbaları içeriz.