Namzed – i İstikbâliz

106

     Bakmayın siz
etrafımızda olup bitenlere, işgallere Irak’ta kan gövdeyi götürmelere.
Filistin’de insanlığın yüz karası uygulamalara.

     Kuşkusuz, bakmayın
derken, umudunuzu yitirmeyin demek istiyorum.

     Ayyuka çıkan, bize
rağmen meydana gelen, istemediğimiz patırtı ve çatırtıları, gök gürültülerini,
çakan şimşekleri istikbal baharının muştusu olarak görün.

     Çünkü başta
Türkiye’miz olmak üzere, İslâm Âlemi’ni yakın bir gelecekte rahatlık, genişlik
ve ferahlık bekliyor.

     Zamanı gelince
zuhur edecek. Üstelik, sürekli olacak gecikmeli bir mutluluk bizi bekliyor.
Sadece bizi değil, bizim şahsımızda İslâm Âlemi’ni de bekliyor.

     Pek kısa, değişken
ve sınırlı hâli; geniş istikbal / gelecek ile değiştiren / geçiciliği verip
devamlılığı alan / sürekli olanı geçici olana tercih eden kazanır.

     Çünkü devletler,
milletler arasında vuku bulan / yapılan savaşlar gittikçe yön değiştiriyor. Yerlerini
insan tabakalarının birbirleriyle yapacakları fikir ve akımların mücadelelerine
bırakıyor.

     Çünkü insanlar
esir olmak istemediler. Ücretli olmayı da bir kenara itmekteler. Devletler,
milletler birbirlerini maddeten değil manen fethetmeyi yeğliyor.

     Çünkü düşmanı yok
etmenin en güzel yolu, düşmanın düşmanlığını ortadan kaldırmak olduğunu
anladılar.

     Düşmanın kendisi
gibi düşünüp taşınacağı, yaşam koşullarını hazırlamaya koyuldular.

     Onları kendilerine
ram edip bağlayacak yolları araştırmağa başladılar.

     Ve buldular da.
Onları dolaylı olarak idare edecek usul ve metotları keşfettiler.

     Konuyu tarihten
bir misalle açıklayalım:

     Bildiğiniz gibi
Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik olarak çıktı.

     Elbette galip
gelmesini isterdik. Nitekim kahraman ordumuz elinden geleni yaptı.

     Aslında savaş
meydanlarında mağlup olmadık biz.

     Masada yenik
düştük. Müttefikimiz / bağlaşık olduğumuz Almanya yenilince; ister istemez, biz
de yenik sayıldık.

     Zafer ve yengiden
mahrum ve yoksun kaldık.

     Nitekim bu,
felâketler doğuran bir sonuçtu. Mütarekeye / ateşkese yol açtı. Ülke dört bir
yandan işgale uğradı. Destanımsı bir İstiklâl Savaşı yapmak zorunda kaldık.

     Konumuzu
hatırlayalım: Devletler, milletler savaşı; yerini kültürel savaşlara bıraktı
bırakıyor demiştik.

     Osmanlı
Devleti’nin mağlubiyetini elbette istemezdik. Nitekim istemedik. Ama sonuç;
bize rağmen aleyhimizde tecelli etti.

     Şimdi bu sonucu
konumuz bakımından ele alalım. İstikbâl ve geleceğimize etkisini düşünelim.

     Bildiğiniz gibi
Osmanlı Devleti -iç dış sebeplerden ötürü- maddî manevi bir çıkmazdaydı.
Kurtuluş için çırpındıkça daha da batağa saplanıyor. Âdeta bataklıkta hareket
ettikçe batan adam misali, gittikçe tarih bataklığına gömüldükçe gömülüyor.
Ufukta kaybolan güneş gibi söndükçe sönüyordu.

     Çünkü Osmanlı
Devleti şirazeden çıkmıştı. Ne yapılsa nafile ve boşunaydı. Kemaline / son
noktasına erişmiş, doyum hâline ulaşmıştı. Maalesef / yazık ki zeval ve yok
oluş mukadderdi. Kemalden sonra zeval; her şeyde olduğu gibi, onun için de bir
kader ve yazgıydı.

     Şüphesiz devlet ve
aydınlar elden geleni yapmalıydı. Nitekim yaptılar. Ama gidişatı
durduramadılar. Çünkü kadere fetva verdirmiş. Aslında bilerek bilmeyerek
yaptığımız hatalarla geleceğimizi biz tehlikeye atmış. Devletimize biz
zulmetmiştik.

     Kuşkusuz kader
adalet edecek. Her şeyi yerli yerine oturtacaktı. İşte örneğimiz bu açıdan çok
önemli. Çünkü insanlar zulmettikçe kader de adaletini gösterecekti. Nitekim
gösterdi. Bildiğiniz gibi Osmanlı Devleti’ni rayına oturtmak için her şey
yapıldı. Büyük himmet ve gayretler sarf edildi. Fakat hasta Osmanlı Devleti’ne
samimane sunduğumuz ilaçlar / kurtuluş reçeteleri bir türlü kâr etmiyor.
İlaçlar, bırakın iyileştirmeyi zehir hükmüne geçiyordu.

     Çünkü devlet
olarak Batı’dan alınması gerekenlerle beraber, hiç alınmaması gerekenleri de
alıyor. Hiçbir ayırıma tâbi tutmadan kendimize tatbik ediyorduk.

     Sosyal yapımızı
bozacak, içtimaî bünyemizi sarsacak, ülkeyi parça parça edecek, böylelikle
devleti parçalanmaya götürecek hususları da alıp -düşüncesizce- uyguluyorduk!

     Kısaca ölümüne
sebebiyet verecek fikir ve düşünceleri, ideolojileri, körü körüne alıyor! Şifa
buluruz ümidiyle hemen bünyemize şırınga ediyor! Yan etkilerini hiç mi hiç
hesaba katmıyorduk!

     İşte bu; asıl
savaşın kaybıydı. İdeolojik harbin yenilgisiydi. Kadın giysisini, erkeğin
giymesi gibiydi. İnsanı hem maskara ediyor. Hem de yüzünü kara çıkarıyordu.

     İşte bu; devletler
milletler savaşının yerini alan; beşer yani insan tabakaları arasında cereyan
eden, savaşın ta kendisiydi.

     Osmanlı
Devleti’nin sırtını, asıl bu yere getirecekti. Nitekim getirdi de.

     Şayet Birinci
Dünya Savaşı’ndan galip ve muzaffer olarak çıksaydık. Ki biz bunu canı gönülden
istiyorduk. Zaten bunu istemekte haklıydık ve bu yerinde bir beklentiydi.

     Yapacağım yorum
ise, istemeyerek yenik çıktığımız bu harbin sonucunu, konumuz bakımından
incelemektir. Artık olan olmuştur. Şimdi alınacak dersi düşünmeliydik.

     Evet, eğer Birinci
Dünya Savaşı sonunda, Osmanlı Devleti olarak galip gelsek, zafer kazansaydık;
hasmımız ve düşmanımız elindeki müstebit, baskıcı ve olduğu gibi kabullenmemiz
istenen cereyana, emin olun ki daha şiddetli bir şekilde kapılacak, daha sıkı
bir biçimde sarılacaktık.

     Özümüzden,
ruhumuzdan, benliğimizden ve şahsiyetimizden olacak; belki de dilimizden hatta
Allah etmesin dinimizden bile olacak! Âdeta kuru iskelete dönecek! Yani biz
olmaktan çıkacaktık! Şüphesiz böyle olunca, ha var olmuşsun ha yok olmuşsun ne farkederdi?

     Çünkü o
Batılılaşma cereyanı, akımı; kurtarıcı reçete diye sarıldığımız, bilim teknik
dışındaki şifa niyetine alıntılarımız zâlimceydi!

     Osmanlı Devleti ve
başını çektiği İslâm Âlemi’nin tabiat, mizaç ve huyuna aykırıydı.

     Müminlerin / inananların mutlak çoğunluğunun
çıkar ve menfaatlerine zıt idi.

     O menfi cereyan ve
akımın ömrü kısa olacak.

     İyileştirici
fonksiyonu geçici olacak. Devletin birliğine kısa sürede son verecek!

     Devleti ve İslâm
Âlemini parçalanmaya namzet ve aday kılacaktı!

     İşte eğer ona
yapışsa idik, Âlemi İslâmın başını çeken bir devlet olarak, başta Osmanlı
Devleti olmak üzere İslâm Âlemini; fıtratına / yaratılışına, tabiat ve huyuna
muhalif / zıt ve aykırı bir yola sürükleyecek idik!

     İşte bu; devletler, milletler muharebesinin
yerine geçen, insan tabakaları arasındaki kültürel savaşın galebesi olacaktı.

     Osmanlı Devleti
olarak istemediğimiz hâlde yenilmekle; pek kısa, değişken, sınırlı, belli bir
zaman için geçerli olan hâli kaybettik.

     Buna karşılık
istiklal ve bağımsızlığımız için, gerekli imkânları biz hazırladık. Ancak kendi
inançlarımız doğrultusunda hareket ettik.

     İstiklal Savaşını
yedi düvele rağmen -Allahın inayetiyle- biz; biz olarak kazandık. Böylece
önceki geçici olacak kazancımıza bedel; devamlı fakat sonra gelecek bir saadeti
kazandık.

     Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’ni kurduk. Dahası; tüm İslâm Âlemini içine alacak fakat
sonra gelecek ama devamlı olacak; geniş bir istikbali de bekliyor olduk.

     “Kim bilir belki
yarın belki yarından da yakın.”

     Çünkü geçici hâli;
geniş istikbâl ile değiştiren kazanır.

     Bu sonuç:
Devletler, milletler savaşının yerini alan “Medenilere galebe çalmak ikna
iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile (zorla) değildir.” diyen bir
zihniyetle, yani insan tabakalarının birbiriyle yaptıkları ve bundan böyle
yapacakları kültürel savaşla kazanılacaktır.

     Çünkü biz “Ehl-i
hâliz, namzed-i istikbâliz.”

     Şimdiki hâlde;
yarınları hazırlıyor, yarınlara hazırlanıyoruz.

Önceki İçerikİYİ Parti Nasıl Kuruldu?
Sonraki İçerikCamilerde Cemaat ile Namaz Kılmak
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.