Müziğimizdeki yapı mükemmelliği, Süleymaniye’yi hatırlatıyor

76

 ‘Müziğimizdeki yapı mükemmelliği, Süleymaniye’yi hatırlatıyor.’ Koro Şefi ve Müzik Hocası Prof. Dr. NEVZAD ATLIĞ ile müziğimizin dününü, bugününü ve yarınını konuştuk.
Oğuz Çetinoğlu: ‘Müzik’ denilince ne anlamamız gerekiyor?
Prof. Dr. Nevzad Atlığ: ‘Müzik beşerî duyguları ve düşünceleri belirlenmiş kurallarıyla seslerin birleşmesi sonucu meydana gelen bir sanattır.’ Diye, genellikle değişik görüşleri ifâde eden ortak bir tarif verilebilir. Bu tarife göre de musikinin yapı taşları seslerden ibrettir. Tabi bu seslerin birleştirilmesindeki yapı mükemmelliği belli kurallara ve estetik bir anlayışın sonuçlarına bağlıdır.
Bu takdirde bir yapı mükemmelliğinden bahsetmemiz mümkün. Genellikle bizim klasik musikimizi, sözlü musiki olması itibariyle ve divan şiirini asırlar boyunca kullanmasından ötürü edebiyatımız ve eski şiirimizle adeta bir paralellik içinde mütalaa ederler. Halen Konservatuar’da, yüksek lisans öğrencilerine bu dersi okutuyorum. Bu sebeple makam analizi üzerinde çalışıyorum. Bu vesilelerle yakından bilme imkânı bulduğum için klasik musikimizdeki o yapı mükemmelliğindeki özellik beni adeta şaşırtıyor ve büyük bir hayranlıkla çözmeye çalışıyorum.  
O bakımdan diyeceğim şu ki; ben musikimizi, divan şiirimizle değil, eski mimarimizle bir paralellik içinde görüyorum. Müziğimizdeki yapı mükemmelliği ile Süleymaniye’deki yapı mükemmelliği hemen hemen aynı. İşte önemli olan bu estetik anlayışla belirli kurallar içersinde bu sesleri birleştirerek o estetik yapıyı ortaya çıkarmak.
İşte musiki sanatı bence bundan ibarettir.
Çetinoğlu: Gerek çocukluk, gerekse ergenlik dönemlerinde insanlar müziği kimden, hangi kaynaklardan öğrenmeliler?
Atlığ: Bu sualinize, 60 hatta 65 yıl evveline giderek kendi çocukluğum, yetiştiğim dönemi düşünerek mukayeseli bir cevap vermeye çalışacağım. O tarihlerde tek dinlediğimiz yani kulaklarımıza hitap eden kaynak Ankara Radyosu idi. Tabii daha evvelce sizinle görüştüğümüz gibi o kaynak musikinin en güzel örneklerini bize sunuyordu. İster istemez kulaklarımız daha estetiğe, daha güzel anlayışa, daha ince zevke doğru yönelmişti. Dolayısıyla şimdi ortada aradan geçen bunca zaman sonra sosyal hayatımızdaki değişiklikler Türk toplumunu yeni bir hayat felsefesi içersine çekmiştir. Teknolojinin gelişmesiyle beraber ortaya çıkan imkânlar sebebiyle her türlü musiki, çok kolaylıkla dinleyiciye ulaşabiliyor. Bu imkânlar, gerçeği söylemek gerekirse insanları zevk ve kulak kirliliğine götürüyor. Bundan da en çok gençler etkileniyor. Bizim zamanımızdaki geçliğin musikiye bakışı ile şimdiki gençliğin bakışı arasında büyük farklılıklar var. Bu farklılıklar ne yazık ki yine doğrusunu söylemek gerekirse bizim bu son derece soylu musikimizden gençlik biraz daha uzak konumda kalmış oluyor.
Her üniversitede bir üniversite korosu var. Mesela İstanbul’da 60-70 belki daha fazla musiki cemiyeti var. Üniversite korolarına ileri yaşlarda ulaşılabiliyor. Musiki cemiyetlerinin bir kısmında, türünü tespit etmekte zorlandığımız musikiler üzerine çalışılıyor. Arabesk mi,  pop mu, ikisinin karışımına Türk müziğinin temalarını ekleyerek oluşturulan müzik mi? Bir isim vermek zor. Yani karmakarışık bir müzik örnekleri var. Daha ziyade biraz onlara da yönelik… Yani bu topluluklar içinde iyi müzik yapma temayülü çok az. Onun için gençliğin böyle bir zorluğu da var. Yani çok ciddî ve güzel müziği dinlemiş olsalar belki de iyiyi ve doğruyu bulmaları daha kolay olacak. Musikimiz bakımından hoşa gitmeyen durumlarla karşı karşıyayız.
Tabii bizim anladığımız manada veya istediğimiz manada müziğe alıştırmak için bence müzik eğitimi lazım ama eğitimi bir mektep, bir konservatuar, bir hoca-talebe münasebetleri bakımından düşünmüyorum. Yani bu eğitimi temiz musikiyi, ciddi musikiyi, yüksek seviyedeki musikiyi çok dinlemek suretiyle bu eğitim sağlanabilir. Bu mümkündür ama bunu da yapacak olan ebeveyn evinde belki de o musikiye önce kendisinin yakınlığının bulunması gerekir. Kendisine yakın bulduğu, beğendiği Türk musikisini okul çağına gelmiş çocuklarına da tavsiye edecek, dinletecek. Zorla dinletme ile neticeye ulaşılması mümkün olmayabilir. Müzik alışkanlıkları etraftan o kadar kolay ediniliyor ki, çocuk ister istemez kaseti, CD’yi alıyor istediği müziği sokakta dinliyor. Veya dolmuşa, minibüse bindiği zaman şoför radyoyu açıyor orda ne varsa dinliyor. Çocuğun hayatını dolduran, kolay erişilen müzik oluyor. Bu müzik türleri maalesef çocuğun müzik zevkini yüceltecek kalitede değil. Bütün zorluk bence burada kaynaklanıyor. Şimdi kendimden misal verirsem bu konuda belki daha doğru sonuca varırız.
Mesela ben, daha ilk mektep çağlarında evimize müzik yapılırdı. Babam keman çalar, annem şarkılar okur. Yani o zamanın bazı şarkılarını babam keman çalarak bana ayakta şarkı söyletirdi. Mesela Yesari Asım’ın şarkıları. Genellikle bunun gibi o dönemde daha kolay söyleyebileceğim şarkılar. Daha sonra lise çağına geldim. Babamın sazını merak ederek orta mektep bilgileriyle babamdan saklayarak yavaş yavaş keman çalmaya başladım.
Çetinoğlu: Gözlemlerinize göre gençlerimizin ekseriyetinin müzikle ilgili kabullerini değerlendirir misiniz?
Atlığ: Şimdiki gençler, bizim zamanımızdaki imkânlardan mahrum. Bu sebeple işleri son derece güç. Bir de yayın vasıtaları meselesi var. Şayet devlet radyo televizyonu bugün başka manada yani kanunun ona yüklediği esaslara göre yayın yapmış olsa bir ölçüde belki daha iyi neticeler almak mümkün. Bu şartlar altında zorlukla karşı karşıyayız.
Çetinoğlu: Özel radyo ve televizyon kanallarından beklentileriniz nelerdir?
Atlığ: Özel radyo ve televizyonlarda musiki sanatına hizmet yönünden nasıl yapsınlar ki üstün musiki zevkini ve anlayışını yüceltsinler? Böyle bir mesele ile ilgilenmeleri bence mümkün değil. Çünkü bu kurumlar para kazanmak için kurulmuşlardır. Binaenaleyh birinci planda çok iyi müzik yapayım diye düşünmeleri mümkün değildir. Onların bir tek hedefi vardır. Müziği kullanarak veya başka diğer konuları kullanarak kuruluş maksatlarına erişmek. Onlar, ticarî maksatla kurulmuş müesseselerdir.
Bunlardan düşündüğümüz ve gerekli olduğuna inandığımız hizmeti beklemek bence mümkün değil.
Çetinoğlu: Devlet adına hizmet veren kurumlar; devletin ciddiyetine, devletin kültür politikasına uygun yayın yapıyorlar mı?
Atlığ: İşte şikâyet konumuz burada başlıyor. Yani devlet radyo televizyonu bence özellikle müzik bakımından, deyim yerindeyse belki gazino, belki pavyon müziği yapıyor desem yeri var. Arada bazı istisnaları var ama onlar çok az. Hatta öyle bir müzik anlayışı girdi ki icra tarzı bile çok başka.
Gençliğimizde gazinolarda bile çok temiz icra ile musiki dinlediğimizi biliyorum. O zamanın bazı solistler programlarına Dede Efendi’nin, Itri’nin eserleriyle başlayabiliyorlardı. Şimdi öyle bir gazino da kalmadı, öyle bir icra tarzı da kalmadı.
Bir hatıramı daha nakletmek isterim. TRT Yönetim Kurumu üyeliği yaptığım 1972-1975 yıllarında o zaman özel radyo olarak bir polis radyosu vardı. Polis radyosunda yeni yeni arabesk müzik çalınmaya başlamıştı. Devamlı o plakları çalıyordu. Yönetim kurulunda her ay emniyet genel müdürlüğüne yazı yazılıyordu: Biz size yardım edelim. Şu yayınlarınızı düzeltin. Belki de plak bulamıyorsunuz ama biz size bant veya radyonun plaklarından gönderebiliriz. Hiçbir zaman cevap vermediler.
O zaman tek bir özel radyo vardı: Polis Radyosu. Şimdi binden fazla özel radyo kanalı var. Ve sabahtan akşama kadar kalitesiz müzik yayınlıyorlar. Hangisi düzelecek? Yüzlerce özel televizyon kanalı var. Hangisi düzelecek?
1950’li yıllara kadar belki de 1960’lı yıllara kadar İstanbul’da birkaç plak şirketi vardı. Bunlar da Münir Nurettin, Safiye Ayla gibi şöhretlerin plaklarını yaparlardı. Fakat sonradan teknolojinin gelişmesi önce 45’lik plaklar sonra kaset sanayi sonra CD çıktı. İşler de iyice çığırından çıktı. Biraz evvel söylediğim gibi musikiye en kolay şekilde erişildi. Musiki ticaret aracı oldu ve bu da zevksizliği ve kulak kirliliğini körükledi.
Tabii bu arada devlet eliyle konservatuarların kurulması, devlet korolarının kurulması bunların mutlaka iyiye doğru bazı gelişmeler sağlaması, şüphesiz mümkündür. Nitekim öyle de oldu. Bugün konservatuarlardan gerçekten de çok başarılı elemanlarımız yetişti. Bunlardan iftihar ediyoruz. Fakat gerçek hayatta ikilem içindeyiz.
Çetinoğlu:  Çeşitli illerde kurulmuş birçok devlet korosu ve konservatuarlar var. Bu kuruluşların kuruluşu ve işlevleriyle ilgili görüşlerinizi alabilir miyim?
Atlığ: 1993 yılında öğretim üyeliğinden emekli oldum. İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nda emekli öğretim üyesi olarak görevime devam ediyorum. İstanbul gibi büyük bir sanat merkezinde inanınız ki Türk musikisi konservatuarı tam olarak dört başı mâmur şekilde eğitim veremiyor.
Çetinoğlu: Neden Efendim?
Atlığ: Öğretim üyeleri sayıca yetersiz.  Yani konservatuarı kurmakla iş bitmiyor. Kâğıt üzerinde her şey yerli yerinde olsa bile, eğitim istenen seviyede olamıyor. Bu gün için öğretim üyesi ihtiyacı karşılanıyor denilse bile, gelecekte daha büyük açıklar oluşacak.
İyi öğretim üyesi yetiştirmek konusunda problemler var. Bu sadece Türk müziği konservatuarı için değil diğer şehirlerdeki batı müziği konservatuarları için de durum aynı. Yani mevcut elemanlar bir konservatuarı bile ayakta tutmaya yetmezken bu konservatuarlarının sayısının artması hoca yetersizliğine sebep oluyor.
Çetinoğlu: Hoca yetersizliğinin sebebi nedir, nasıl engeller var?
Atlığ: Konservatuarı kurulurken yapılan yanlış düzenlemelerden dolayı sıkıntılar yaşıyoruz. Mesela bizim konservatuar kurulurken program sadece talebe yetiştirmeye yönelik olarak hazırlandı. Halbuki hali hazır olan öğretim üyesini de bu konservatuarın yetiştirmesi lazım. Şundan dolayı hataya düştüler. İlk yıllarda, birisinin ayrılması ile oluşan açığı,  aynı değerde eleman bulup kapatmak mümkündü.
Zamanla bu elamanların sayısı azaldı. Daha başka sebepler de var: İngilizce şartı işi zora soktu.
Çetinoğlu: Türk musikisinde İngilizceye gerek var mı?
Atlığ:  Konservatuar Teknik Üniversite’ye bağlandı. Teknik Üniversite’de eğitim İngilizce olduğu için ve YÖK de öğretim üyelerinin seçimi, ilerlemesi, kademe atlayışında yabancı dili öne çıkartıyor. Konservatuar öğrencisi 2 kişi düşünelim. Birincisi; Yabancı okulda okumuş ve İngilizceyi çok iyi biliyor fakat müzik konusunda vasat yeteneği var. İkincisi: Müzik konusunda çok yetenekli, öğretme yeteneği de çok üstün fakat İngilizce bilmiyor. İkincisi lisan bildiğinden, Üniversitemizin Yönetmeliğinde tercih ediliyor. Tercih edilince de sıkıntı başlıyor.
Konservatuarlar için esnek bir görüş uygulanmalı.  % 60’ı musiki bilgisi, % 40 da yabancı dil bilgisi şeklinde bir sistem geliştirilebilirse sıkıntılar ortadan kalkar. Veya yabancı dil öğrenimi, birkaç seneye yayılabilir. Doçentlik ve Profesörlük için yabancı dil bilme şartı aranabilir de; Doktor, Yardımcı Doç. Dr. için yabancı dil, birinci şart olursa, öğretim elemanı sıkıntısı baş gösterir.    
Bu durumu birkaç emekli rektörle konuştum. Onlar bile hayret ettiler.
Devlet korolarına gelince: Her yerde devlet korosu kurdular. Günümüzde, Kültür Bakanlığı’na bağlı. Bakanlık ne yapacağını şaşırmış vaziyette. Bir kısmı konser veremez halde. Orada da biraz koro enflasyonu var. Bir kısmı görev yapamaz halde. Bilet satarak devamlı konser veren, İstanbul’da kuruculuğunu yapmış olduğum Devlet Korosu’dur.
Çetinoğlu: Musiki ve dil, paralel gitmesi gereken iki çizgi gibi düşünüyorum. O yönden bir probleminiz var mı? Yani bu gençlerin musiki bilgisi iyidir de Türk dil bilgisi, fonetiği, yazıya döküldüğünde imlası konusunda noksanlıklar görüyor musunuz?
Atlığ: Çok var. Bazı bölümlerimize lise mezunları geliyor. Bakıyorum Türkçeleri zayıf. İngilizceyi o kadar iyi bileceğine, keşke Türkçeyi orta seviyenin biraz üstünde bilse. Kanaatim o. Bundan 40-50 sene önce Belediye Konservatuarında edebiyat hocamız 3-5 ay içinde arzu veznini öğretirlerdi. O dönemde öğrenciler, eski kelimelere bu günkü kadar yabancı değildi. Daha kolay öğreniyorlardı. Şarkıların içinde ‘figan’ kelimesi geçiyor. Öğrenciler yanlış telaffuz ediyorlar. Bunun düzeltilmesi, doğrusunun öğretilmesi müzik hocalarının değil, edebiyat hocalarının görevi olmalı. Müzik hocası olarak bizler düzeltince, asıl konuya ayrılması gereken zaman azalıyor.
Bu konuştuklarımıza paralel olarak ifade etmek gerekirse; Türkiye’de bir müzik anlayışı bir de güzel Türkçe meselesinde zafiyetimiz olduğu gerçek. Yalnız çocuklarımız değil, radyo ve televizyonlar her gün koca koca profesör unvanı olan insanların bile ‘dahî’ ile ‘dâhi’yi birbirine karıştırır halde. Haksız mıyım?
Çetinoğlu: Efendim, Türk musikisinin, Türk kültür ve sanat hayatındaki yeri hakkında neler söylemek istersiniz?
Atlığ: Hiç şüphesiz ki Türk musikisi, Türkçe kadar, Türk kültürünün en vazgeçilmez unsurudur. Yıllarca Türk kültürünün geniş halk kitlelerine taşınması musiki sayesinde de olmuştur. Denilebilir ki Belgrat’ta Mevlevihane, Filibe’de Mevlevihane, Sofya’da Mevlevihane, öbür tarafa gidiyorsunuz Şam Mevlevihane’si, daha aşağı iniyorsunuz Kahire Mevlevihanesi. Bakınız sadece mehterle bu musiki imparatorluğun çeşitli taraflarına yayılmış değildir. Cami musikisi veya tarikatlara ait dinî musiki onların yanında halk musikisi, kültürümüzün yayılmasında önemli görevler ifa etmiştir.  
Musiki Türk toplumunun her safhasında yer almış. Askerî sahada almış, Enderun’da yapılan müzik çalışmaları hatta tıp sahasına musikinin girmesi batıda ruh hastalarını mağaralarda tutarken ecdadımız musikiyle tedaviye yönelmiş. Yani hayatımızın her safhasında dinî cami musikisi bugün tekbirimiz dünyanın her tarafında okunur hale gelmiş. O bakımdan kültür içindeki yerini inkâr etmek mümkün değildir. Herhalde edebiyat ve musiki bu kültür içinde yan yana yani biri diğerinin yerine geçecek değil de beraber şekilde ve aynı ölçüde etkili ve geniş olarak düşünmek lazım.
Çetinoğlu:  Nevzad Atlığ’ın anladığı manâda sanatkâr adayı ve yetişmiş bir sanatkâr, hangi özellikleri taşımalı?
Atlığ: Başarılı olunması halinde tabii güzel bir şey. Benim musiki mücadelemde hekimliğim bana çok rahat konuşabilmek, mücadele etmek imkânını sağladı. Onu inkâr etmem. Ama her halükârda sanatkâr, ekonomik hedefleri dikkate alsa, dikkate almaya mecbur kalmış olsa dahi gene sanatından fedakârlık yapmaması lazım. İçerisinde bulunduğumuz dönemde sanatkâr, evvelki yıllara nazaran maddeten daha iyi durumda. Neden dolayı bunu söylüyorum? Size yine bir hatıramı anlatacağım. Lemi Atlı -tabi çocukken şarkılarıyla büyüdük- ben 1944 yıllarında falan yani o zaman elimizde fazla kitap da yoktu. Lemi Bey’in şarkılarını okuyoruz ama Lemi Bey’in hayatta olduğunu bilmiyorum. Gazetede bir haber gördüm; ‘Lemi Atlı’ya jübile yapılacak.’ Hemen en yakın arkadaşım Selahattin İçli’ye haber verdim; ‘Aman gidelim’ Dedi.  Nerede yapılacak? Düşünebiliyor musunuz? Belediye konservatuarı var o tarihte… Radyolar var. İstanbul’da bazı musiki cemiyetleri var. Yapıla yapıla Maksim Gazinosu’nda bir Pazar matinesinde yapıldı. Yani nedir orda jübile? Lemi Bey hasta ve dostların yardımıyla maişetini temin eden bir insanmış. Oradaki işte gazoz, kahve içilecekmiş de oradan temin edilecek para adamcağızın cebine konulacak. O büyük sanatkâr, büyük bir bestekâr… Hacı Ârif Bey’in musiki ekolünü devam ettiren ve son bir mümessili olarak düşünülebilir ölçüde büyük bir musikişinas. Hacı Ârif Bey, Şefki Bey, Rahmi Bey ve Lemi Atlı zinciri bu şekilde gider. Aradaki diğer bestekârlar tabi var. Zirvede bu isimleri görüyoruz.
Ama şimdi? Şimdi pek öyle değil. Devlet güvencesi var. Eğer sanatında kuvvetliyse bir konservatuarda öğretmen olabiliyor. Bir devlet korosuna girebiliyor. Belli bir yaşa geldikten sonra emekli olabiliyor. Eskiler sanatlarında biraz daha zor durumdaydı. Daha eskilerde çok daha iyi durumdaydılar. Sarayın himayesi altındaydılar. Bazı konaklarda, mesela Mahmut Celalettin Paşa kaç kişiyi himayesi altına almış. Eğer sanatında kuvvetliyse zaten bu zamanda onun karşılığı maddî katkıyı ve sosyal güvencesini temin ediyor. Sanatını iyi yapanın ekonomisi de iyi olabiliyor.  Müziği iyi biliyorsa, varlıklı ailelerin çocuklarına ders de verebiliyor.
Sonuç olarak sanat endişesini, ekonomik çıkarlara fedâ etmemelidir.
Çetinoğlu:  Türk müziği sık sık birileri tarafından batı müziği ile karşılaştırılır ve çok sesli olmayışı kusur olarak belirlenir. Bu konudaki düşüncelerinizi lütfeder misiniz?
Atlığ: Efendim bu hiçbir zaman kusur değil. Türk musikisi tek sesli fakat çok makamlı olup, değişik ritmik özelliklere sahiptir. Bu; başlı başına bir özelliktir. Yani 1 oktavı 24 gayri müsavi aralığa bölen sistem önümüzde birçok makamların ortaya çıkmasına imkân veriyor. Batı müziğinde olmayan aksak usullerin bizde çok değişik varyasyonları vardır. Bunlar ortaya kendi çapında, kendi çerçevesi içersinde çok derinliği olan bir sanat çıkarmıştır. Acaba çok sesli hale getirilse daha iyi olmaz mı? O zaman bu musiki başka şekle dönüşür. Tampere Sistem dediğimiz bir oktavı 12 eşit parçaya bölen sistem haline sokulursa birçok seslerinden mahrum bırakılır. Ve bu yolda bazı tecrübeler de yapılmadı değil. Ama bugüne kadar herkesi tatmin edecek bir eser ortaya konulamadı.
Fakat çok seslilik içinde yani bazı temler alınarak yine çok sesli kurallar içersinde onlardan istifade edilebilir. Bu mümkündür. Bu yapılmalıdır da. Fakat ben bunun yapılmamış olmasının bir eksiklik olduğu inancında, kanaatinde değilim. Hiçbir zaman olmadım.
Çetinoğlu:  Tarihin geçmiş dönemlerinde Ermeni, Rum ve Musevî bestekârlar, musikimize güzel eserler armağan etmişlerdi. Sözü edilen azınlıkların bir bölümü çeşitli sebeplerle ülkemizi terk ettiler. Kalanlar az değil. Fakat o verimli damar tamamen kurudu. Bu olumsuzluğun kabul edilebilir bir açıklaması var mı?
Atlığ: Konservatuarda bugüne kadar bir Rum, bir Ermeni öğrenciyle karşılaştım. Ermeni öğrenci geçen sene mezun oldu. Rum da 3’üncü sınıfta zannediyorum. Onların hayat tarzında da zevklerinde de aradan geçen yıllar zarfında değişiklikler oldu. Bu sosyolojik bir vakıadır. Bir tek sebebe bağlamak da mümkün değil o değişikliği. Ekonomik getirisini de düşünerek rağbet göstermiyorlar. Eskiler de zaten mesela Yorgo Bacanos’un ailesi baştan aşağıya kadar müzisyen. Dayısı, yeğeni ve diğerleri… Bunlar daha 20’inci asrın başında müzikle iç içe olmuşlar. Devam ede ede 1960’lı, 1965’li, 1970’li yıllara kadar geldiler. Birdenbire kesildi. Sosyal hayatın getirdiği değişikliklerle birlikte ve ona paralel olarak ekonomik sebepler de ön planda olabilir.
Çetinoğlu:  Varlıklı aileler çocuklarına batı müziği hocalarından ders aldırıyorlar.  Onları batı müziğine yönlendiren etkenleri tahlil etmeniz mümkün mü?   
Atlığ: Biz devamlı olarak batıyı, bir bakıma kopya aldığımız için musiki okullarda da zamanında Türk müziği geri plana itilmiş. Çocuk daha ilk mektebe, orta mektebe gidince batı musikisiyle tanışıyor. Bu durum,  ailelerde telakki değişikliğine yol açabiliyor. Genellikle bu böyle oluyor. Türk musikisi konservatuarlarının açılması çok yıllar sonra, ancak 1970’li yılların otalarındadır.  Ondan öncesinde çocuğuna ders aldıracak veya konservatuara gitmesini temin edecek, ona diploma verecek bir Türk müziği konservatuarı yok. Nitekim mesela biz öğrenci bulabiliyoruz.
Çetinoğlu: Batı musikisi eğitimi alanların ekonomik açıdan daha avantajlı bir duruma sahip olabilecekleri ihtimali söz konusu mu?
Atlığ: Olabilir. Onlar mesela operada yer alabiliyor, orkestralarda yer alabiliyor, okullarda öğretmenlik yapmaları daha kolaylıkla mümkün. Ayrıca sualin kendi içinde cevabı var. Piyano öğretmeni oluyor. Gitar öğretmeni oluyor. Yurt dışına açılabiliyor. Türk musikisiyle yurt dışına açılmak herkesin kullanabileceği bir şans değil gibi gözüküyor.  
Çetinoğlu: Cinuçen Tanrıkorur gibi…
Atlığ: Tabi. Amerika’da bazı üniversiteler, etnomüzikolojiyle ilgilenen üniversiteler bazı isimleri davet etiler. Almanya’da bazı üniversitelerde Türk müziğiyle ilgili dersler veriliyor veya en azından Türk müziğini etüt etmek istiyorlar. İyi bir imkân ama kısır olmakla birlikte iyi sayılabilir.
Çetinoğlu:  Millet olarak köklü bir müzik geleneğine sâhip olmamıza rağmen müziğimizi ve tarihî gelişimini bilenlerin sayısı giderek azalıyor. Aynı endişeyi taşıyor musunuz?
Atlığ: Yılmaz Öztuna’nın çocukluğundan beri O’nun da musiki içinde büyümesi, musiki zevkiyle haşır neşir olması, tarihçiliğinin yanında O’nu bu konuya da itmiş olabilir. Yoksa hem tarihçiliği yapınız, hem müzikle derinden ilgileniniz, ikisi de bir insanın gücünü aşan konular. Ama ne mutlu ki Yılmaz’ın müzisyen oluşu O’nu bu sahaya itmiş ki elimizde 2 ciltlik çok önemli bir eseri var. Yakından tanıdığım kadarıyla, oradaki bazı maddelerdeki bilgileri bir insan nasıl toplayabilmiş? Nasıl onları bir araya getirmiş? Ben doğrusu hayretler içersinde kalıyorum. Çünkü elimizdeki kaynaklar bu konuda çok az. Yazma eser yok. Öyle bestekârlar var ki hayatları hakkında bilgi yok. Yani doğum tarihi bile belli değil. Zamanla bazı arşivlere müracaat edilse, bu konuya eğilen araştırmacılar olsa acaba daha başka yeni bilgiler çıkar mı? Ama kimse eğilmiyor. Bugün Türk musikisi hakkında kim ne konuşuyorsa, kim ne yazıyorsa Yılmaz Beyin ansiklopedisine müracaat etmeden konuşması, yazması mümkün değildir. Yılmaz’la konuşuruz yani bu öyle bir saha ki günün birinde bunu tarihçisi de çıkabilir, çok iyi icracıları da çıkabilir yeter ki bu saha ilgisiz kalmasın özellikle devlet bakımından. Mutlaka birileri çıkacaktır. Yılmaz Öztuna nasıl yetişti ise, diğerleri de yetişecektir. Yapılmayacak şeyler değil. Bunları yapacak birileri mutlaka çıkacaktır. Ümitsiz olmamak lazım…
Çetinoğlu:  Türk müziğinin geleceği ile ilgili olarak, temennilerden arındırılmış tahminlerinizi alabilir miyim?
Atlığ: Birinci planda konservatuarların çok iyi işlemesi gerekir. Devletin sağlam bir kültür politikasına kavuşabilmesi gerekir. Bugün bile devletin çok sağlam bir kültür politikası olduğu inancında değilim. Yani günün birinde bu temennim, bu tahminim yerine gelmesi halinde çok şey değişebilir.
Yapılmayacak bir şey değil. Yeter ki birilerinin o kültür politikasında hem Türkçe yönünden hem musiki yönünden gerekli düzenlemeyi, gerekli istikameti gösterebilsin. O zaman herhalde belki daha iyi bir hale gelebiliriz. Müzik insanın doğumundan ölümüne kadar hayatının her safhasında olan bir sanattır. Kültürümüzün de çok önemli bir unsuru. Bu husus idrak edilecektir diyebiliyoruz.
Çetinoğlu:  Bir müzisyen, servete ulaşmasa bile, sanatına-şahsiyetine uygun bir hayat tarzı için gerekli maddî imkânlara nasıl kavuşabilir?  
Atlığ: Sanatında eğer iyi bir icracıysa bugünkü Türkiye için de iyi maddî imkânlara sahip olmak mümkündür.
Çetinoğlu: Hocam, çok teşekkür ederim.
Prof. Dr. NEVZAD ATLIĞ
Aslen Edirneli ve süvari albayı olan babasının görevde bulunduğu Denizli’ye bağlı Sarayköy’de, 14 Ekim 1925 tarihinde dünyaya geldi. İlk müzik bilgilerini aynı zamanda bestekâr olan babası Nazmi Atlığ’dan aldı ve keman öğrendi. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirip röntgen teşhis ihtisası yaptı. İstanbul Ünivesitesi korosunda keman çaldı Ercümend Berker’in askere gitmesi dolayısıyla bu koronun şefliğini yaptı.
İstanbul Radyosu Türk musikisi şefi, İstanbul Konservatuarı icra heyeti şefi ve 1954-1958 yılları arasında İstanbul Radyosu Müdürlüğü görevlerinde bulundu. İstanbul Radyosu küçük korosunu yönetirken 1963’de Mesut Cemil’in vefatı üzerine klasik Koronun şefliğine getirildi. 1976 yılına kadar aralıksız bu görevi yürüttü.
1969’da Millî Eğitim Bakanlığı Türk Musikisi Komisyonu’na başkan seçildi. Bu komisyon Kültür Bakanlığı’na geçince başkanlık görevine devam etti. 1000 Temel Eser Komisyonu üyeliği yaptı. TRT yönetim kurulu üyeliği görevinde bulundu. 1976 yılında, kuruluşunda önemli hizmetler yaptığı Kültür Bakanlığı Klasik Türk Müziği Korosu’nun şefliğine getirildi. Çeyrek asır devam ettiği İstanbul Belediye Konservatuarında Sanat Kurulu Başkanlığı ve Türk musikisi hocalığından ayrıldı. 1981 yılında Klasik Türk Müziği dalında başarı ödülünü aldı. Türkiye Millî Kültür Vakfı’nca 1983 yılında Türk Kültürüne Hizmet Ödülü’ne lâyık görüldü. 1983 yılında Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Kurumu üyeliğine seçildi ve 1984 yılında TRT yüksek kurulu üyeliğine tayin edildi.
1985 yılında profesör, 1987 yılında da ‘Devlet Sanatkârı’ unvanını aldı. 1999’da Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne lâyık görüldü. Türk Musikisi Vakfı’nın kurucuları arasında yer alarak, bir dönem yönetim kurulu başkan vekilliği görevini yaptı.
Prof. Dr. Nevzad Atlığ, evli ve iki evlat babasıdır.

 

Önceki İçerikKüreselleştirme ve Bölgesel Kalkınma Ajansları
Sonraki İçerikAcı Vatan Ahıska’nın evlatları dernekleşti
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.