Müslüman – Kâfir Kişiliği

240

     Her müslümanın her vasfı müslümanca olması vâcip / zorunlu  iken, hayâtın her safha ve ânında bu, böyle cereyan etmiyor, bu şekilde güzar edip geçmiyor. Keşke, her vasfı düzgün olsa, ama hayâtta bu kabil ve mümkün değil. Bunun gibi, her kâfir / inançsız ve kötü şahsın da, her vasfı; onun kâfir / inançsız veya kötü olmasından, yani küfür ve imansızlığından ileri gelmez.

     Evet, her fâsık / günahkârın her vasfı; her zaman onun fâsık ve günahkâr olmasından, yani fıskından kaynaklanması gerekmez. Öyleyse, bir kâfirin müslim ve islâmca olan bir vasfı; müslümanın gayri islâmî / islâm dışı,  meşru olmayan kötü vasfı karşısında ona üstün gelir.

     Tabii bu galebe çalış; hakkın kendisine değil, müslümanın bâtıl ve yanlış metoduna karşı kazanılmış bir galebedir. Kaldı ki, dünyada hayatın hakkı her şey ve herkes içindir. Hayat, herkesin en tabiî ve doğal hakkıdır. Müslüman veya kâfir olması bu müşterek hak olan gerçeği değiştirmez.

     Çünkü Allah’ın herşeyi içine alan rahmetinin mânâlı ve anlamlı bir tecellîsi / görüntüsü var.

     Nitekim hayat hikmetinin bir sırrı var ki, küfür / inaçsızlık ona mâni ve engel değildir.

     Allah’ın kemal vasfından şer’î tecelîleri var. Meselâ irade vasfından gelen meşiet / istek ve takdiri. Yine Allah’ın tekvînî / yaratılışla ilgili olup tabiat kanunları dediğimiz şeriatı, yani kanunları var. Ayrıca, Allah’ın kelâm vasfından gelen Kur’an’dan kaynaklanan kelâmî / sözlü âyet dediğimiz kanunları var.

     Müslümanların bunlara itaat edeni / uyanı var, bunlara isyan eden / uymayanları var.

     Bunun gibi, tekvînî / yaratılışla alâkalı / tabiat kanunlarına karşı da, uyan var uymayanlar var.

     Şüphesiz kelamî kanunlara uyan ve uymayanlar müspet – menfî karşılıklarını ahirette göreceklerdir.

     Kevnî yani Allah’ın koyduğu tabiat kanunlarına uyup uymayanlar da mükâfat ve cezalarını bu dünyada göreceklerdir. Uyanlar dünyada sağlanan maddeten ileri ve rahat bir yaşayışın mensubu olacaklar. Uymayanlar medenî ve teknikte ileri bir dünyanın gerisinde kalarak, dünya nimetlerinden kendilerini mahrum ve yoksun bırakmak gibi bir geriliğin zebunu olacaklardır.

     Nasıl ki, “Men sabere zafere.” / “Sabrın sonu zaferdir.” Dünyada çalışanın ve bu yolda herşeye katlananın mükâfatı güzel ve rahat bir hayata kavuşmaktır.

     Dünyada tembel olup, gereği gibi çalışmayanların karşılığı ise, sefaletten başka bir şey değildir.

     Velhâsıl çalışmanın karşılığı servet, bunda sebatın karşılığı ise mükâfattır.

     Tıpkı zehirin ölümcül bir hastalığa sebep olması, panzehirin sıhhate kavuşturması gibi.

     Evet müslüman dünyada Allahın tekvîni ve kelâmî kanunlarına itaat etmezse; dünyada maddeten ahirette ise mânen kayıpta olur.

     Kâfirin, Allahın kevnî yani tabiat kanunlarına uyduğu, onlara göre hareket ettiği takdirde, elde ettiği maddî üstünlük ile, bunların gereklerini yerine getirmeyen müslümana karşı galebe edip üstünlük sağlayacağı tabiî bir netîcedir.

     Evet, Allahın fıtrî ve yaratılış kanunlarına göre hareket eden, kâfir de olsa bu dünyada müslümana galebe çalacağı, ona üstün geleceği İlahî bir gerçektir.  

     Müslüman da olsa, Allah’ın koymuş olduğu kevnî / yaratılış ve fıtrî kanunlarına göre hareket etmeyen müslümanın; dünyada kâfir karşısında mağlûb ve perişan olacağı kesin bir hakikattir.

     Şüphesiz bu mağlubiyet, hakkın yenilgisi değil, kâfirin doğru metodunun, müslümanın bâtıl ve yanlış metodu karşısında sağladığı bir üstünlüktür. Yoksa hak yenilmiş değildir. İlk fırsatta kendisini göstereceği muhakkaktır. Müslümanın imanlı oluşunun, kendisini er geç ebedî bir kurtuluşa mazhar kılacağı bilinen bir husustur.

     Kâfirin ebedî hayatta, daimi bir kaybın sahibi olacağı da, yine herkesin mâlûmudur. Ama Allah, müslümanın dünyasının da, mamur olmasını istiyor. Ve ancak dünyada kuracağı üstünlük sayesinde, başkalarını islâma çekmesinin mümkün olacağına dikkat çekiyor.

     Unutmayalım ki, “İ’lâ-yı Kelimetullah.” / “Allahın ismini yüceltmek” ve O’na insanları celbetmek; maddî terakkîye vabeste / bağlıdır. Çünkü her hususta ileri olmayanların çağrısına kimse kulak asmaz.

Önceki İçerikAvukat Süleyman Seyit Aksoy İle Anayasa Mahkemesi-Yargıtay Krizi Hakkında Konuştuk.
Sonraki İçerikKırmızı halı tuzağına dikkat!
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.