Hiciv,
sanatta özellikle de edebiyatta bir kişinin veya durumun iğneleyici sözlerle
ve/veya alaycı ifadelerle eleştirilmesidir. Türk tarihinde gerek divan
edebiyatında gerekse halk edebiyatında hiciv sanatına çokça rastlanmaktadır.
Divan edebiyatında Nef’i ve Ziya Paşa’nın hicve çokça başvurdukları görülür.
Ziya Paşa’nın Terkib-i Bend’i hiciv türünün en güzel örneklerindendir.
Aşağıdaki beyitler Ziya Paşa’ya aittir.
“Ey müftehir-i devlet-i yek-rûze-i dünya
Dünya sana mahsûs u müsellem mi sanırsın
****
Bir gün gelecek sen de perîşan olacaksın
Ey gonca bu cem’iyyeti her-dem mi sanırsın”
Türk halk edebiyatında ise hiciv
denilince akla gelen ilk isim şüphesiz ki Kazak Abdal’dır. Kazak Abdal 17.
yüzyılda yaşamıştır, Romanya Türklerindendir. Hayat hikâyesine dair muhtelif
rivayetler bulunmakla birlikte Turgut Koca’nın Bektaşi Şairleri ve Nefesleri
kitabında şöyle bir hikâye de anlatılmaktadır: Rus Çarı’nın kızı bir
çocuk doğurur. Fakat bu çocuk, annesinden süt emmez. Bu duruma ne hekimler, ne
de papazlar çare bulamazlar. Sonunda Deliorman dergâhından, Rusya’dan tuz
parası almak üzere gelen Demir Baba’ya: ‘Sen keramet ehli bir azizsin. Bu
çocuğu tutulduğu hastalıktan kurtar.’ diye yalvarırlar. Demir Baba da: ‘Bu
çocuğun süt emmesini sağlar isem, tekkeme nezreder misiniz?’ der. Kabul
ederler. Demir Baba çocuğa: ‘Em!’ der. Çocuk, anasının memesini emer.
Delikanlılık çağına erince, Demir Baba dergâhına gönderirler. Böylece Demir
Baba, çocuğu evlat edinir. Adını Ahmed kor. Bu çocuk daha sonraları Balım
Sultan’a giderek, el alır ve adı da Kazak Abdal olur.
(Kaynak; Vikipedi)
Kazak Abdal’ın en meşhur şiiri
şüphesiz ki Eşeği Saldım Çayıra şiiridir. Yaşadığı dönemde halk yoksulluktan
perişan bir haldeyken devrin yöneticilerinin hem halk üzerinde baskı kurmaları
öte yandan kendilerinin zevkü sefa içinde yaşamaları Abdalımızı epeyce
öfkelendirir. Bir yandan zulüm, bir yandan yoksulluk öyle artmıştır ki,
insanların azıcık huzurlu bir rüya görmeleri bile hayra yorulamayacak hale
gelmiştir. Bu halet-i ruhiye nedeniyle Abdalımızın dilinden aşağıdaki sözler
dökülmeye başlar.
Eşeği saldım çayıra
Otlaya karnın doyura
Gördüğü düşü hayıra
Yoranın da avradını
Ama özellikle biri vardır ki
Abdalımız ona feci şekilde bilenmiştir. Kazak Abdal bu kişinin ismini vermiyor
ancak şiirinde tepeden aşağıya güzelce boyadığı (!) bu kişiden hırsını alamıyor
olacak ki ölüsünü bile boyamaya devam ediyor.
Münkir münafıkın soyu,
Yıktı harap etti köyü
Mezarına bir tas suyu,
Dökenin de avradını
Şiirde muhatabın adı verilmiyor ancak bu kişi
insanlara nasıl bir kötülük etmişse, Abdalımız bu kötü kişinin
cesedine/mezarına hayrı olabilecek kişileri de bu boyama (!) halkasına dâhil
etmektedir.
Dağdan tahta indirenin,
Iskatına oturanın
Mezarına götürenin
İmamın da avradını
Abdalımızı öfkeden kendinden geçiren bu
bahtsız kim ola, kötülüğünün büyüklüğü ne ola ki Abdalımız sonraki mısrada
vites yükseltmekte ve olayı neredeyse bu bahtsızın derisine kemiğine kadar
götürmektedir.
Derince kazın kuyusun,
İnim inim inilesin
Kefenin diken iğnesin,
Dikenin de avradını
Sondan bir önceki dörtlükte Abdalımız
insanları ifsat eden yani halk arasında fesat çıkartan, gammaz ve malı olup da
yemez (cimri) bir güruhu da boya halkasına dâhil etmektedir. Besbelli ki bu üç
güruh, Abdalımızın asıl kızdığı bahtsız kişinin yancıları ve yardakçılarıdır.
Müfsidin bir de gammazın,
Malı vardır da yemezin
İkisin meyit namazın,
Kılanın da avradını
Finalde Abdalımız huzura ermiş görünmektedir.
Ancak motoru hala tam anlamıyla soğumamıştır. Sözü yine tam kendisine yakışan
bir üslupla hitama erdirir, altına da imzasını atıp muhatabına iadeli taahhütlü
olarak gönderir.
Kazak Abdal nutkeyledi,
Cümle halkı ta’neyledi
Sorarlarsa kim söyledi,
Soranın da avradını.