Millî kimliğimizin mimarları, öncelikle şairler ve yazarlardır. Millî kimliğimizin ve vatan bütünlüğümüzün tartışıldığı bugünlerde bu mimarların neler dediğini hatırlatmanın uygun olacağını düşünüyorum. Çünkü, onlar olmasaydı Türk Milliyetçiliği, ne fikir, ne de siyaset olarak var olmazdı. Ruhları şâd, mekânları cennet olsun.
Millî kimliğimizin mimarlarından biri de, Süleyman Nazif’tir. O, 1869 yılında bugün sanki başka bir ülkenin şehriymiş durumuna düşürülen, Türk bayrağı yerine PKK paçavralarının asıldığı toplantılarının yapıldığı, asılmadan Apo’nun Manifestosunun okunduğu özbeöz bir Türk diyarı olan Diyarbakır’da doğdu. 1897’de Paris’e kaçarak Ahmet Rıza beyin çıkardığı meşveret gazetesinde istibdat aleyhine yazılar yazdı.Dönüşünde Vilayet Mektupçuluğu göreviyle Bursa’da ikamete memur edildi. 1908 Eylülünde İstanbul’a döndü. Medeni cesareti yüksek olan Süleyman Nazif, 31 Mart’ı destekleyen Mîzan gazetesi sahibi Murat beye hitaben, o günlerin tehlikeli şartları içinde yazdığı 16 Nisan 1909’da Mîzan’da yayımlanan açık mektubu büyük yankı yaptı. Siyasi meselelerde düştüğü hatalara rağmen, millî meselelerde büyük bir titizlik göstermiş ve samimiyetle milletin hislerine tercüman olmuştur.
İstanbul’un işgal edildiği, Fransız askeri kuvvetlerinin şatafatlı törenlerle Hükümet merkezine girdikleri, yabancı harp gemilerinin toplarını şehre çevirdikleri gün Nazif, yine büyük bir medeni cesaretle 23 Kasım 1918’de Cenap Şahabettin’le çıkarmakta oldukları Hadisât gazetesinde ve siyah çerçeve içinde “Kara Bir Gün” isimli makalesini yayımladı. Bunun üzerine Fransız Generali, Nazif’in kurşuna dizilmesini emretti, sonra bundan vazgeçti. Buna rağmen millî heyecanı yatışmıyordu. 23 Ocak 1920’de Darülfünün Konferans Salonunda Pierre Loti’yi anmak vesilesiyle yapılan ve aslında İstanbul’daki işgal kuvvetlerini hırpalamak amacını taşıyan bir toplantıdaki hitabesi bütün aydınları derin bir heyecanla sarsmış, galeyana getirmiştir. Bunun üzerine İngilizler tarafından diğer Türk milliyetçileri gibi Malta adasına sürüldü. Yirmi ay Malta sürgünü olarak yaşadıktan sonra İstanbul’a döndü ve yazı hayatına devam etti. Millî Mücadeleyi ve Gazi Mustafa Kemal’in çalışmalarını sonuna kadar destekledi, fakat karşılığında hiçbir maddi menfaat, makam ve mevki beklemedi.
4 Ocak 1927 tarihinde zatürriye hastalığından vefat ettiği zaman cenazesinin kaldırılmasını sağlayacak bir geliri olmadığı görüldü. Türk Hava Mecmuasına yazdığı yazılara bir şükran vesilesi olarak Türk Tayyare Cemiyeti cenazesini kaldırdı, Edirnekapı’daki mezarlığını İstanbul Belediyesi yaptırdı. Harun gibi gelip Karun gibi zengin olanlara ithaf olunur.
Diyarbakır’ın yetiştirdiği bu yiğit vatan evlâdının, millî duygularımıza tercüman olan iki şiirini sizlerle paylaşıyorum. Türklük düşmanlarına ithaf olunur.
TÜRK İLÂHİSİ (1926)
Dedem koynunda yattıkça benimsin ey güzel toprak, Neler yapmış bu millet, en yakın tarihe bir sor, bak.
Yerim sensin, göğüm sensin, cihânım, cennetim, hep sen; Nasıl bir zinde millet çıktı gördüm hasta sînenden.
Evetmecrûh idin, mecrûh iken de vardı imânın,
Ümidin, kuvvetin, azmin, kanın, aşk-ı huruşânın.
Eğer necm ü hilâl olsaydı âfil, muzmahil Türksüz,
Kalırdı bizce yıldızlar, kamerler, kimsesiz, öksüz.
Yaşattın, çok yaşa, tarihimi ikbâl ü izzetle,
Koşar âtî, koşar mâzi seni tebcile minnetle.
Yerim sensin, göğüm sensin, cihânım, cennetim, hep sen; Nasıl bir şanlı millet çıktı gördüm canlı sînenden.
CENK TÜRKÜSÜ (1917)
Gözde tüter dumanları Bak Şıpka’nın balkanları Hâlâ sızar al kanları Ayrılmıştık otuz sene İşte Şıpka geldik gene
Pilevne’den bir ses geldi O ses yüreğimi deldi Ah o günler ne güzeldi Ayrı düştük otuz sene Şanlı meydan geldik gene
Yolumuzu bağlamasın Dalgaların ağlamasın Ağlar gibi çağlamasın Görüşmedik otuz sene İşte Tuna geldik gene