Millet memetiktir, milliyetçilik genetik

150

Genler bütün canlılarda var. Genin vazifesi, hayatın tarifi gibi: Canlının kopyasını yapmak. Virüs geniyse virüsün, amip geniyse amipin, bitki geniyse bitkinin ve insan geniyse insanın inşa bilgisi genlerde saklı. O halde genin birinci özelliği bireyden bireye kopyalanabilmek ve kopyalanırken yanlış kopyalanmamak. Burada bir istikrar boyutu var. Fakat pek ender de olsa gen, bazen yanlış kopyalanır. Bu yanlış kopyadan çoğunlukla canlı üremez. Öyle ya, yanlış kopyalanıp meselâ beyin veya bir başka organın inşa talimatını taşıyan gen sakatlanırsa o genden sağlıklı canlı inşa edilebilir mi? Fakaat… yine fakat o yanlış kopyalar, ender de olsa bazen hayatını idame ettirebilen bir “mutant”a yol açabiliyor. İşte dünyadaki hayatın milyonlarca, hatta milyonlarca değil, milyarlarca yıllık hikâyesi, bu kendini hep doğru kopyalayan fakat çoook çoook ender yanlış kopyalayan genin hikâyesidir. Genler hep doğru kopyalansaydı dünyada milyarlarca yıl sonra hâlâ ilk canlı olurdu ve başkası da olmazdı. Türlerin çeşitliliği ve devamı işte bu ikili mekanizmaya, kendi kendini tekrarlayan fakat milyonda bir de hatalı kopyalayan genlere bağlı.

Tabii Ayıklama

Bu kadar gen lafı ettikten sonra, evrimi anlamamıza bir adım daha kalıyor.  Şu ana-babasından hafifçe veya pek de hafifçe olmayan şekilde farklı yeni çocuk var ya… O bazen, ortama anne babasından daha iyi uyum sağlıyor. Veya onlardan farklı bir ortamda daha iyi üreme şansını yakalıyor. Hem elleri hem de ayakları ile dallara tutunan maymun, sık ormanlıkta ağaçtan ağaca hızla atlayarak güvenli ve bol meyveli bir hayat sürerken iki ayağı üstüne kalkan bir yeni cins, uzun otlarla kaplı ovada daha rahat yaşayabiliyor. İşte belli bir ortamda avantajı olanın üreyip çoğalmasına, avantajı olmayanın o kadar iyi üreyememesine “ıstıfa vetiresi” veya “tabiî seçim” diyoruz.  Bu ortam sadece fizikle değil kültürle de ilgili olabiliyor. Ortama “köşe” veya “oyuk” anlamına “niş” deniyor.

Bir de Memler Var

Nesilden nesile geçerken genellikle şeklini koruyan fakat ender olarak da küçük değişikliklere uğrayan bir “şey” daha var: Semboller, fikirler, fıkralar da tıpkı genler gibi nakledildikçe büyük çapta aynı kalıyor. Fakat arada sırada da şekil değiştiriyor. Yunan tanrısı Zeus’un deus-peter (tanrı baba), oradan da Jüpiter adıyla Roma Tanrısı olması gibi. Bugün Fransızca’da “dieux” dâhil bu kelimeler hep bu Zeus’un mütasyona uğramış hâli. Hiç olmazsa ses olarak öyle. Ses olarak öyle de, anlayış olarak nasıl? Gellner, 18. asrın meşhur İskoç feylezofu David Hume’ın, Katolik Tanrı anlayışını kilisenin azizleri ve Tanrı’nın oğlunu da içine alan üçlemesi ile Zeus ve çevresindeki tanrıcıklara ve yarı tanrılara benzettiğini nakleder.

İşte fikirler de tıpkı canlılar gibi uzun süre değişmeden aktarılıyor, onun için “güneşin altında yeni bir şey yok” diyoruz. Ama ender olarak küçük değişiklikler geçiriyor, eklemeler, birleşmeler, çıkarmalar oluyor ve bazen bir hafif değişiklik, fikrin birden popüler hale gelmesine yol açıyor. Hani derler ya, “zamanı gelmiş bir fikrin önünde hiçbir engel duramaz!” diye… Muhtemelen o fikir zamanından önce de vardı ama patlama yapmak için rötuş bekliyordu.

Genlerdeki değişmelerin zaman skalası milyonlarca yıldır. Memlerinki mertebelerce daha hızlı. Asırlar, hatta bazen on yıllar insan fikirlerindeki mutasyonlar için yeterlidir.

Evrim biyoloğu ve popüler yazar Richard Dawkins, 1976’da yayınladığı “Gen Bencildir” kitabında, bu gen olmayan genlerden; fikir, kavram, sembol “genlerinden” bahsetti ve bunlara “mem” dedi.

Sosyobiyoloji

Aradan birkaç on yıl daha geçti ve bu sefer insan bilimleri, sosyoloji ve psikoloji yepyeni keşifler yaptı. Büyük keşif, genlerin insan toplumlarına etkisiydi. Hatta daha ileri giderek söyleyebiliriz ki, insan toplumu insan genlerinin bir sonucuydu. Sosyolojideki bu yeni senteze “sosyobiyoloji” dendi. Genlerin psikolojiye etkisine de “evrim psikolojisi”.

Bazı teorilerde anlatıldığı gibi insan hiçbir zaman tek başına dağda bayırda dolaşan “asil vahşi” olmamıştı. Yakışıklı Tarzan gerçek hayatta hiç yaşamamıştı, Jane kusura bakmasın… Çünkü bu asil vahşi olma hevesindeki insancığı aslanlar, kaplanlar, hatta kartallar bir güzel mideye indirebilirdi. Asil vahşi bırakın kendinden yırtıcı ve hızlı rakiplerinden önce av yakalamayı, kazaya uğramış veya eceliyle ölmüş avı, mesela bir mamutu bile onlardan önce yiyemiyordu.  İnsanın “niş”i, hayatta kalıp üreyebileceği köşesi, mutlaka toplum hayatıydı. İnsan ne yapıp edip onlarca kişilik topluluklar hâlinde yaşamalıydı.

Ya Toplum Ya Ölüm

Derek Bickerton, meselâ 50-60 kişilik bir insan topluluğunun çığlıklar atarak, baltalar fırlatarak, bir aslanı bir mamutun başından nasıl kovaladığını ve bu fil irisinin onlara günlerce yetecek proteini sağladığını pek güzel anlatır. Tek insan aslandan, kaplandan mukayese edilemeyecek kadar güçsüzdür ama elli insan aslanı önüne katıp kovalar. İnsanın bu üstünlüğü yakalamak için iki şeye ihtiyacı vardır. Grup mensuplarının birbirine bağlanmasını sağlayacak bir içgüdü ve birlikte hareket etmelerine vasıta olabilecek lisan. İşte bu ikisi!

Grup mensuplarının birbirine bağlanmasını sağlayacak içgüdü zaten temelde var. Facebook’ta bir video vardı. İri yarı bir köpeğin önüne aniden bir yavru kedi çıkıyor ve köpek ona doğru hamle yapıyor. Sen misin bunu yapan… Yavrunun annesi onun üstüne atılıyor ve kendisinden belki yirmi defa büyük köpeği önüne katıp kovalıyor. Bu genin bencilliği işte. Kendi soyundan gelenin korunması. Kedide, köpekte de mevcut ama yavrudan öteye geçmiyor ve ancak birkaç ay sürüyor. İnsanda akrabayı koruma daha geniş bir çevreyi kapsıyor. Ve zamanla sınırlı değil. İşte belki milyonlarca yıl önceden başlayarak insan toplumunu bir arada tutan bu içgüdü. Bu paragrafta her “içgüdü” yazdığımda siz bunu “genetik” diye okuyabilirsiniz.

Klandan Devlete

Hadi annenin yavrusunu korumasını anladık da insanların birinci derece yakınlarının dışında akrabalarına veya akraba zannettiklerine bağlılığı ne kadar kuvvetli olabilir? İşte burada tabiî seçime dönebiliriz. Muhtemeldir ki insanların bir kısmı uzak akraba bağlılıklarını hiç önemsemiyordu. Bunlar yırtıcı aslana, kaplana arkadaşlarıyla birlikte balta fırlatma riskini almadı… İşte böyle davrananlar, mamutun etinden pay da alamadı. Bir yırtıcı ile karşılaştığında onu koruyacak yoldaşları da yoktu. Cemiyetten dışlanmıştı ve birlikte hareket edenler kadar üreyemedi. Geriye birbirine, uzak ve yakın akrabalarına sıkı sıkı bağlılık duyanlar kaldı. Ve onların genleri binlerce nesil aşıp bugüne geldi. Kılıç dişli kaplana balta fırlatmaktan geri duranların genleri bize ulaşamadı.

Birlikte balta fırlatan en küçük akraba topluluğu klan veya Arapça tabiriyle “kavim”dir. Birlikte hareket etme, birbirine bağlılık zaman içinde değişmedi fakat insan nüfusu ve iletişim imkânları arttıkça bu bağlılığın merkezindeki toplum birimi genişledi. Bir başka deyişle, genlerin emrettiği birliğin menzili arttı.

Ruhî Fığlalı Hocamız, “kavm”i şöyle tarif ediyor: “Esasen bedevî cemiyetinin temeli sop’a [kavim] dayanır. Her çadır bir aileyi; çadırlar topluluğu [hayy] ise, sop’ u meydana getirir. Akraba bağlarıyla birbirlerine bağlı kavimlerin bir araya gelmesi de kabile’yi teşkil eder.”

Ziya Gökalp de şöyle yazıyor: “Kavim, aynı anadan, aynı babadan üremiş, içine hiç yabancı karışmamış kandaş bir zümre demektir. Eski cemiyetler, umumiyetle saf ve yabancılarla karışmamış birer kavim olduklarını iddia ederlerdi. Hâlbuki, cemiyetler kablettarih- (tarihten önceki) zamanlarda bile, kavmiyetçe halis değildir.”

Kavim birkaç ailenin birliği ki Gökalp bunun bile tek soya dayanmadığını söylüyor. Kavimden kabileye geçildiğinde, “biz aynı soydan geliriz” iddiası hâlâ var ve atalarının ismini bile söylüyorlar ama gerçek öyle değil. Daha kavim seviyesindeyken kan saflığı seyrelirken, kabile seviyesinde bunun muhafazası sadece masal ve mitlerde gerçektir. Ama masal ve mitlerin gerçekliği, biz insanlar için kan tahlilinin gerçekliğinden daha az değildir.

Sonunda Millete

İnsanlar kabilelerinin, aşiretlerinin niçin aynı atadan geldiğini savunur? Çünkü genleri onlara, birliklerinin bu sebebe, kendi soylarını korumaya, kendi soylarını tercihe dayandığını söylemektedir. Bu da genin bencilliğidir. Gen dâima kendini idame çabasındadır. Bunu bir entelektüel gibi düşünerek değil, hayatta kalamayan gen cinslerini eleyerek yapar. Nesilden nesile kendini idame ettirme konusunda en küçük bir avantajı olan gen üreyip gider, bu küçük avantaja sahip olmayanın ise soyu tükenir.

Kabile ve aşiretten uzun bir atlama ile millete gelelim. Gerçekten uzun bir atlama! Kavmin düzinelerce, kabilenin yüzlerce, aşiretin binlerce kişisinden milyonlara geçiyoruz. Daha küçük gruplarda bile bulamadığımız kan birliğinin milyonluk cemiyette bulunması muhaldir elbette. Fakat binlerce nesil, milyonlarca yıl öteden gelen genlerdeki mesaj hâlâ oradadır: “Bunlar senin kardeşlerin. Onları koru. Onlar sendendir, sen onlardansın.” Azar Gat bu gerçeği şöyle isimlendiriyor: Bu akraba-kültür (kin-culture) bağlılığıdır. Bu bağlılıkla devlet kurulur ve devletin olduğu yerde mutlaka millet de vardır. Bu “aynı soya mensubiyet şuuru” bir de ortak dille ve o ortak dilin anlattığı masallarla, mitlerle, destanlarla, tarihi birliktelikle ve edebiyatla desteklendi mi ortaya muazzam bir bağlayıcı güç çıkıyor: Milliyetçilik!

Kavmin genleri bile aynı değilken milyonları kapsayan milletin genleri herhalde aynı değildir. Peki, insanların “bir soya mensubiyet şuuru” ve bu şuurla milletdaşlarını sevmesi, onlar için fedakârlık yapabilmesi, onları bu mensubiyete sahip olmayanlardan farklı görmesi… İşte bu genetiktir. Genetik olan millet değildir, genetik olan milliyetçiliktir. Millet, Azar Gat’ın “kin-culture” dediği akraba-kültür memidir.

Millet, memetiktir. Mentaldir, şuurdur. Buna karşılık milliyetçilik, yani insanları bir birine bağlayan güç, millet meminin bağlayıcı gücü genlerimize kazılıdır. Genetiktir. Fıtratımızdır