Mevlevilik ve Sema

145

Mevlevi Dede’si  NAİL KESOVA ile MEVLEVİLİK VE SEMÂ üzerine konuştuk:
Oğuz Çetinoğlu: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî denilince Mevlevilik, Mevlevilik denilince akla Semâ geliyor. Sizinle bu konuları konuşmak istiyorum. Önce Mevlevilik nedir, kısaca açıklar mısınız?
Nail Kesova: Mevlevîlik sadece yurdumuzda değil Balkanlarda, Arap dünyasında,  Asya ve Afrika’nın birçok ülkesinde insanları yüzyıllarca aydınlatmış ve günümüzde bütün dünya halkını aydınlatmağa başlamış ‘ârif insan / olgun insan’ yetiştirme okuludur diyebiliriz.
Çetinoğlu: Mevlevî Dervişi nasıl olunur?
Kesova: Mevlevî Dergâhına  intisâb etmek isteyen, Mevlevî Dervişi olmak isteyen kişi dergâh tarafından tanınan bir şahıs tarafından getirilir ve tavsiye edilir. Bu bir ön eleme gibidir.  Dinî alt yapısı olan, güzel sanatlara, özellikle müziğe yeteneği olan kimseler tâlib olur veya teklif edilir. (Yabancılar bundan müstesnadır). Çünkü Mevlevî Dergâhları Güzel Sanatlar Akademisi ve/veya Konservatuar gibidir. Aynı zamanda abdest alınacak şadırvanı  ile meydanı, mihrabı ile bir ibâdethanedir. Kabul edilen kişi üç gün süre ile mevlevihanenin mutfağında saka postu adı verilen bir postta 3 gün süreyle oturur.  Seccade büyüklüğünde bir koyun postudur. Abdest v.s. gibi zarurî ihtiyaçları dışında posttan ayrılmaz.  Onun üzerinde ibâdet eder, yer, içer, uyur, düşünür.  Üçüncü günün sonunda kararını bildirir.  Arzu ederse vazgeçebilir. Çünkü önünde 1001 gün gibi uzun bir süre devam edecek olan  ‘çile günleri’ vardır. Dergâhta yatıp kalkacaktır. Dışarıda görülecek hizmetler de olsa fazla oyalanmayacak ve behemehal akşam ezanından önce dergâhta olacaktır. Aksi halde çilesi kırılır yeni baştan başlamak mecburiyetinde kalabilir. 1001 gün sonunda ‘Dede’ olacaktır.  Kararı olumlu ise Dede’ye bildirilir.  O’nun da düşüncesi aynı yönde ise sikkesi (1)  tekbirlenir (2)  ve ‘nevniyâz /yeni öğrenci’, isminin sonuna ‘can’ kelimesi eklenerek çağrılmağa başlanır.  ‘Ali Can, Hasan Can’ gibi.
Dergâhta on sekiz hizmet vardır.  Nevniyâz sırası ile bu hizmetleri görmeğe başlar. Önce Aşçı Dede’nin hizmetindedir. Aşçı Dede; ‘Gel Ali Can, bak biz burada sadece yemek pişirmiyoruz.  İnsan da pişiriyoruz!’. Der.
On sekiz hizmetin bir kaçını söyleyelim:
Ayakçı:  Ayak hizmetlerini görür, gerekli şeyleri getirir götürür. Nevniyaza ilk önce bu görev verilir.
Bulaşıkçı: Kap-kacak, tencere tabak bardak v.s.nin yıkanmasından sorumludur.
Pazarcı:  Sabahları pazara gider, alınacak yiyecekleri satın alır gelir.
Somatçı: Sofraları kurar, kaldırır, yerleri süpürür.
Yatakçı:  Canların yataklarını serer, kaldırır, devşirir.
Süpürgeci: Bahçeyi, etrafı süpürür vesaire…
Çetinoğlu:  Mevlevihâneler ‘Güzel Sanatlar Akademisi gibidir.’ Dediniz bunu açıklar mısınız?    
Kesova:  Burada nevniyâzın yeteneğine göre seçebileceği birçok konu vardır.  Elbette önce semâ… Her derviş semâ meşk eder  ve Mevleviyim diyenin gücüne göre teknik becerisi nisbetinde bir semâ’ı vardır.
Rahmetli semâ dedem Postnişîn Ahmed Bican Kasaboğlu Dede’nin annesi bana bir gün, ‘Nail Bey oğlum Mevlevilik kolay, sabah namâzından sonra sessizce Allah Allah diyerek 18 çark atacaksın’. Bu sözleri bana Yûnus’un bir şiirini hatırlatmıştı. Hakikate,  ma’rifete hangi yoldan gideceğimi öğütlüyordu.
‘Şeriat tarikat yoldur varana
Hakikat ma’rifet andan içerû’
Sonra, başta Ney üfleme, kudüm vurma, ut tanbur, kanun v.s. gibi klasik müzik aletlerinin hemen hemen tümünün yapımı dahil eğitimi veriliyor. Ayin-i Şerif ve ilâhiler meşk ediliyor.  Ayrıca başta hat, ebru, tezhib, kâğıt, ahşap oymacılığı v.s. gibi birçok meslekî çalışmaları yapılıyor.  Bunları hep hücre sâhibi Dedeler (Dedegân) öğretiyor.  Bu duruma göre dervişliğe soyunan nevniyâz, 1001 gün sonunda hücre (küçük bir oda) sâhibi olacak ve öğrendiği konularda yeni talebelere hocalık yapacaktır. Ancak İsmail Dede Efendi gibi çok üstün yetenekler dergahın şeyhi Dede Efendinin tasvibi ile 1001 günden önce de, dede olabilmişlerdir.
Çetinoğlu:  Çile çıkarmadan Mevlevilik olur mu?
Kesova:  Dergâhtaki halka açık faaliyetleri semâları, mi’râciye icrâlarını sâir sohbet, meşk v.s.leri  tâkib eden ve zamanla dergâhın yakından tanıdığı dergâhla ilgilenen  ve Mevlevî olmak isteyen  şahıslar da sikkeleri dedeler tarafından tekbirlenerek mevlevî olabilirler.  Bu kişilere seven anlamında muhib (mevlevî muhibbi) denir.
Çetinoğlu: Okuyucularımızı semâ konusunda bilgilendirir misiniz?
Kesova:  Bugün fizik ilminde var olmanın temel şartının dönme olduğu kabul edilmektedir.  Cismin en küçük parçası olan atomun içindeki elektron, nötron, protondan evrenin atomu olan galaksilere kadar her şey dönmektedir.  Muhiddin-i Arabî (4) Hazretleri onların bu dönüşleri esnasında Allah’ı zikrettiklerini söylemiş ve ‘Ben işitiyorum’ demiştir. Nitekim Allah c.c. ‘Yedi gök ve yer ve içlerinde ne varsa O’nu tesbih ediyor.’ Buyuruyor.  (Kur’anı Kerim, 17. Sûre, 44. Âyet)
Demek ki insan dışında bütün varlıklar ibâdet halinde. İşte, mevlevînin zikri olan semâ ile insan, ‘Allah-Allah’ diyerek dönmekle evrenin toplu zikrine aynı paralelde katılmakta ve ‘Ben kâinata sığmam bir mü’minin kalbine sığarım’ diyen Allah’ı ( c.c.) kalbinde hissederek O’nun etrafında dönmektedir. Huzurunda semâ etmek şerefine nail olduğum Mevlevi Dedesi Mithat Bahari Beytur Efendi Hazretleri bir şiirinde bu durumu şöyle tasvir ediyordu:
‘Sanma beyhude döner vecde gelen âşıklar
Ten-i fâniyi atıp akla veda eylerler
Nay’dan bang-i elestîyi duyup âh ederek
Hakkı âgûşa sarar öyle semâ eylerler’                                                                                                              
Mithat Bahari Efendi bu şiirinde Mevlevî Allah âşıklarının boşuna dönmediklerini ölümlü varlıklarından sıyrılıp aklın ötesinde bir sahaya geçtiklerini ve ney sesinden Allah’ın insanı yaratmadan önce yarattığı  ruhlarımıza hitabını algılayarak (tabiri câiz ise) O’nu kucaklar gibi sararak döndüklerini söylüyor.
Çetinoğlu:  Bir çağrışım (tedâi) oldu, Semâ ibâdet midir?
Kesova: Şüphesiz ibâdettir. Bildiğiniz gibi vakit namazları asli ve farz olan ibadetlerimizdendir. Mevlevî Müslüman’dır önce namazını kılması gerekir.  
Ne diyor Yûnus Emre Hazretleri:
Müslüman’ım diyen kişi
Şartı nedir bilse gerek
Allahın emrini tutup
Beş vakt  namaz kılsa gerek
Bu bakımdan vakit namazlarından sonra semâ edilmektedir. Evvelce semâ ve diğer turûku âli (diğer mânevi topluluklar) zikirlerine (5) nâfile ibâdet denirdi. Nafile kelimesinin iki mânâsı var: birincisi ‘lüzumsuz, faydasız’ demek.  İkincisi ‘gönüllü olarak yapılan’ demek.  Burada ikincisi kastediliyor.  Allah (c.c.), ayakta, oturarak veya yan yatmış durumda O’nu zikredebileceğimizi öğütlüyor (Âl-i İmrân, 191. Âyet). Bu dönerek beni zikretmeyin manasına gelmiyor. O’nu zikretmeyeceğimiz durumların listesi yok ama herhalde biliyoruz. Mevleviler de dönerek zikrediyor ve bu bir ibâdettir.  Semâ’ın gerçekte de bir dans veya bir oyun değil bir ibâdet görüntüsü var. Yeknesak bir dönüş gibi görünse de çok mânâlı bir dönüş ve bir güç gerektiriyor, bir tekniği de var. Semazen her bir çarkta (dönüşte) kalbî olarak Allah’ı zikretmekte, O’nun güzellik ve ihtişamına konsantre olmağa çalışmaktadır. Bu konuda Allah’ın güzel isim ve sıfatlarından (Esmâ ül Hüsnâ) yararlanmaktadır.  
Namaz için ‘mü’minin mi’râcıdır’ buyrulduğu gibi semâ için ‘Mevlevinin mi’râcıdır’ denmiştir. Semâdan kasıt mümkün olduğu kadar Allah’a (c.c.) yakın olmak, O’nda yok olarak (fenâ fillah) O’nunla var olma (beka billah) şuuruna ve zevkine varmaktır. Hz.Mevlana bir rübaisinde şöyle söylüyor:
Başımı koyduğum her yerde, secde edilen O’dur
Dört köşe ve altı bucakta tapılan O’dur
Bağ, bahçe, gül, bülbül, semâ, sevgili
Bütün bunlar hep bahane asıl maksat O’dur
Âşık Yunus’un bir şiirinin son dizeleri bu şuuru ve zevki şöyle tasvir ediyor:
Yunus Emre’m kâmil oldu îmânım
Hazreti Hakka vasıl oldu cânım
Lâmekân şehridir şimdi mekânım
Bekabillah oldum elhamdülillah
Yunus Emre bu şiirinde imânının olgunlaştığını, Allaha ulaştığını, O’nun gibi Mekân’dan münezzeh bir hâle geldiğini ve yok olup Onda var olduğunu söylüyor.
Bu hâller zikir esnasındaki hâllerdir.  Bu namazda olur, nâfile ibâdetler esnasında olur. Allah’ın (c.c.) lûtf-u keremindendir
Çetinoğlu:  Semâ nasıl seyrediyor, anlatır mısınız?
Kesova: Âyin-i Şerif denilen bir beste ile semâ edilir. Ayin-i Şeriflere, ‘Mevlevî Âyini’ de denilir, Dinî Musikimizin en önemli formudur. En uzun eserleridir.  En büyük bestecilerimiz en güzel bestelerini Ayin-i Şerif olarak yapmışlardır, Itri, İsmail Dede Efendi, Sultan Üçüncü Selim Han gibi. Bu bestelere kısaca âyin de denir.  Burada bir hususu belirtmek isterim. Zikir veya ibâdet olarak ifâde ettiğimiz olayın adı Semâ veya Mukabele’dir. Dervişlerin dönüşleri esnasında çalınan bestenin adı âyin’dir. Genelde Hz.Mevlana’nın Allah’a olan aşkını dile getiren şiirleri bestelenmiş ve besteciler o güzel sözlere layık melodiler yazmağa çalışmışlardır. Bendeniz de Rast Makamında bir âyin besteledim.  2007 yılında Almanya’da Berlin Filarmonik Hall’da sergiledik. Çaldık, okuduk, döndük. Çok büyük bir beğeni topladı. Heyecanlı idim. Hz. Mevlana, Yunus Emre, Yusuf Ziya İnan gibi tasavvuf büyüklerimizin şiirlerine ne derece yakışır melodiler yazabildiğimi merak ediyordum. Neticenin olumlu görüntüsü beni de memnun etti. Ülkemizde henüz icra edemedik. İnşallah 2012 yılında bir fırsatımız olur dostlarımıza sunarız, hep birlikte zikrederiz.
Semâ 4 bölümdür. İlallah, maallah, fillah, minallah. Türkçe olarak: Allah’a Doğru, Allah ile Allah’ta, Allah’tan diye söyleyebiliriz. Bunlar Allah’a yakınlık safhalarıdır. ‘İlm el Yakîn, Ayn el Yakîn, Hakk el Yakîn’ olarak da ifade edilir.  
Çetinoğlu: Bu tabirleri açar mısınız?
Kesova: Dört selâm (Dört Bölüm) olan Semâ’ın 1. Selamı, insanın ilim (bilgi) yoluya Allah’ı (c.c.) idrak etmesidir.  Aklı ile de diyebiliriz. Bu İlm el Yakîn safhasıdır.
2. Selâm: İnsanın yaratılıştaki azameti, ihtişâmı, güzelliği, görerek Allahın kudreti karşısında hayranlık duymasıdır. Bu Ayn el Yakîn’dir.
3. Selâm: İnsanın hayranlık duygularının aşka dönüşmesi aklın ötesine geçişi ve vuslata erişi, fenafillâh oluşu ‘mûtû kable en temûtû / ölmeden önce ölünüz’ sırrına erişidir. Yine Yunus Emre böyle bir hâli, bir mısraında  ‘Ölmeden ön öldük elhamdülillah’ diye anlatıyor.  Başka bir şiirinde de:
‘İsa gibi dünya koyup gökleri seyrân eylerem
Musayı didâr olmuşam ben ‘len terani’ neylerem’
Diyor. Bu hâl Hakk el Yakîn hâlidir. Âşık Yûnus bu şiirinde Hz. İsa gibi manevi âlemde dolaşmakta olduğunu söylüyor.  Hz. Musa’nın Allah’a (c.c.) ‘Seni görmek istiyorum’ dediğinde, kendisine ‘Sen beni göremezsin / len terâni’ diye bir hitab geldiğini ima ederek  ‘ben len terani’yi ne yapayım ki ben gören Mûsâ olmuşum’ diyor.
4. Selâm: Semazenin kulluğa dönüşüdür. Semazen Allah’ın ve kulluğunun idraki içindedir.  Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmesi ve ‘insanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır’ düşüncesi ile daima sâlih amel işlemesi gerektiğinin şuurundadır.  Yani sebebi hilkatini  (yaratılış maksadını) anlamıştır. Allahın bizden istediği O’na kulluk (ibâdet) ve insanlığa hizmettir.  İnsan için en yüce mertebe Allah’a kulluktur. Yüce Peygamberimiz de ‘Abduhû ve Resulühû Allahın (c.c.) kulu ve resûlü’ idi. Biliyorsunuz ‘Ben Allah’ım diyen de olmuştur.’
Çetinoğlu: Hallac-ı Mansur (6) da ‘ene’l Hakk’ (7) demişti.
Kesova: Hz. Mevlânâ, O kişinin ‘ene’l Hakk demesi, ateşe sokulan bir demir parçasının kor haline geldikten sonra Ben ateşim!’  demesi gibidir, diyor.
Çetinoğlu: Bir de ‘Kendini bilen rabbini bilir.’ buyrulmuş.
Kesova:  Evet, ‘Men arefe nefsehû fekat arefe rabbehû.’  Hadis-i Şerif.  Bizim bu hususta bir özdeyişimiz de var. ‘Kişi kendini bilmek gibi irfân olamaz.’  Mevlevîhâneler için ‘irfân mektepleri’ diyebiliriz. İnsan kendini ne kadar iyi tanırsa Allah’a da o derece ârif olur.  Allah (c.c.) insanı kendisi için, bilinmekliği için yarattı ve kendisine halife kıldı. Evreni de insan için yarattı. Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin Hüseyni Makamında bestelediğim bir şiiri şöyle sona eriyor:
‘Bayram özünü bildi
Bileni onda buldu
Bulan ol kendi oldu
Sen seni bil sen seni’
Bütün peygamberler Allahın (c.c.) varlığını ve birliğini bildirmek için gönderilmişlerdir.  Onun yarattığı bütün varlıklar fânidir. Huvel Baki / kalıcı olan ancak O’dur.  Evrende var olan, görünen, görünmeyen her şey O’nun isim ve sıfatlarının zuhurundan ibârettir. Ancak zâtına delil insandır:
‘Hüsnünü izhâr eder bunca sıfât
Zâtına insanı bürhân eylemiş’
Niyazi-i Mısrî, yukarıdaki dizelerinde Allah c.c. için ‘Güzelliğini göstermek için (esmâül hüsnâsını) güzel isim ve sıfatlarını (cemîyl, kadiyr, settar, gaffar v.s.) görüntüye getirmiş fakat şahsına (zâtına) delil olarak insanı yaratmıştır.’ Diyor.
Her şey canlıdır. Ancak, Yûnus’un ‘Bir ben var benden içerû’ dediği gibi insan da başka varlıklarda olmayan bir şey var. Ruh. Ruh, ilâhi bir lütuftur.  Allah insana ‘ruhumdan ruh üfürdüm’ buyuruyor. Hz. Pirimiz Mevlânâ,  ‘İnsan içinde kimin misafir olduğunu bilse idi, başka türlü hareket ederdi’ buyuruyor.
Çetinoğlu: Semâ’ın 4. selâmdan ibâret olan esas kısmına girmeden bir takım faaliyetler var.  Onlardan bahseder misiniz?
Kesova: Vakit namazı edâ edildikten sonra dervişler şeyhin kırmızı postunu ve kendi postlarını usulüne uygun meydana (semâhaneye) yerleştirirler.  Bu işi bir iki görevli semâzen yapar.  Önce Mıtrıb Heyeti (Müzisyenler) gelir.  Yerlerini alırlar, sazlarını akort ederler. Sonra semâzenler içeri girer.  Semâzenbaşı öndedir. Birer birer kırmızı postu selamlayarak sağ tarafa doğru yürürler yerlerini alırlar.  Bu esnada Mıtrıb Heyeti de ayağa kalkar.  Postnişin Dede Efendi (Şeyh) içeri girer.  
Postu selamlar.  Semazenler ve müzisyenler de aynı şekilde selam verirler. Yürür, kırmızı postunun önünde durur.  Önce müzisyenlere bakar sonra semazenlere bakar ve başını eğerek onlara da selam verir. Onlarda dedeye aynı şekilde selam verirler ve hepbirlikte secde ederek otururlar.  Müzisyenler önlerinde, ellerinde sazları olduğu için secde etmeden otururlar.  Na’than kalkar, na’t-i şerif okur.  Na’t,  Peygamber Efendimize methiyedir. Büyük bestecimiz Buhurizade Mustafa Itri Efendi tarafından bestelenmiştir.  Bunu takiben ney taksimi yapılır.
Çetinoğlu: Ney ve ney sesi de bir şeyleri temsil ediyor değil mi?
Kesova: Evet, Ney, İnsan-ı Kâmil’in remzidir. (8) Ney sesi de Hakk’ın sesini, nefesini temsil etmektedir. Ney taksiminden sonra peşrev adı verilen müzik parçası çalınır. Semazenler ellerini sertçe yere vurarak secde ederler ve ayağa kalkarlar. Bu hareket öldükten sonra dirilişi (Ba’su ba’d el mevt) temsil etmektedir.  Postnişin denilen Şeyh/Dede de ayağa kalkar selam verir hep birlikte üç kere tekrar edilen dairevî yürüyüşlerine başlarlar.  Bu bölüme Devr-i Veledî denir.  Hz. Mevlana’nın oğlu Sultan Veled Efendimizin ilâve ettiği söylenir. Devri Veledî biter bitmez Ayinhanlar (Okuyucular) Ayin-i Şerif dediğimiz esas besteyi okumağa başlarlar.  Enstrümanlar da aynı şeyi çalmaktadırlar. Semâzenler üzerlerindeki siyah hırkaları çıkarıp öperek yere bırakırlar.  Semazenbaşının işareti ile beyaz tennureleri ile birer birer gelip  Dede’nin elini öperek semâ’a girer ve dönmeğe başlarlar. Bu birinci selamdır.  Okunan âyinin her selamı bitince selam verip kenara çekilirler Dede ortaya doğru yürüyüp dua eder tekrar postuna geri gelir.   Semazenler 2. selama girerler.  Bu böylece devam eder 4. selamda Dede de ortalarında döner. Âyinin sonunda Son Peşrev çalınır ve herhangi bir saz son taksimi yapar.  Dede, döne döne postuna doğru gelir. Postuna ayak basar basmaz dönme sona erer, müzik susar.  Kur’an okunur. Semazenbaşı duasını yapar. Tekbir okunur.  Dede Fatiha çeker. Herkes Fatiha okur. Dede son duayı (post duası) yapar.  Sonunda ‘Hu diyelim’ Der.  Hep birlikte ‘Huuuu’ denir. Dede önce Müzisyenlere, sonra semazenlere ‘Esselâmu aleyküm’ der. Onlarda ‘Aleyküm Selaaaaam’ diye uzatarak dedenin selamına cevap verirler. Semâ sona erer.  Önce Şeyh Dede sonra semâzenler daha sonra mıtrıb heyeti yani müzisyenler sırasıyla Şeyh postunu selamlayarak semâhâneyi terk ederler.
Çetinoğlu: Semâzenlerin dönüşlerinde bir özellik veya sembolik mânâlar var mıdır?
Kesova:  Semazen sağdan sola doğru döner. Kâbe’deki tavaf da sağdan sola doğrudur.  Kolları yukarıdadır. Sağ eli yukarı doğru açık, sol eli aşağıya doğrudur. Hakk’dan alır halka veririz manasına gelmektedir.  Mevlevilerin kıyafetlerinin her bir parçasında, hareketlerinde, konuşmalarında birçok özellik ve sembolik mânâlar vardır.  
Çetinoğlu: En sonda okunan Kur’an-ı Kerimde de bir özellik var mı?
Kesova: Var Efendim.  Özellikle Bakara suresinin 115-117 âyetleri okunur. ‘Doğu da batı da Allahındır ve her ne tarafa dönerseniz dönünüz Allah’ın huzurundasınız… O göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Eğer bir şeye hükmederse ol der ve olur.’
Çetinoğlu: Son bir soru.  Hz. Mevlana’nın semâ’ı nasıldı?
Kesova: Hz. Mevlana’nın Şems-i Tebrizî’yi tanıdıktan sonra semâ ettiğini oğlu Sultan Veled’den öğreniyoruz.  Bazı kaynaklarda Şems’in ona semâ etmesini tavsiye ettiği, semâda bir şeyler olduğunu söylediğine rastlıyoruz. Sohbet arkadaşı Şems-i Tebrizî’nin kaybolmasından sonra bir gün kuyumcu Selahaddin’in dükkânının önünden geçerken altın döven çekiç darbelerinin ritminden cezbeye kapılıp dönmeğe başlamıştır. Bazen de ders verirken birden bire cezbeye kapılıp sema’a kalkıyordu.
Onun şu sözlerinde pek güzel semâ tarif ve tasvirleri var, ‘Sema nedir biliyor musun?’ Diye söze başlar:
‘Belî (evet) sesini işitmek, kendini unutup Allaha kavuşmaktır
Dostun hâlini görüp bilmek ve lâhut perdelerinden Allahın sırlarını işitmektir
Varlıktan habersiz olmak ve mutlak fânilik içinde bekâ zevkini tatmaktır
Nefisle savaşmak, yarı boğazlanmış tavuk gibi toprakta kanlı bir halde çırpınmaktır
Yakup peygamberin ilâcını ve Yusuf’a kavuşma kokusunu gömleğinden hissedip koklamaktır
Musa Peygamberin asâsı gibi her dem Firavun’un sihirlerini yutmaktır.
Meleğin sığmadığı ‘li mâ Allah’ sırrına vasıtasız olarak ulaşmaktır
Şems-i Tebrizi gibi gönül açmak ve kudsî sırları görmektir.’      
Çetinoğlu: Nail Bey, çok teşekkür ederim.  Bu sohbetimizi okuma imkânı bulanlar, öyle tahmin ediyorum ilk fırsatta bir semâ törenine gidecekler ve töreni bütün derinliği ile yaşayacaklar, ruhları ilâhi rahmetle yıkanmış olarak, dünyaya neden getirildiklerinin şuuruna varacaklar.  Onları kendilerinden bekleneni yapmağa vesile olabildiysek ne mutlu bize…
Efendim, aşk u niyâz ile…

NAİL KESOVA
1936 İstanbul doğumlu olup, babası Said Efendi Kosova’lıdır.  Yüksek tahsilini İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde İşletme üzerine yapmıştır.  İş hayatında; Türk, İngiliz,  Amerikan, ve Türk/Arap şirketlerinde Kredi Müdürlüğü, Muhasebe Müdürlüğü, Malî Genel Müdür Yardımcılığı gibi üst düzey yöneticilik yaptı.  İngilizce, Arapça bilir, Farsça, İtalyanca ve Almanca’ya aşinadır.
Dindar bir âileye mensuptur.  Annesi Nebîye Hanım tanınmış güzel sesli bir Mevlidhan/Hafız idi.
Nail Kesova; Tasavvufla ilgilendi. Sesi ile Mevlevi Hafız Sadettin Heper’in dikkatini çekmiş ve 1966 yılında her sene Konya’da yapılmakta olan Mevlevi Sema Törenlerinin Mıtrıp (Müzisyenler) heyetine alınmıştır.  Birkaç sene sonra, semâzenbaşı (sonra Postnişin olan)  Ahmed Bican Kasaboğlu’ndan semâ meşk ederek semâzen olmuştur. Yıllar içerisinde bu kültürde ilerlemiş 1982 yılında Milano’da Mevlevî sema töreninde Semazenbaşı olmuş 1994 yılında da Hazreti Mevlânâ’nın 21. kuşak torunu Dr.h.c.Celalettin B.Çelebi’nin icâzeti ile Postnişin / Dede olmuştur. Bir tanesi Rast Makamında Âyin-i Şerif olmak üzere 50 civarında beste yapmıştır. Rast Âyin-i Şerifi 23 Ekim 2007 yılında Berlin Phiharminic Hall’da icra edilmiş, büyük ilgi görmüştür. Ünlü Neyzen Niyazi Sayın’dan Ebru öğrenmiş. Kültür Bakanlığı Beste ve Ebrû yarışmalarında ödüller almıştır. Galata, Mevlevi Musikisi ve Semâ Topluluğu olarak birçok kereler katıldığı, İtalya’nın Genova şehrinde yapılmakta olan Akdeniz Müzik Festivali’nin 20 yılı sebebiyle İtalya’ya davet edilmiş ve kendisine ‘Premio alla Carriera 2011’ başarı ödülü sunulmuştur. Hindistan, Pakistan, Azerbaycan’da, Avrupa’nın bütün ülkelerinde, İngiltere, Amerika, Kanada’da sema törenlrine katılmış, birçoğunu yönetmiştir. Ünlü Fransız Yönetmen François Dupeyron’un yönettiği yılın en iyi filmi seçilen ve filmde bir sûfi başrolü oynayan, ünlü aktör Ömer Şerif’in de en iyi aktör seçildiği MOMO adlı filmde bir sema töreni yönetmiş ve bu film, kültürümüzün tanıtımında önemli rolü olmuştur.  Mevlevi Müziği ve Semâ’nın UNESCO tarafından ‘Masterpiece of the Oral and Intangible Heritage of Humanity / Insanlığın Dokunulmaz Kültür Mirası’ olarak kabul edildiği faliyetler kapsamında, Kültür Bakanlığı ve Milletlerarası Mevlânâ Vakfı”nın çalışmalarına katılmıştır.

AÇIKLAMALAR:
(1) sikke: Mevlevî dervişlerinin başlarına giydikleri külâh.
(2) tekbirlemek: Tekbir; Allah’ın yüceliğini belirtmek için söylenen ‘Allahü Ekber’ sözüdür. Mevlevîlikte tarikata yeni giren kişi için yapılan törende, ‘Allahü Ekber’ sözünün söylenmesi, sikkenin tekbirlenmesi anlamındadır.  
(3) meşk etmek: Müzikte, ebruda, hattatlıkta; çalışmak öğrenmek. Mevlevilikte semâ yapmasını öğrenmek.
(4) Muhyiddin-i Arabî: İspanya’da 1165 yılında doğdu. Şam’da 1240 yılında vefat etti. İslam filozof ve mutasavvıfıdır. Tunus, Fas, İspanya, Mısır, Filistin, Hicaz, Mekke ve Badat’ta yaşadı. 1204 yılında Konya’ya geldi. Selçuklu Sultanı 1. Keykavus tarafından büyük saygı ile karşılandı. Müstakbel sultan 2. Keykavus’a hocalık etti. 1230’da Şam’a yerleşti. Malikî Mezhebine mensuptu. Vahedt-i Vücud felsefesinin kurucusudur. Hz. Mevlana üzerinde büyük tesiri olmuştur.  
(5) zikir: Allah (cc) adının art arda söylenmesi suretiyle yapılan bir nevi dua.
(6) ) Hallac-ı Mansur: Tasavvufun gelişmesine önemli katkıları olan tanınmış bir mutasavvıftır. 858 yılında İran’da doğdu. Üçüncü defa Hac ettikten sonra Hac’da kesilen kurbanlar gibi kendisinin de Allah yolunda kendini fedâ etmek istediğini haykırmaya başladı. Sözleri halk ve ulema arasında huzursuzluğa sebebiyet verdi. Kimileri O’nun şarlatan, kimileri de kerâmet sâhibi bir velî olduğunu iddia etti. Mansur’un; ‘Allah benim içimde, ben O’nunla bütünleştim’ şeklindeki sözleri, ‘Allah olduğunu iddia ediyor’ şeklinde yorumlanmıştı. Muhakeme edilerek hapis cezâsına çarptırıldı. Bir müddet sonra tekrar mahkeme huzuruna çıkarıldı ve bir oldu-bittiye getirilerek idam kararı verildi. 922 yılında idam edildi.    
(7) Ene’l Hakk: ‘Ben Hakk’ım.’ anlamına gelir. ‘Hak’tan gayrı değilim.’ demektir. Cenab-ı Allah’ın varlığının yarattıklarını kapsaması, onlarda yüz bulması ilkesi üstüne kurulu tasavvufî bir yaklaşımdır. ‘Hakk benim içimde, Hakk ile özdeşleştim’  şeklinde de özetlenebilir.
(8) remz: işâret, alamet, belli bir şeyi ifâdee den şekil, sembol.

Önceki İçerikBir Rizeli’nin Dersim’e Bakışı (Ya da Dersim’in Kredi Notu)
Sonraki İçerikYer Demir, Gök Bakır
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.