Mevlânâ’nın Mesnevîsi (8)

88

Şimdi Rûh’un bekası / kalıcı olması konusuna gelelim: Akıllı ve adâletli insan kadar hangi mahlûk bulunur ki, varlığı zorunlu olan Allah’a ibadet / kulluk ve muhabbet etmiş / Allah’ı sevmiş olsun. Bununla beraber görünür ki, dünyada ve çabuk geçen ömürde Cenabı Hakka itaatli ve gerçekten âşık olan insanlardan bazısı; fakirlik ve ıztıraplarla ömür geçirirler? Bazen o ıztıraplar içinde hayatlarını terk ederler. Aksine inkârcılar ve kötü iş yapanlardan haylisi konaklara, mülklere, mallara ve çocuklara sahiptirler. Bu gibi çeşitli nimetlere erişmişlerdir. Dünyayı terk edinceye değin görünürde birçok rahata kavuşurlar.

Kalben ve aklen kabul olunabilir mi ki, bunca yıldızları, bunca âlemleri; gözümüzün önünde bulunan bu büyük intizam ile yaratıp koruyan; merhametlilerin en merhametlisi olan Allah; inkâr edenleri, uygunsuz adamları dünyada bahtiyar ve mutlu etmiş. Kendine itaat ve muhabbet eden âdil / adaletli kimseleri, dünyada zaruret içinde bırakmış iken. Bir de ölümleriyle beraber mahv ve perişan etsin! Başka âlemde mükâfat / ödül ve güzel karşılıklar ihsan buyurmasın / vermesin! Hâşâ! Bu fikir bizden uzaktır.

Akla uygun olmayan böyle bir fikri kabul etmek; ya hakikaten âlemin intizamını ve bundan dolayı -Allah korusun- Cenabı Halıkı / Tanrıyı inkâr edecek, ya da mecnun kadar ahmak olacak, sıradan bir adamın vücuduna bağlıdır. (s. 24) Özellikle ruhanî rahatlık, manevî rûhun eserleri, her şekilde feyiz verici / aydınlatıcı olarak, dünyada da yüz gösterir. Manevî ruhtur ki, diğer hayvan ve canlılardan konuşma yeteneği, akıl ve aşk ile insanı seçkin eyler. İnkârcıların bilgisizce iddia ve savları malûmdur. Derler ki: İnsanda görünen feyz / ilim, irfan ve her türlü maddî-manevî yetenek; başındaki sinirler ve diğer uzuv ve organların intizamındandır.

Evet, insanın sinirleri, diğer uzuv ve organları eşi görülmemiş bir makine / sistem gibi olduğu, öyle bir gerçektir ki bahse bile değmez. Fakat bu makine / bu sistem; insanın rûhu gibi, büyük ve saygıdeğer bir manevî keyfiyet ve durumun merkezi olmak için; âlemlerin, felek ve göklerin makine ve sistemlerini yaratan ve icat edip ortaya koyan -varlığı zorunlu olan- Allah tarafından yaratılmıştır.

Her dimağ ve kalp; uyacağı ruha uygun surette yaratıldı. Zira ev; sahibinin önemine göre inşa olunur / yapılır. Sinirler, bedenin azaları; ruhun yokluğunu (haşa) ima etmek için değil, aksine ruhun ispatı için, başka hiçbir eser ve delil bulunmamış olsa bile; bedenin düzgünce yaratılışı; insaflı bir adam için, ruhun kanıtlanmasına yeterli bir delil olurdu.

Hikmetle / bir gaye ve maksat gözetilerek, büyük bir san’at şaheseri olarak yaratılmış olan beden; her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ın güç ve yaratmasının eseri olmazsa; tabiat / doğa ve tesadüf denilen hayal aracılığıyla hiçbir vakit ortaya çıkamayacağı; inançsızların bilgisizliği ve güneş gibi açık bir husustur.

O ahmak kalabalık guruplar derler ki: Sinirler veya başka beden âletlerine / uzuv ve organlarına bir fenalık / hastalık ve bozukluk gelir, ya da bedenin uzuvları çocukluk hâlinde gelişmemiş ve ufak kalırsa, ruh niçin feyzini ortaya koyamaz? Görevini yerine getiremez? Gereken müdahaleyi yapmaz!

Bu garip / şaşılası soru, iddia ve sava verilecek cevap / yanıt meydandadır: Uzuvların noksan ve tamam olmayışı hâlinde, ruh zarurî olarak görevini yerine getiremez. Çünkü dünyada, ruh bedene muhtaçtır. Muhtaç olmasa yalnız ruhun yaratılması lâzım gelip, beden yaratılmazdı. Özellikle ruh bedende üstad / mürşit / yol gösterici gibidir. Hangi üstad bulunur ki, alet ve edevatı kırıldıktan sonra iş görebilsin?

Akıl kârı mıdır ki, aletlerin ufak ve işe yaramayacak bir halde bulunmasından veya aletlerin kırılmasından ve bundan dolayı üstadın iş görememesinden ötürü üstadın vücudu inkâr olunsun!

(Abidin Paşa’nın (1843 – 1908) “Terceme ve Şerh-i Mesnevî-i Şerîf” adlı eserinden sadeleştirilerek alınmıştır.)

 

 

Önceki İçerikTürkiye’nin ilk sigorta dedektifi Atilla Çilingir ile Sigortalı Hayat hakkında konuştuk.
Sonraki İçerikEmpati Yapmak Kolay mı? “Tırcının Biri”
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.