Hazret-i Mevlana Hakkında Telif ve Tercüme Eserleriyle Tanınan Senail Özkan İle Mevlana’da Aşk Felsefesi üzerine Konuştuk.
MEVLÂNÂ CELALEDDİN-İ RÛMÎ:
Mesnevî adlı eseri ile tasavvuf düşüncesini ve edebiyatını derinden etkileyen, Türk asıllı mutasavvıf şâir ve filozof Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Hazretleri 17 Aralık 1273 tarihinde Konya’da vefat etti. Doğumu: Horasan’ın Belh şehri, 30.09.1207. Ölümünden sonra oğlu ve öğrencileri O’nun adına Mevlevî Tarîkati’ni kurdular. Babası Bahaeddin Veled de tanınmış ve büyük bir mutasavvıf, hoca ve yazardı. Moğol tehlikesi sebebiyle Türkistan’dan, İran yoluyla Anadolu’ya göç etmişti.
Türk-İslâm Âlemi’nin, Yunus Emre ile birlikte yetiştirdiği en büyük mutasavvıf ve şâir, şüphesiz Mevlânâ’dır. O, yalnız Türkiye’de değil, dünyanın her tarafında tanınıp sevilen ulu bir ilim çınarıdır. Asıl adı Celâleddin idi. Fikirleriyle tanınıp sevildikten sonra, kendisine, efendimiz anlamındaki Mevlânâ sıfatı lâyık görüldü. Mevlâ: efendi, nâ eki ise Arapça’da bizim anlamındadır. Anadolu’da yaşaması ve Anadolu’nun o dönemde Diyâr-ı Rum olarak anılması sebebiyle Rûmî lakabı verildi.
Babası Muhammed Bahaeddin Veled, Belh şehrinde yaşayan bir din ve ilim adamı idi. Esasen o dönemde bütün din adamları aynı zamanda fizik, tıp, astronomi, kimya ilimlerini bilirlerdi. Âlim sıfatına sâhip olanlar da İslâmiyet’i çok iyi bilirler ve uygularlardı.
Mevlânâ, 1207 yılında, Belh şehrinde dünyaya geldi. Büyük bir ihtimalle, Moğol saldırıları ve ülkede yaşayan diğer âlimler ile ülke Sultanının kendisini kıskanması sebebiyle Sultânü’l Ulemâ Bahaeddin Veled, Belh şehrini terk etmeye karar verir. Ülke Sultânının kıskançlığını, O’nun, bir ülkede iki sultan olmaz sözüne bağlayanlar vardır. Bulunduğu ülkede, açıklanan sebeplerle daha fazla kalmasının doğru olmayacağını düşünen Sultanü’l Ulemâ, ülke Sultânından destûr (günümüz söyleyişi ile izin) alarak göç hazırlıklarını tamamlar. Aile fertleri ve kendisini sevenlerle birlikte oluşan kervan; Nişabür, Bağdat, Mekke, Medine, Şam ve Halep’te birkaç gün kaldıktan sonra, Selçukluların Türk Yurdu hâline getirdikleri Anadolu’ya geçti. Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri ve Niğde’de kısa sürelerle kaldılar. Sonunda Karaman’a yerleştiler. Belh’de doğan Mevlâna, ailesi 1228 yılında Karaman’a yerleşildiğinde 21 yaşında idi. Burada, Gevher Hâtun ile evlendi. Alâeddin Çelebi ve Sultan Veled adı verilen iki oğlu Karaman’da dünyaya geldi. Babasından, Feridüddin-i Attar Hazretlerinden, Şeyh Muhyiddin-i Arâbî, Şeyh Sâdettin Hamevî, Osman Rûmî, Seyyid Burhaneddin Tırmizî gibi, döneminin çok büyük âlimlerinden dersler aldı.
Babası Sultanü’l Ulemâ Bahaeddin Veled, ebedî âleme göçünce, O’nu sevenler, Mevlânâ’nın etrafında toplandılar. Mevlânâ artık Konya’dan dünyayı aydınlatan bir ışık idi. Ortadoğu’dan ve çok uzak yerlerden gelen bilginler bile derslerinden yararlanıyorlardı. Bu bilginler arasında İran’dan Konya’ya, Şems-i Tebrizî (Tebrizli Şems) isimli bir şahıs geldi. Şems; coşkun, çılgın, pervâsız ve cerbezeli bir derviş idi. Mevlânâ ile karşılaştıklarında emsalsiz bir sohbete başladılar. Şems, kimsenin bilmediği, insanı hayretten hayrete sürükleyen, şaşkına çeviren sözler söylüyordu. Mevlânâ o güne kadar edindiği bilgilerin çok yavan ve sıradan gerçekler olduğunu anladı. Şems artık, Mevlânâ’nın da etrafında pervane gibi döndüğü göz kamaştıran bir ışıktı. Allah aşkı yolunda yanmaya hazır bir cevher olan Mevlânâ’yı, Şems’in ilim ve Allah sevgisi tutuşturmuştu. Şems-i Tebrizî, Mevlânâ için şöyle diyordu: Gerçi biz O’nu irşâd ettik. Fakat sonunda, O’nun irşâdına muhtaç kaldık.
Bir müddet sonra Şems, ortalıktan birden bire kayboldu. Kısa bir süre sonra da ölüsü bulundu. Mevlânâ artık kendisini tam anlamıyla Allah’a vermişti. 17 Aralık 1273’te sevgililerin en yücesine, Cenab-ı Allah’a kavuştu.
Âlimin ölümü, âlemin ölümüdür. Konya’nın, Konyalıların yasına elemine, dünyanın her tarafından gelen, her dine, her ırka mensup binlerce insan, tabutunun arkasından gözyaşı dökerek yürüdüler. Çünkü O;
Yine de gel… Yine de gel ! Ne olursan ol, yine de gel !
Hıristiyan, Mecûsi, putperest olsan da yine gel…
Bizim dergâhımız umutsuzluk dergâhı değildir.
Yüz kerre tevbeni bozmuş bile olsan, yine gel… !
Demişti. Bu sözleri, icabet edilmesi gerekli bir dâvet olarak kabul eden Mevlânâ severler gelmişlerdi. Gelmeye hep devam ettiler. Dünya durdukça da devam edecekler.
Mevlevî tarikatının Türk hayatına, şiirine ve musikisine kattığı değerler çoktur. En büyük hizmeti de Mevlânâ’nın eser ve hatırâlarını olduğu gibi koruması, yazdıklarını açıklayan yüzlerce eserin yayınlanması ve o büyük insanın fikir, davranış ve görüşleri etrafında, yüzyıllar boyu gelişen bir kültür âbidesi hazırlamış olmasıdır. Mevlevî dergâhlarının, onların kapanmasından sonra da Mevlevîlerin bir başka ve çok önemli hizmeti de büyük mürşidin fikirlerini daha geniş kitlelere, yeni yetişen nesillere yayması ve tanıtmasıdır. Bu vesile ile pek çok insan, temiz bir âleme intisap etmiş, binlerce insan, İslâmiyet ile şereflenme imkânı bulmuştur. Mevlânâ, yalnızca kendi çağının insanlarını aydınlatmakla kalmamış, asırlar sonrasında yaşayan insanların da neşe, huzur, ve umut kaynağı olmuştur. O’nun hoşgörüsünü benimseyenler, daha kolay ve rahat yaşanılır bir dünya oluşmasına önemli katkılarda bulunmuşlardır. O, çocukların dostu, yoksul ve düşkünlerin sığınağı, her düşüncenin barınağı idi. Hayatta iken olduğu gibi, sekiz asır sonra da insanlığın taçsız mânevî sultanıdır.
Mevlânâ, fevkalâde üstün vasıflı, eşine çok ender rastlanabilecek mükemmellikte bir insandı. O’na göre gerçek oruç, Allah’tan (cc) başka her şeyi terk etmektir. Namaz, Allah’a kavuşmaktır. Fakat bu kavuşmanın ne şekilde olduğunu herkes bilemez. Mihrabı, dost çehresi olarak görebilen kimse için yüz çeşit namaz, rükû ve secde vardır. Diyordu. Haramlardan titizlikle kaçınırdı. Özetle: olgun, velî ve âlim bir Müslüman’dı. Doğudan ve batıdan, çeşitli din, mezhep ve meşrep sahibi kimseleri kendisine hayran bırakan merhameti, hoşgörüsü ve insan sevgisi, gönül okşayıcılığı, benzerine rastlanamaz ölçüde idi. Sıradan insanları değil, cihanı titreten hükümdarları da kendisine bağlamasını bilmiştir. Selçuklu Sultanları sık sık Mevlânâ’nın türbesini ziyaret ederlerdi. Osmanlı hükümdarlarından Yıldırım Beyazıd, Mevlânâ’nın oğlu olan Sultan Veled’in torunu Devlet Hâtun ile evlenmişti. Sultan İkinci Beyazıd Han, Yavuz Sultan Selim Han, Kanûnî Sultan Süleyman Han, Sultan Üçüncü Selim Han ve diğer padişahlar Mevlevî dergâh ve tekkelerine daima cömertçe yardımcı olmuşlardır. 36 Osmanlı Padişahının, Osman Gazi dâhil olmak üzere 18’i Mevlevî tarikatına mensup idi. Atatürk, diğer tarikatlarla birlikte Mevlevî tarikatını da kapatınca, Mevlevîlerin gönlünü almak için dönemin son Mevlevî Şeyhi Abdülhâlim Çelebi’yi, Konya’dan milletvekili seçtirip Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkan Vekilliği görevi ile taltif etmişti. Ayrıca oğlu Bakîr Çelebi’nin, Halep’teki Mevlevî Dergâhına gitmesini sağlamıştı. Bakîr Çelebi Atatürk’ün hasta olduğu ölümünden önceki son günlerinde, İstanbul’a geldi ve kendisini ziyaret etti. Bakîr Çelebi tekrar Halep’e gidince, Suriye hükümetinin: Biz burayı kapattık sözü ile karşılaştı ve Türkiye’ye geri dönmek mecburiyetinde kaldı. Mevlevî Şeyhliği kurumu da böylece son buldu. Bakîr Çelebi’nin oğlu Celâleddin Çelebi de 2000 yılında Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Mevlânâ, feyiz aldığı âlimler aracılığı ile Hz. Ali ve Peygamber Efendimiz’e uzanan bir zincirin halkasıdır. O zincir şöyle oluşur: Mevlânâ, Seyyid Burhaneddin Muhakkik Tırmizî, Mevlânâ’nın babası Muhammed Bahaeddin Veled, Şemsü’l Eimme Sirahsî, Ahmet Hatibî, Ahmet Gazalî, Ebu Bekir Nessâc, Muhammed Zeccac, Ebû Bekir Şıblî ve Cüneyd-i Bağdadî.
Oğuz Çetinoğlu: Mevlânâ Hazretleri; ‘Aşk olmasaydı, varlık olmazdı.’ Buyuruyor. Demek ki Hz. Mevlânâ’nın hayatında-düşüncesinde aşk kavramı merkezdedir. Giriş mâhiyetinde bir değerlendirme lütfeder misiniz?
Senail Özkan: Mevlânâ’nın felsefesinin, tefekkürünün, sanatının, etik ve estetiğinin esası “aşk”tır. Hatta O’nun din ve Allah anlayışı da “aşk”tan mülhemdir, “aşk”a istinat eder, “aşk”ın açılımından ibârettir. O, daima diri ve bâkî olana âşıktır. “Zaten aşk ezelîdir, kâfirlikle Müslümanlıksa çok sonradan meydana gelmiş bir şeydir.” Aşk ontolojidir, metafizik güzelliktir.
Hz. Mevlânâ, metafizik mevzuları akılla çözmek, ilahiyatı malum görüş ve bilgilerle savunmak ve bir sürü karmaşık felsefî spekülasyonlarla uğraşmak yerine, kalbine doğan ilhamları ve sezgileri konuşturmayı tercih eder. O’nun felsefî bir sistem oluşturmak sıkıntısı yoktur. Etik ve estetik mülahazaları, görüşleri vardır; ama ne belli bir estetik projesi ne de derinlemesine düşünülmüş, temellendirilmiş bir etiği vardır. O, düşüncelerini içinden geldiği gibi söyler; ama aşkın dilini konuşur; kalbin diliyle ve hatta bazen de gaybın diliyle söyler. Denilebilir ki Hegel, bütün felsefî sistemini, âdeta ters çevrilmiş bir piramidi andırır biçimde, bir tek kavram üzerine, “Idee” yahut “Geist” (ruh) üzerine inşa ederken Mevlâna, “aşk felsefesi”ni hiçbir sistem sıkıntısı çekmeden serazat ve coşkun bir tarzda terennüm etmiştir. Onun bütün hayatının ve düşüncesinin hülasası “aşk”tır; bu “aşk”ı o üç kelimeyle özetler: “Hamdım, piştim, yandım.” Özetler dedik ya aslında özetleyemez, çünkü aşk ifâdeye sığmaz. Aşk, onu dilhûn eder; o ise sadece kendi haline işaret eder:
Birisi âşıklık nedir diye sordu. Dedim ki: Benim gibi olursan bilirsin.
Esasen aşk, Mevlânâ’nın vurguladığı üzere, “bilmek”le değil, “olmak”la ilgilidir; yanarak pişmek ve olmak… Hakikaten de aşk yanmaktır, âteş-i candır, âfet-i candır… Fuzuli, ‘Leyla ve Mecnun’ adlı eserinde annenin ağzından oğluna, Mecnun’a şu öğüdü söyletir:
‘Can verme gâm-ı aşka ki aşk âfet-i candır
Aşk âfet-i can olduğunu meşhur-i cihândır.’
Şu var ki Mevlânâ, ne kadar gelişmiş olursa olsun dilin “aşk”ı anlatmaya kifâyet etmeyeceğini bilir; zira “Dil, mânâlar için bir kanal gibidir. Deniz kanala nasıl sığar?” Evet, okyanus elbette bu kanala sığmaz; amma deryalar dalgalanmadan durulmaz. Onun söyledikleri dalgalanan okyanusun kıyıya gönderdiği köpükler gibidir. Asıl söyleyemedikleri, söylemek istedikleri gönül okyanusunun derinliklerindedir. Mevlânâ kalbinin iç mekânlarındaki oluşumları lisan marifetiyle ifade etmenin mümkün olmadığını bildiği için başka ifade vasıtalarını da kullanma yoluna gider.
Çetinoğlu: Aşkı, kelimelerle ifâde etmenin mümkün olmadığını bilmesine rağmen yine de ifâde etmekten geri durmuyor. Hangi vâsıtaları kullanıyor?
Özkan: Semâ’, musıkî, dua ve zikir gibi bütün ifâde vasıtalarını seferber ediyor. Ama bütün bunlar yetmez “aşk”ı ifade etmeye. O kanaatteyim ki Diyâr-ı Rûm’un büyük Pîr’i mümkün olsaydı aşk bahsinde başta mimarî, heykel, resim olmak üzere tüm estetik ifade vasıtalarını hiç çekinmeden kullanma yoluna giderdi. Evet, hiç şüphesiz o bütün sanatlardan istifade ederdi; çünkü onun için aslolan aşktır; aşk bütün ruhların iksiridir. Schelling diyor ki: “Güzellik, sonsuzluğun sınırlı bir şekilde duygulara sunulmuş olarak görünmesidir.” Mevlânâ da şöyle diyor: “Ey güzel yüzüne cihan güzelleri hasret çeken! Ey iki kaşları âşıklara kıble olan! Senin güzellik ırmağına çırılçıplak dalmak için, ben bütün kendi sıfatlarımdan soyundum.”
Çetinoğlu: Diğer sıfat ve vasıflarına halel getirmemek üzere Mevlânâ’ya ‘Aşk şairidir’ diyebilir miyiz?
Özkan: Evet! Mevlânâ bir aşk şairidir; ancak diğer aşk şairlerinden farklı bir anlayış biçimi ve tarzı vardır. O, diğer lirik şairler gibi, sadece insanın insana olan aşkından yahut insanın Allah’a olan aşkından bahsetmez, bilakis çok daha evrensel bir aşktan söz eder. Mevlânâ, aşkın varoluşun esrarı olduğunu bilir ve bu cümleden tüm varlıkların aşkından bahseder. Onun nezdinde bütün mahlûkat âşıktır, âlem aşktan yaratılmıştır; zira “Aşk olmasaydı, varlık olmazdı.” “Bütün dünya, o sonsuz bağdan, o uçsuz-bucaksız bahçeden koparılmış bir gül demetidir.” “Bu toprağa damlayan bir yudumla yüzlerce tomurcuğun oluşu nedendir?” diye hikmetinden sual eder Mevlânâ.
Çetinoğlu: Bu, ilahî aşk. Mevlânâ’nın tefekküründe mecâzî ve beşeri aşka yer yok mu?
Özkan: Hiç şüphesiz Mevlânâ’nın tefekküründe mecazî ve beşerî aşka da yer vardır; ancak onun kastettiği ve yücelttiği aşk ilâhî aşktır. Hazreti Pîr’e göre sadece insan değil, bilakis tüm yaratıklar Allah’a âşıktırlar; Allah’ın ebedî sevgisine ve rahmetine susamışlardır. Âşık olan sadece insan değildir; kâinatta ne varsa hepsi coşkun bir vecd ile yanarak O’na doğru hareket etmektedir. Güneşin etrafında dönen zerreleri de gezegenleri de hareketlendiren aşktır. Dahası bütün mahlûkat bu aşkla sarhoştur:
‘Ey deveci, sarhoş olarak sıra sıra giden deve katarlarına bak,
Emir sarhoş, efendi sarhoş, sevgili sarhoş, yabancılar sarhoştur.
Ey bahçıvan, gök gürültüsü çalgıcı, bulut da sâkî olunca,
Bahçe sarhoş, otlak sarhoş, gonca sarhoş, diken sarhoş oldu.
Ey gökyüzü daha ne zamana kadar döneceksin, (dört) unsurun dönüşüne bak.
Su sarhoş, rüzgâr sarhoş, toprak sarhoş, ateş sarhoştur.
Sûretin durumu böyledir, mânânın durumunu sorma,
Ruh sarhoş, akıl sarhoş, hayal sarhoş, sırlar sarhoştur.
Git, sen Cebbar’sın, toprak ol, bak ki,
Toprağın, zerre zerre Cebbâr yaratıcıdan dolayı sarhoş olduğunu göresin.
Sende ilâhî şarap var, onu yavaş ve hoşça iç,
Eğer bir kimse ondan günde yüz harvar (yük) içmek isterse, o sarhoştur.
Bağı süsleyen bülbül ve ağacı süsleyen yapraklar tümden sarhoştur, O’na âşıktır; kimi içten kimi dıştan O’nun için yanmakta ve O’nun için şarkılarını terennüm etmektedir:
Kurt da aşk nedir, bilir, horoz da, arslan da.
Aşka karşı kör olan, köpekten de aşağıdır.
Mevlânâ, bir mektubunda da şöyle yazıyor:
‘Onsekiz bin âlemde herkes, bir şeyi sever, bir şeye âşıktır. Her âşığın yüceliği, sevgilisinin yüceliği miktarıncadır. Kimin sevgilisi, daha lâtifse, daha zarîfse, özü daha yüceyse, âşığı da daha azizdir.’
Bu demektir ki Allah’ı en çok seven en yücedir. Geniş mânâda insan, bir taraftan böylesine bir aşkı câzibe kuvveti olarak, diğer taraftan da yaratıkların daha yüksek bir varlık basamağına duydukları genel bir hasret olarak telakki edebilir:
Bir tek zerre, O’nun aşk güneşinden boş değil,
Her gül, O’nun vuslat bahçesinin kokularını taşır.
Çetinoğlu: Yunus Emre’de de benzer ifâdelere rastlamak mümkün…
Özkan: Evet! Bu konuda Yunus da Mevlânâ ile aynı kanaati paylaşır:
Aşksız âdem dünyada belli bilin ki yoktur
Her biri bir nesneye sevgisi var âşıktır
Mevlânâ, önceki mutasavvıfların aşkın tabiatı hakkında yazdıkları sayısız teorik risâleleri bilir; fakat o, “İnsan bir şeyi ancak daha lâtif olan başka bir şeyle tasvir edebilir. Şimdi aşktan daha lâtif bir şey olmadığına göre, o nasıl tasvir edilebilir?” diyen âşık Sumnûn (ö. 907) ile hemfikirdir.
Güneş gibidir parlaklıkta sevgilim,
Âşık zerre gibi onun etrafında döner.
Aşkın bahar rüzgârı esmeğe başlayınca-
Kuru olmayan bütün dallar semâ’a başlar.
Çetinoğlu: Mevlâna, insanın insana olan aşkı hakkında ne düşünüyor?
Özkan: Mevlânâ için insanın insana olan aşkı caziptir, çekicidir, iştah vericidir; ancak geçicidir. Şehvet yakıcıdır ve yoldan çıkarır. Mesnevi’nin ilk hikâyesinde Mevlânâ, beşerî aşkın aldatıcılığını ve geçiciliğini dile getirir. Şöyle ki; Bir gün padişah yolda rastladığı bir halayığa gönlünü kaptırır, onu sarayına getirir. Ne var ki halayık kısa bir zaman sonra hastalanır. Padişah tüm hekimleri toplar ama hiçbiri hastanın derdine deva bulmaz. Padişah şifa Allah’tandır deyip dua ederken, uyuyuverir ve rüyasında bir evliya görür. Evliya bir hekimden bahseder ve bu hekimin yakında şehre geleceğini söyler. Hakikaten de böyle bir hekim gelir ve hastayı muayene eder. Nihayet halayığın aslında Semerkant’ta bir kuyumcuya âşık olduğu ortaya çıkar. Hastanın iyileşmesi kuyumcunun gelmesine bağlıdır. Derken kuyumcu getirilir. Vuslat gerçekleşince halayık iyileşmeye başlar. Bunun üzerine hekim bir şurup yapar ve kuyumcuya içirir. Bu sefer kuyumcu hastalanır, günler geçtikçe çirkinleşir. Bir zaman sonra halayık bu kadar çirkin birini nasıl sevdiğine şaşırır ve pişman olur.
Çetinoğlu: Mevlânâ, mecâzî aşkın yâni bir insanın güzelliğinden büyülenerek ona âşık olmayı kabul etmiyor mu?
Özkan: Onun da faydalı olduğuna da işaret eder; yeter ki âşık aşkında samimi olsun, en temiz duygularla, iffet ve sadakatle sevdiğine bağlansın. Mevlânâ buyuruyor ki; Vehme, hevese âşık olan sadıksa, bu mecaz onu hakikate götürür. “Âşıklık ister nefsanî olsun, ister rûhânî olsun, sonunda bizi ötelere götürecek bir rehber, bir kılavuzdur.” Hatta Mevlânâ, beşerî aşkı küçümsemek yahut reddetmek şöyle dursun, bilakis aslında onun ilahi karakter taşıdığını vurgular: “Her vara taallûk eden aşkın, Tanrı vasfından, meydana gelir, o şeyin yaldızından, o şeyin zahirî güzelliğinden değil.”
Mevlânâ’yı asıl öfkelendirenler, beşerî ve ilâhi aşka bigâne kalanlardır. Hz. Pîr diyor ki, “Odundan daha aşağı değilsin, inle, inle!” Ona göre, gönlünde aşka yer vermeyen, hissiz ve taş kalpli insanlar hayvandan da aşağıdırlar:
‘Kurt da aşk nedir, bilir, horoz da, arslan da.
Aşka karşı kör olan, köpekten de aşağıdır.
Baht sana yâr olur yaver kesilirse,
Aşk, seninle işe güce girişir.
Aşksız ömrü hesaba sayma;
O, sayıdan dışarda kalacaktır çünkü.
Çetinoğlu: Mevlânâ ile Yunus Emre’nin düşünceleri bir defa daha kesişiyor…
Özkan: Evet! Yunus Emre daha da ileri gider:
İşitin ey yârenler aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan gönül misâl-i taşa benzer
Taş gönülde ne biter dilinde ağu tüter
Nice yumşak söylese sözü savaşa benzer
Aşkı var gönül yanar yumşanır muma döner
Taş gönüller kararmış sarp katı kışa benzer
Ol sultan kapısında hazreti tapusunda
Âşıkların yıldızı her dem çavuşa benzer
Geç Yunus endîşeden gerekse bu pîşeden
Ere aşk gerek evvel ondan dervişe benzer
SENAİL ÖZKAN:
Türk yazar ve araştırmacı Senail Özkan, 1955 yılında Gümüşhane’de doğdu. İlk ve orta tahsilini Gümüşhane’de yaptı. 1974 başladığı Hacettepe Üniversitesi Elektronik Mühendisliği bölümünden 1978’de ayrılarak Almanya’ya gitti. 1979-1985 yıllarında Bonn Üniversitesinde Felsefe, Alman Edebiyatı ve Sosyoloji okudu. Üç yıl tekstil ticareti ile uğraştı. Uzun yıllar Köln ve Bonn’da yeminli tercümanlık yaptı. 1998 yılında Türkiye’ye döndü. Hâlen İstanbul’da oturmakta ve mütercim ve yazar olarak hayatını devam ettirmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır.
Eserleri genel olarak Türk ve Alman felsefesini sentezlemektedir.
Tamamı Ötüken Neşriyat A.Ş. tarafından yayınlanan eserleri:
Aşk ve Akıl / Doğu ve Batı: (Felsefe) 2006, Schopenhauer Paradokslar Üzerinde Raks: 2006, Mevlana ve Goethe: (Felsefe) (2006), Nietzsche Kaplan Sırtında Felsefe: (Felsefe) 2004, Söz Bir Yelpazedir: (Felsefe-Edebiyat) 2010.
Çevirileri: 1) Annemarie Schimmel’den Ben Rüzgârım Sen Ateş: Mevlana Celaleddin Rumi / Büyük Mutasavvıfın Hayatı ve Eseri, 2) Annemarie Schimmel / Muhammed İkbal / Peygamberane bir şair ve filozof. 3) Annemarie Schimmel,Yunus Emre İle Yollarda 1999. 4)Annemarie Schimmel / Şark Kedisi: 2009, 5) Johann Wolfgang von Goethe / Doğu – Batı Divanı: 2009, 6) Joseph von Hammer / İstanbul ve Boğaziçi 1. Cilt. Türk Tarih Kurumu. Ankara – 2011. 7) Katharina Mommsen, Goethe ve İslam, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2012.