Oğuz Çetinoğlu: Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Hazretleri, dünyaca bilinen
bir üstün değerimiz. Batılılar Mevlânâ’ı hakkında ne düşünüyorlar?
Senail Özkan: Walter
von der Porten, Batılı bir Mevlânâ mütercimi ve araştırmacısıdır. ‘Aus dem Rohrflötenbuch des Scheich
Dschelal-ed-Dine Rûmî / Şeyh Celâleddin Rûmî’nin
Ney Kitabından’ isimli eserinde diyor ki:
‘Bir sihirbazın değneğini takip eder gibi insan, bu müstesna
şahsiyete kapılmaktan kendisini alamaz. Bizi yedi kat gökten geçirdikten sonra
ışığa ve bütün âlemi kaplayan düşünceye ulaştırır.
Çetinoğlu: Mevlânayı Batı dünyasına tanıtan ilk müsteşrik kimdir?
Özkan: Mevlânâ’yı
Batı dünyasına tanıtan ilk müsteşrik Viyanalı meşhur târihçi ve mütercim Josef
von Hammer Purgstall, 1818 yılında yayınladığı Die Geschichte der schönen
Redekünste Persiens (İran Edebiyatı/Belagati Târihi) adlı eserinde Mesnevî’nin,
Boğaziçi’nden Ganj kıyılarına kadar ‘Sûfîlerin temel kitabı’ olarak kabul
edildiğini söyledikten sonra şöyle devam ediyor:
Mistiklerin ritüel kitabı ve asıl kanunnâmesi olan lirik
şiirleri ise bundan daha üstün bir değere de sâhiptir. Ulvî bir coşkunluk eseri
terennüm edilen bu şiirler, târihte mistik teorik açıklamalardan çok daha yakın
alaka ve itibar hak etmektedirler…
Mevlânâ, bütün pozitif dinlerin zahirî formlarından çok daha
mukaddes olan, o en ulvî dinî vecdin kanatları üzerinde, Muhammed Şemseddin de
dâhil olmak üzere bütün öteki lirik şâirler gibi, sâdece ayın ve güneşin
fevkine yükselmekle kalmayıp zaman ve mekânın, hilkatin (yaradılışın), kaza ve
kaderin, bezm-i ezel ahdi’nin ve hesap gününün üzerinden kanatlanarak ebediliğe
varır. Burada o, ebedî kul olarak Mutlak Varlığa mülâki olur ve ebedî âşık
olarak da yine sonsuz aşk’ta bâki olur/vahdet-i vücûd bulur…
Çetinoğlu: Hammer eserinde yalnız Mevlânâ’dan mı bahsediyor?
Özkan: Hayır.
Hammer, iki yüz İranlı şâiri değerlendirdiği bu muhteşem eserinde Mevlânâ’ya
toplam 35 sayfa yer vermektedir. Burada Hammer, Mesnevi’den ve Divan-ı
Kebir’den seçtiği birçok gazel ve rubai tercüme etmekte ve Mevlânâ’nın hayatı
ve tefekkürü hakkında bilgiler vermektedir. Aslında pek lirik olmayan ve
Mevlânâ’nın ilâhî coşkusunu yansıtmayan bu eserden Hammer, mutat olduğu üzere,
bir nüsha da Batı’nın şâirler sultanı Johann Wolfgang von Goethe’ye
göndermiştir.
Çetinoğlu: Goethe’nin Mevlâna ile ilgisi biliniyor… Hakkında yazdığı
kitap var…
Özkan: Goethe’nin
Mevlânâ hakkındaki bilgileri esas itibariyle büyük ölçüde Hammer’in bu kitabına
dayanmaktadır ve yeterli olmaktan çok uzaktır. Hammer’den başka Hussard adında
bir mütercim de Fundgruben des Orients (Şarkın Kültür Ambarı) adlı çok ilmî ve
ciddî bir dergide Mesnevî’den ve Divan-ı Kebir’den bazı tercümeler sunmuştur.
Mevlânâ’nın meşhur Bahar Kasidesi bunlar arasındadır. Goethe, zaman zaman başka
üniversitelerdeki şarkiyatçı profesörlerle de bir araya gelir ve klasik şarkî
İslam şiirini tartışırdı. Demek oluyor ki Goethe, klasik İslâm şâirlerini merak
ediyor ve onları okumağa can atıyordu. Doğu Batı Divanı böyle bir tecessüsün
eseridir. Burada Goethe, bazı Osmanlı ve doğulu şâirlere; Birinci Selim, Timur,
Niyazi Mısrî, Nişancı Mustafa Çelebi nâm-ı diğer Nişânî, Seydi Ali nâm-ı diğer
Kâtib Rûmi, Şeyh’ül İslam Ebussuud, Muhammed Lâlezârî, Dede Korkut ve Nasreddin
Hoca gibi birçok Türk’e de yer vermektedir. Tabii bunlar ayrı bir inceleme
konusudur.
Çetinoğlu: Peki efendim. Uygun görürseniz onları ayrı bir
röportaja konu ederiz. Goethe Doğu Batı Divanı’nda Mesnevî hakkında neler
söylüyor?
Özkan: Özet olarak şöyle diyor:
İranlılar sekiz yüzyıldan beri şiirlerini hâlen sevmekte,
kıymetini takdir etmekte ve saygı göstermektedirler. Bir Şarklının harikulade
ciltlenmiş ve muhafaza edilmiş bir Mesnevî’ye Kur’an’a gösterdikleri aynı
saygıyla baktıklarına ve muamele ettiklerine bizzat şâhit olduk.
Batı’nın bu büyük dehâsı, Mevlânâ’yı bu kadar az tanıma
imkânı bulmasına rağmen, O’nun gönülleri yıldızlara kanatlandıran şiirinin
etkisinden kurtulamamıştır. Kurtulamamış ki bir ara Doğu Batı Divanı’nı
Mevlânâ’ya ithaf etmeyi düşünmüş, sonra her nedense bundan vazgeçmiş ve Diyar-ı
Rûm’un Pîr’ine yalnız bir dörtlük ithaf etmiştir.
Çetinoğlu: O dörtlüğü lütfeder misiniz?
Özkan: ‘Mevlânâ
buyurur ki’ başlıklı bu dörtlük şöyledir:
Verweilst du in der Welt, sie flieht als Traum,
Du reisest, ein Geschick bestimmt den Raum;
Nicht Hitze, Kälte nicht vermagst du festzuhalten,
Und was dir blüht, sogleich wird es veralten.
Sen eğlenmek istersin dünyada, o bir hayâl gibi kaçar
Sen gezip dolaşmak istersin, mukadderat engel olur,
Emin olamazsın ne sıcaktan ne soğuktan; nâçar,
Tâlihin sana sunduğunu, anında kader bozar.
Görüldüğü üzere bu dörtlükte Goethe, Mevlânâ’nın tefekkürünü
‘fânilik’ kavramıyla özetlemektedir ki, bu doğrudur. Doğrudur çünkü Allah’tan
başka her şey fânidir. Esasen Goethe de Faust adlı eserinin son mısraında ‘Alles
Vergängliche ist nur ein Gleichnis’ (Bütün fâni şeyler bir semboldür, bir
mecazdır) demektedir.
Gelgelelim yanlış olan şey Goethe’nin Mevlânâ hakkındaki şu
kanaatidir. Kendisinden dinleyelim:
İmdi şu yukarıdaki sunuştan sonra kendini muğlâk şeylere
vermiş olmasını bu büyük zekâya çok görmemek lâzımdır. Eserleri pek renkli görünüyor
gerçi: Hikâyeler, masallar, paraboller, efsâneler, anekdotlar, misaller ve
problemler kullanmak suretiyle mistik, muamma bir öğretiyi anlaşılır kılmaya
çalışmaktadır; ancak, bizzat kendisi de açık bir şekilde işin içerisinden
çıkamamaktadır. Maksadı, ders vermek ve eğitmektir; lâkin tümüyle o, bir vahdet
öğretisi mârifetiyle, dindirilmeyen ve fakat nihâyet ilâhî bir varlıkta her
şeyin eriyip yok olduğu ve arındığı bir hasreti îma etmektedir.
Doğrusu Goethe, Mevlânâ’nın çözülmesi pek zor muamma meselelerle
uğraştığının farkındadır. Ona göre Mevlânâ, içinden çıkılmaz problemleri
çözerken, ortaya ‘yorumlanması gereken’ izahlar, ‘yeni muammalar’ çıkmaktadır.
Bu neviden çetrefilli metafizik meseleleri ‘şiir yahut nesir’ mârifetiyle
aydınlatma ise başlı başına bir olaydır. Yine de Mevlânâ böylesine zorlu bir
işin üstesinden gelmektedir, Goethe’nin kanaatince. ‘Bereket versin ki bu başarılmaktadır’ diyor Faust’un şâiri, bir şey
lûtf eder gibi, yarım ağızla ve zorlanarak.
Evet, Faust’un şâiri böyle buyuruyor, amma Faust’un ikinci bölümü
hakkında yazılan kommentarları hiç hesaba katmıyor. İmdi onun bu olaya bakışını
ve mantığını baz alarak biz de diyebiliriz ki, Faust’un özellikle ikinci bölümü
aynı şekilde “birçok ‘muamma’ ihtiva etmektedir ve tıpkı Mesnevî gibi şerh edilmelidir.”
Doğrusunu söylemek gerekirse, Goethe’nin bizzat kendisi de Faust’taki bazı
muğlâk ve muamma görüşlerin yorumcuları uğraştıracağını önceden hissetmiş
olmalı ki, Eckermann ile konuşmalarından birinde Faust’un ikinci bölümü
hakkında şöyle demek mecbûriyetinde kalmıştır: ‘Bu ikinci kısım filologları çok uğraştıracak, gelecekte de birçoklarını
muamma çözmek için gayrete mecbur edecektir.’
Çetinoğlu: Sizce aynı zorluklar Mesnevî’de de var mı?
Özkan: Oysa
Mevlânâ, âdeta bu tür suçlamaların geleceğini önceden biliyormuş gibi
Mesnevî’sinde şöyle demektedir:
Hikâyeler ‘mânâ’ tohumunun içinde dinlendiği ölçekler
gibidir.
Onlar tıpkı limana ulaşılıncaya kadar ihtiyaç duyulan kule
fenerlerine benzerler.
Hikâyeler, insana sonsuz bahçeden haberler veren semâvî
elmanın kokusu mesâbesindedirler.
Bu itibarla hikâyeler gerçeğe açılan pencerelerdir dense
yeridir. Ama aynı zamanda ârif olmayanların bu derin sırra ermemeleri için de
bu pencereler kullanılır:
Söz söylemek, o pencereyi kapatmaktır;
Söz söylemek onu gizlemenin ta kendisidir.
Gülün yüzüne karşı bülbülce nâralar at!
Onlara gülün kokusunu duyurma; oyala onları.
Çetinoğlu: Goethe’nin
Mevlânâ hakkındaki değerlendirmesi söylediklerinizden ibâret mi?
Özkan: Hayır!
Bundan ibâret değildir. Doğu Batı Divanı’na Notlar ve Tetkikler bölümünde ‘Toplu
Bakış’ (Übersicht) başlığı altında kısaca Firdevsî, Enverî ve Nizamî’yi
değerlendirdikten sonra sözü yine Mevlâna’ya getirir ve şöyle der:
Celâleddin Rûmî realitenin problemli zemininde sıkıntılı
hissetmektedir kendini; Batınî ve zahirî muammaları zihnî yoldan, zekâ yoluyla
çözmeğe çalışıyor; o yüzden eserleri, yeni çözümler ve yorumlara (Kommentare
bedürftig= şerhlere) muhtaç yeni muammalardır. İşte sonunda onun kendini,
vahdet-i vücut öğretisine sığınmak zorunda hissetmesinin sebebi budur. Bu, bir
taraftan kazandığını diğer taraftan kaybetmek gibi beyhude bir iştir ki,
nihayet geriye kalan sıfırdan (Zero) başka bir şey değildir. Şimdi böylesine bir ifâde-i meram, şiir yahut
nesir olarak bundan böyle nasıl başarılacaktır? Bereket versin ki
başarılmaktadır.
Mesnevî-i Mânevî’nin asırlardan beri şerh edildiği ve hâlen
de yeni yorumlarla ondaki gizli mânânın kat kat açılmaya devam edildiği
cümlenin mâlumudur. Bu bir eksiklik değil, tam aksine zenginliktir. Esâsen
Mevlânâ, dört başı mâmur bir sistem ortaya koymadığı için ve hattâ böyle bir
derdi olmadığı için O’nun bir mecâzlar ambarı olan Mesnevî’si yeni yorum ve
açılımlarla daha zengin bir muhteva kazanacaktır. O itibarla Mesnevî şerhleri onun tefekkürüne
verilen önemi ve manevî varlığına gösterilen ihtirâmı ortaya koyarlar.
Öte yandan hem Doğuda hem de Batıda onun hümanizmine ve
mistik şiirine gösterilen alâka,
Mevlânâ’nın bir sistem endişesi duymadan ve hattâ tefekkürünü bir
sistemle sınırlamadan, lâkin masal, efsâne, hikâye ve şiirin imkânlarını
kullanarak en çetin ve çetrefilli konularda dahi mesajını başarıyla insanlığa
ulaştırdığını göstermektedir. Goethe’nin tenkidine hedef olan, Mesnevî’nin
hendesî yapısı, her ne kadar insana zaman zaman sonunun nereye varacağını ve
çıkışının olup olmadığını kestiremediği hikâyeler labirentlerini andırsa da ve
hatta bazen yolun bittiği intibaını verse de, sonunda bir kelimenin yahut bir
mecâzın yarattığı tedâi refâkatinde doğru yol bulunmuş ve verilmek istenen ders
verilmiş olur. Coşkun bir metaforlar seli bütün tıkanıklıkları açar, engelleri
aşar ve tefekkür akışı sağlanmış olur.
Çetinoğlu: Siz, bir Mevlânâ uzmanı olarak Mesnevî’yi nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Özkan: Mesnevî
renkli hikâyeler, anekdotlar ve hattâ bazı nükteli sözlerden müteşekkil bir
külliyattır. Bu eserde anlatılanların hemen hepsi mistik anlamda
kullanılmaktadır. Peş peşe ve iç içe muttasıl devam eden hikâyeler anlatılırken
şâir, bâzen ipin ucunu kaçırıyor gibi görünse de, hikâyede geçen bir takım
kelimelerin tedâîleri refakatinde, hiç kopukluk olmadan anlatmaya devem eder ve
böylece başlangıçtaki asıl hikâye hatırlanır ve yeniden bağlantı kurulmuş olur.
Çetinoğlu Ne ile mukayese edilebilir?
Özkan: Belki ve
en iyi 1251 yılında inşa edilen Konya’daki Karatay Medresesi’nin
dekorasyonlarıyla mukayese edilebilir. Bu medresenin turkuaz, mavi, siyah ve
beyaz renklerdeki fevkalâde zengin çini süslemeleri Hz. Peygamberin ve ilk
halifelerin sâde isimleriyle yapının bir köşesinde başlar ve sonra
olabildiğince girift Kur’an yazılarıyla devam eder. Bunların üzerinde ise
esrarengiz bir şekilde birbiriyle birleşen ve gözü en yukarıdaki boşluğa
yönelten -ki geceleri buradan bakınca gerçekten yıldızları görmek mümkündür ve
buradan görülen bu yıldızlar yapının merkezine yerleştirilen bir havuza
aksetmektedirler- büyük ve küçük birçok köşeli yıldızlardan oluşan pek girift
hendesî bir ağ yükselir. Aynı şekilde Mesnevî de sağlam bir şekilde Kur’ân
esaslarına istinat ederek devamlı daha yüce ve daha ilâhî hakikatlere götürür
-ki bunlar her neviden sembollerde ve metaforlarda ifâdesini bulmuş olur.
Bizim âcizane kanaatimiz odur ki Goethe, Mevlânâ’nın şiirini
hakkıyla tanıma fırsatı bulamamıştır. Yoksa panteist filozof Spinoza’yı metheden,
İtalyan feylosofu Giordano Bruno’yu yazılarıyla müdafaa eden Goethe’nin,
Mevlânâ’nın şu şiirinden etkilenmemesi, büyülenmemesi düşünülemezdi.
Çetinoğlu: Bu şiiri de lütfeder misiniz?
Özkan: Okuyayım:
Sabahta ışık, akşamda rüzgârım.
Ormanda mırıltı, denizde gürültüyüm.
Direğim, dümenim, kaptanım, gemiyim.
Mercan kayasıyım, geminin üstünde parçalandığı.
Kuşçuyum, kuşum, tuzak ta benim.
Resimim, aynayım, nağmeyim, aksi sadayım.
Sükûtum, düşünceyim,
konuşmayım, sesim.
Neyde nefes, insanda zekâyım.
Taşta kıvılcım, madende altınım.
Sarhoşluk benim, bağ da benim, şıra da, imbik de ben.
İçen benim, sâki benim, billur kadeh de ben.
Mum benim, mumun sihirlediği pervâne de ben.
Gül benim, gülden şevklenen bülbül de ben.
Doktorum, hastalığım, zehirim, panzehir de ben.
Tatlılık benden, acılık benden, bal da, safra da benden…
Şehir benim, koruyan ben, saran benim şehri, duvar da ben.
İnsanları bağlayan zincir, dünyaların çemberi benden…
Yaratışın merdiveni benim, Miraç benden, düşüş benden.
Bütün bunlara rağmen şurasını vurgulamamız lâzım ki Goethe,
her ne kadar Mevlânâ’mıza karşı kritik bir bakışa sâhipse de sonuçta O’nun
hakkını vermiş ve O’nu ‘büyük zekâ’ olarak yüceltmekten kendini alamamıştır.
Çetinoğlu: Teşekkür ederim.
SENAİL ÖZKAN: 1955 yılında Gümüşhane’de Eserleri genel olarak Senail Özkan’ın Tamamı Ötüken Neşriyat A.Ş. tarafından yayınlanan eserlerinden Aşk ve Akıl / Doğu ve Batı (Felsefe) 2006, Schopenhauer Tercümeleri: 1-Annemarie Schimmel’den tercüme: Ben Rüzgârım Sen Ateş: Mevlana Celaleddin Rumi / Büyük Mutasavvıfın |