Meşrutiyet, Cumhuriyet ve Demokrasi

70

     Dün Meşrutiyet’i,
yani bir hükümdarın başkanlığı altındaki millet meclisi ile idare edilmeyi;
bugün Cumhuriyet’i ve Demokrasi’yi, yani hükümet ya da devlet başkanının halk
tarafından belirli bir süre için ve belirli yetkilerle seçildiği yönetim biçimi
ile ülkenin idare edilmesini; yazık çok yazık ki, İslâma aykırı sanarak; dün
Meşrutiyet’e bugünse Cumhuriyet’e karşı çıkıp, benimsemeyenler, içlerine bir
türlü sindiremeyenler var! Oysa, Kur’an: Seçmeyi, seçilmeyi, istişare, şura ve
meşvereti / danışmayı istiyor.

     İsim değişikliği
ile hakikat değişmez. Bu hükümden anlıyoruz ki, isimden hareketle yanılanlar,
Cumhuriyet ve Demokrasiye karşı çıkanlar, işin muhteva ve içeriğine bakmayıp;
İslâm’ın özüne aykırı bir rejim ve sistem sanıyorlar Cumhuriyet ve Demokrasiyi!
Bu gibiler, dinde hassas oldukları, fakat aklî muhakemede eksik ve noksan
kaldıkları için dine; İslâm düşmanlarından daha çok zarar verdiklerinin
farkında bile değiller.

     Hâlbuki marazı
teşhis, yani sıkıntı, dert ve hastalıkların teşhîsi / tanısı için, tabip ve
doktorun sormaya, deşmeye, kurcalamaya ne kadar ihtiyacı varsa; halkı temsil
eden meclisin de, idarecileri sorgulamaya, o kadar ihtiyacı vardır. Çünkü
cevabın anahtarı sual ve sorudur. Ağlamayan bebek,  emzirilmediği gibi, sorgu ve sorgulanma
olmayacağını bilmek; sorumluyu sorumsuzluğa iter.

     Oysa, sorgu sual
edileceğini bilen idareciler, muhtemel ve ihtimal dâhilinde olan sorulara
karşı, o nispette işlerini sağlam yapar; araştırma ve soruşturmalara karşı;
işlerinin gereğini lâyıkıyla yerine getirirler.

     İşte bütün mesele;
ortaya konan problem ve alınması gereken kararlardan, herkesin faydalanması
için, konuyla ilgili sorular sormalı ve bu soruları; verilecek cevap ve
yanıtlarla kucaklaştırıp karşılaştırarak; soru ve cevapların birbirine muavenet
ve yardımı sağlanmalıdır. Çünkü:

   “Çıkar âsâr-ı
rahmet; ihtilâf-ı rey-i ümmetten.”

     Yani rahmet
eserleri, milletin farklı fikirlerini ortaya koymasıyla kendini gösterir. Onlar
hakkında müspet-menfî, olumlu-olumsuz düşünceleri ileri sürmesiyle ortaya
çıkar. Onların doğru veya yanlış, haklı veya haksız olmaları; ancak karşılıklı
konuşmalarla anlaşılır. Konuların didik didik edilmesiyle; kabul veya redde
imkân verir.

     Böylece lisan ve
dilleri kalplerine tercüman olamayanlar; bu durumları sorularla dile getirerek;
meseleler karşısında, kendilerini tatmin edecek cevapları duymuş olurlar.
Meseleye taraftar olup olmamaları lâzım geldiğini de, bu şekilde yani,
soru-cevap yoluyla anlamış bulunurlar.                                                                                                                                                             
  

     İşte ancak bu
suretle, iktidar taraftarları ile muhalefet mensupları; medenî bir çerçeve
içinde, kimsenin tesir ve etkisinde kalmayarak, efendice bir tartışma ortamında
meramlarını çekinmeden, açıkça ortaya koymanın vicdanî rahatlığına, kendilerini
bırakmış olurlar.

     Hem de siyaset
tabip ve doktorlarının; illet ve hastalıklara teşhis ve tanı koyabilmeleri,
ancak bu soru ve cevapları tahlil ve incelemeleri sonunda mümkün olur.

     Böylece manevî ve
millî değerlerin korunması için, hamiyet sahipleri, tam bir şevkle millî
vazîfe  ve görevlerini ifa etmiş ve
yapmış olmanın gururunu duyarlar.

     Zaten insanlar
fıtraten / yaratılıştan Meşrutiyet, Cumhuriyet ve Demokrasi taraftarı ve
yanlısıdırlar. Bu hususta Arı ve Karıncaların Cumhuriyetçi tavır ve
hareketleri, insanın şahit olduğu en güzel, en çarpıcı ve en güzel örnekler
değil midir?

     Hiç olmazsa Arı ve
Karıncalar kadar bile olmayalım mı?

     Şunu da
unutmayalım ki, akılları gözlerinde olan avama / halka, en büyük dersi; yapılan
işleri görmeleri verir. Çünkü işitileni inkâr mümkün olabilir ama görüleni
inkâr ettirmek oldukça zor ve hattâ imkânsızdır.

    “Âyinesi iştir
kişinin lâfa bakılmaz.

      Şahsın görünür
rütbe-i aklı eserinde.”

 

      Kişinin aynası
sözü değil işidir.

      Kişinin akıl
seviyesini eseri gösterir.

Önceki İçerikSevinçleri Kursağında kalan Millet
Sonraki İçerikBaĞzı Doktorlar!
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.