Mondaki Kongur’la birkaç kez daha görüştüm. Sanırım ramazan ayının ortalarına doğru bir gün telefon edip hafta sonu ziyaret etmek istediğimi söyleyince;
– İftardan bir saat önce gel dedi.
Şaşırmıştım, çünkü ezan sesinin duyulmadığı Budapeşte’ de beni iftara çağırıyordu. Ramazan’ın geldiğini demek biliyordu.
Zamanında evine gittim, beni yine o has misafirlerini aldığı odasına aldı. Biraz sonra içeriye çekik gözlü Orta Asyalı olduğu belli olan bir hanım içeriye girdi ve anlaşılabilir bir Türkçeyle
– Hoş geldiniz dedi. Mondaki Kongur;
– Karım, Ayça diyerek tanıştırdı.
Hanımının Kazak Türkü olduğunu söyledi.
– Elhamdülillah Müslümanız. Biz de oruçluyuz.
Bunu duyduğumda, ezan sesinin dahi duyulmadığı, Ramazanın gelip gelmediğinin bile belli olmadığı, Müslüman dünyadan kilometrelerce uzakta, burada doğmuş, büyümüş birisinin, nasıl Müslüman olup oruçlu olduğunu görmekle, bu kez gerçekten ürperdim, şaşırdım, içim sevinçle doldu.
İftarda Macarların Türklerin ana vatanı Orta Asya yemeklerini çağrıştıran, Macarlara has etli bir yemek ya da çorba olarak bilinen gulaş ve Kazak Türklerinin yemekleri vardı.
İftardan sonra bana kısa hayat hikayesinden bahsetti. Babasının Kıpçak Türkü olduğunu söylediğini, okumak için Budapeşte’ye geldiğinde, o tarihlerde Rus işgali altında olan Macaristan’daki Rus askerlerinin içinde babasına benzeyenleri bulduğunu, onlardan Türkçe öğrenmeye çalıştığını anlattı.
– Daha sonra da üniversitede Türkoloji bölümünü bitirdim. Zamanla Türk – İslam klasiklerini okudum. Hoca Ahmet Yesevi’yi tanıdım, İmam-ı Rabbani hazretlerini, İmam-ı Gazali hazretlerini okudum ve Müslüman oldum. O andan itibaren içim huzurla doldu ve bu huzuru hayatımın hiçbir anında tatmamış, yaşamamıştım. Bu sevinç ve huzurla tövbe ettim ve yeni bir sayfa açtım. Bu sayfayı asla ve asla kirletmeyeceğim. Çünkü vicdanımda o kadar huzurlu ve mutluyum ki, kelimelerle anlatılması hayatında bal tatmamış birine balın tadını, Isparta gülünü hiç koklamamışa onun kokusunu anlatmaktan kat be kat daha zordur…
Sohbetimiz ilerledikçe onu daha çok sevdim, gerçekten takdir edilmeye layıktı…
– Macaristan’da iki yüz bine yakın Kıpçak Türkü yaşıyor, onlara hem Türkçe öğretmeye çalışıyoruz, hem de Türkçe öğrenenlere dinimizi anlatıyorum.
– Ben ne yapabilirim? Nasıl yardım edebilirim?
– Türkçe kitap temin edebilirseniz faydalı olur.
Sohbet koyulaştıkça zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştık, vakit hayli ilerlemişti. İzin isteyip kalktım. Yolda, bir Macar köyünde doğan, büyüyen bir aydının, cami ve ezan sesinin duyulmadığı, genç nesillerin fuhuş, ahlaksızlık bataklığında zamanı kokutarak, materyalist bir felsefede günü birlik yaşadıkları bir ortamda kendi gayretiyle hidayete ermesini, Allah ve Resulü’nün davasına koşmasını anlattığı, hayat hikayesini gözümün önüne getiriyor ve Hocamın şu sözleri kulağımda çınlıyordu:
– Allah dilerse her şey olur! Biz buna iman etmişiz, gerisi vız gelir tırıs gider!
Sabah olur olmaz doğrudan Türk Büyükelçiliğinin yolunu tutmuş ve hayli bir uğraşıdan sonra yetkili ile görüşebilme imkanı elde etmiştim. Kendimi bir kez daha tanıttıktan sonra kendisine bir neskafe söyleyip ne içeceğimi sorduğunda aldığı “niyetliyim” cevabı yüz ifadesinde biraz da olsa değişikliğe sebep oldu. Konuya girdim:
– Macaristan’da iki yüz bine yakın Kıpçak Türkü yaşıyormuş, çoğunun evinde de Türk ve Macar bayrağı varmış. Bunlarla ilgilenmek gerekir diye düşünmüştüm. Bunun için rahatsız ettim.
– Kim anlattı bunları?
– Bir üniversite hocası. Mondaki Kongur.
– Onu nerden tanıyorsunuz? O ırkçı, Turancıdır. Boş verin dinlemeğe değmez.
Onların kazanılması gerektiğini, bir ülkenin böyle bir lobiye sahip olmak için milyonlarca dolar harcayabileceğini, bu insanların ise Türkiye için bulunmaz bir nimet olduklarını, ayrıca soydaş olarak sahip çıkmamız gerektiğini söyledim. Ne anlatmaya çalıştıysam olmadı.
Üzgün olarak ayrıldım. Bir tarafta doğduğunda papaz tarafından vaftiz edilen, Hıristiyan bir çevrede yetişen, çocukluğu, delikanlılığı ve yetişkinliğinde bizim kültürümüzle yakından muhatap olmamış bir Macar Türkü; Türkçe öğrenerek Türklüğü, Türk – İslam kültürünü tanıyor, İslamla şerefleniyor, Cuma namazı kılacak bir caminin olmadığı, minaresinden ezan sesinin duyulmadığı bu şehirde oruç tutuyorken, bizim dediğimiz aydınımız, yetkili bürokratımız umursamaz bir tavırla çayını yudumlarken aynı zamanda Türkçe öğretme ve Türklük konusunda bu Macar vatandaşı kadar şuur taşımıyordu.
Daha sonra bu görüşmemi Mondaki Kongur’a anlattığımda;
– Benimle konuşsaydın hiç gitme derdim. Bizim, biz de Türküz dememizden, Türkçe öğretmemizden galiba rahatsız oluyorlar. Halbuki dilini kaybedenler dinini de kaybeder. Ama en önemlisi ise devletini kaybeden, ileriki gelecek nesillerde hem dilini, hem dinini, namus, şeref ve haysiyetini velhasıl her şeyini kaybeder. Onların bu tavırları gelip geçer, Türk devleti yaşarsa su akar mecrasını bulur, yeter ki devlet milli olsun, bir olsun, bütün olsun, yaşasın. Onların hatalarını devlete mal etmek bizleri küstürür, azmimizi kırar, düşmanların ekmeğine yağ sürer.
Ondaki Türklük şuuru, İslamla şereflenmesi beni nasıl hayrete düşürdüyse, devlet şuuru da şaşırtmıştı. Yıllar sonra ülkesi işgal edilen, devleti yıkılan Irak’ta bir milyona yakın kadın ve kızın ırzına tecavüz edilmemiş miydi? İnsan olma şerefi ayaklar altına alınmamış mıydı? Bütün bunlar da demokrasi adına yapılmamış mıydı? Ya Balkanların, Anadolu’nun işgalinde nice zulümler çektirmemişler miydi?
Yaklaşık bir ay sonra birlikte bahsettiği köylere gittik. Mondaki Kongur tercümanlığımı yapıyordu. Köyün birinde yaşlı bir Macar kendilerinin Kıpçak Türkü olduğunu şöyle anlattı:
-Bizim atamız ağaç kovuğunda dünyaya gelmiş. Oğuz Han’a götürüp adını ne koyalım diye sormuşlar. O da Kıpçak koyun demiş. Orta Asya Türkçesinde Kıpçak ağaç kovuğu anlamına geliyormuş. Orta Asya’dan geldiğimizin yaşayan canlı bir şahidi de var.
– Nasıl yani? Bin altı yüz yıldır yaşayan canlı şahit olur mu?
– Çağırayım da gör.
Seslendi ve iri bir köpek kuyruğunu sallayarak, sahibine minnet tavırlarıyla yanımıza geldi. Köpeğinin başını okşarken;
– Biz anavatandan gelirken bu kangalı da getirmişiz. Bu kangal sadece Orta Asya’da, Anadolu’da ve burada bulunur. İşte bu bizim canlı şahidimizdir.
Yaşlı Kıpçak Türkünün bu “canlı şahit” benzetmesi kırk yıl düşünülse akla gelmeyecek cinsden bir tanımlama idi ki, Anadolu insanının keskin zekasını hatırlatıyordu.
Aradan geçen altı aydan uzun zamandan sonra eşim ve kızım yanıma geleceklerdi. Avusturya’dan vize almışlar, fakat Macaristan konsolosluğu vize vermemişti. Bir akşam sohbet esnasında geçince Mondaki İstanbul konsolosunu aradı ve ertesi günü vizeyi verdiler.
Bir ay kadar sonra eşim ve kızım geldiler. Mondaki’yi gıyaben tanıyorlardı, ben de o tarihten beri onu görmemiştim. Birlikte evine gittik. Kapıyı kısa boylu, çekik gözlü, köse, her halinden Orta Asya Türkü olduğu belli olan yaşlı birisi açtı. Mondaki Kongur’un arkadaşı olduğumu söyledim. Bir şeyler anlatmaya çalıştı, önce anlayamadım, tekrar edince bir hafta önce kalp krizinden vefat ettiğini anladım. İçeriye aldı, hanımı Ayça Hanım geldi, çok üzgün olduğu belli oluyordu. Biz de sanki yurttan kilometrelerce uzakta, burada en yakınlarımızdan birini kaybetmiş gibi üzüldük. Ruhuna Yasin ve Fatihalar okuduk.
Vefat haberini Başbuğ’a bildirdim. Çok değerli bir insanımızı kaybettiğimizi, çok müteessir olduğunu belitti.
Kim derdi ki Foça’daki köpek çiftliğinde Macar kangalı ile karşılaşacaksın, bu hatıran tekrar gözünün önünden bir film şeridi gibi geçecek! Yaşlı Kıpçak Türkünün sözlerini bize köpekleri tanıtan teknisyene aktardığımda o da teyit etti.
Oradan ayrıldığımızda hatıramı Hüseyin’e anlattım, birer Fatiha okuduk. Ondaki Türklük ve Müslümanlık şuurunun ve devlet anlayışının hafızama mermere kazınmış bir imza olarak hiç çıkmayacağını bir kere daha gördüm…