Bizim hukuk gruplarında adettendir, avukat arkadaşlardan
biri öyle herkesin her zaman gitmeyeceği bir adliyeye gittiği zaman “Bugün şu
saate kadar şu adliyedeyim, işiniz varsa söyleyin yardımcı olurum” diye bir
paylaşım yapar ve o adliyede işi olup da gidemeyen meslektaşlar o avukat
arkadaşa ulaşıp o adliyedeki işlerini yaptırırlar.
Bu mesleki dayanışma güzelliği zaman zaman mizahi olaylara
da sahne olur.
Özellikle Bölge İdare Mahkemesi’ne (BİM) giden meslektaşlar
“Bugün BİM’deyim, bir isteğiniz varsa yazın” diye bir paylaşım yapar ve
paylaşımın altı “Dost Yoğurt”, “Çekme Helva”, “Le’Cola”, “Le’Porta” gibi mizahi
yorumlarla dolar. Elbette ki paylaşımda kast edilen BİM o BİM değildir ama
zaman zaman böyle “küçük bir mümin latifesi” yapmak iyidir.
Kola demişken antrparantez bir hususu aktarmak lazım. Kola,
Türkiye’de özellikle muhafazakar cenahta çok hayati anlamlar yüklenen bir
içecek olmuştur. Kola üzerinden yapılan yorumlar, genellikle dünyada kola
piyasasını domine eden iki büyük marka üzerinden yapılır. Bu markaların içinde
alkol olduğu, zararlı maddeler içerdikleri, yıllık karlarının önemli bir
kısmını İsrail’e gönderdikleri ve alınan her kolanın Filistinli bir din
kardeşimize atılan bir kurşun olduğu şeklinde muhtelif iddia ve yorumlarla
karşılaşmışsınızdır. Bu iddialar nedeniyle muhafazakar kişiler tarafından bu
iki markaya özellikle de markaların daha yaygın olanına karşı tepkisel
hareketler de sergilenmiştir. Bu tepkisel hareketler arasında satın almayıp
boykot etme gibi mantıklı tepkilerin yanında, satın alıp yerlere dökmek, Coca
Colayı Fanta içerek boykot etmek gibi absürt tepkiler de yer almaktadır. Ama ne
kadar tepki gösterilirse gösterilsin, Yılmaz Erdoğan’ın bir stand up şovunda
“Siyahtır, şekerlidir, içiyorsun, boğazını yakıyor. İşte hayatın gerçek tadı!”
diye tarif ettiği kola kendine has lezzetiyle muhafazakar insanları ağına
çekmeyi yine başarmıştır.
Kolayla protesto ederek baş edemeyen insanlar bu defa “yerli
ve milli” (!) kolamızı üreterek iki büyük firmaya kelimenin tam anlamıyla bir
ders vermeye çalışmışlardır. İhlas Holding’in çıkardığı Kristal Kola ile
başlayan bu furya, BİM’in Le’Cola’sı ve Ülker’in Cola-Turka’sı ile devam etti.
Kristal Kola zaten sadece adı kola olan bir içecekti ve tutmadı. Cola-Turka
agresif bir reklam kampanyasıyla girdiği piyasada kendine iyi bir yer edinse de
zamanla piyasadan neredeyse tamamen silindi. Bugün elimizde sadece Le’Cola var.
Le’Cola’yı hiç denemediğim için lezzeti ve kalitesi konusunda bir yorum
yapamam. Ama o en tanınan kola markasının yıllar önce BİM mağazalarında
satılmaya başladığını göz önüne alırsak pek tutmadığını ifade edebiliriz.
Asıl konumuza dönecek olursak, Ak Parti iktidara geldiğinden
beri tıpkı muhafazakar insanların global kola markalarına karşı verdiği
mücadeleye benzer bir siyasi tutum içerisinde oldu. Kamu kurumlarının hizmet
tarzını da bu “kola ile mücadele” mevzuuna benzer şekilde dönüştürdü. Yargı da
bu dönüşümden kendi payına düşeni aldı. Son yazdığım benzetme şu anlama
geliyor; Muhafazakarların “yerli ve milli (!)” kola denemeleri yaparken “tatsız
tuzsuz” şeyler ürettikleri gibi, AKP iktidarına bağlı kamu kurumları ve
özellikle AKP’lileşmiş yargı da aynı şekilde “tatsız tuzsuz” kamu hizmeti
üretmeye başladılar.
Gülşen adlı şarkıcının tutuklanması da bu tatsız tutsuz
yargı hizmetinin bir yansıması sadece.
Peşinen belirteyim Gülşen’in İHL’liler için yaptığı açıklama
gerçekten terbiyesizce. Açıklamanın savunulacak hiçbir tarafı yok. Ama böyle
bir açıklama yapması nedeniyle tutuklanması hukuka açıkça aykırı.
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) adı verilen bir
kanun var. Bu kanun vatandaşların uyması için değil, kolluk görevlilerinin (polis/jandarma),
savcıların ve hakimlerin uymaları için getirilmiş bir kanundur. Üzerinde suç
şüphesi bulunan bir kişinin gözaltına hangi koşullarda alınabileceği,
ifadesinin nasıl alınacağı, gözaltında ne kadar tutulabileceği, sorgusunun
nasıl yapılacağı, soruşturma ve kovuşturmanın nasıl gerçekleştirileceği gibi
hususlar bu kanunda düzenlenmiştir. Yine, kişi hakkında hangi koşullarda
tutuklama kararı verilebileceği de bu kanunda düzenlenmiştir.
CMK’nın 100. maddesine göre bir kişi hakkında tutuklama kararı
verilebilmesi için kişinin kaçma ve/veya delil karartma şüphesinin olması ve
yine işlenen suçun CMK 100’de sayılan katalog suçlardan olması gerekmektedir.
Gülşen’in tutuklanması olayında ise bu koşullardan hiçbiri
söz konusu değildir. O nedenle hukuka açıkça aykırı bir tutuklama söz konusu.
İşin kötü tarafı tutuklama talep eden savcı da tutuklama kararı veren hakim de
biliyor bunu. Ama “takdir hakkı” kılıfı altında açık bir hukuksuzluğa imza
atmaktan geri durmuyorlar maalesef.
Tutuklama kurumu tedbir niteliğinde bir yaptırım olmasına
rağmen yargı organları tarafından bir cezalandırma aracı olarak kullanılıyor.
Tabi, Gülşen olayı Türk yargısının ilk ve tek hatalı vukuatı değil maalesef.
Türk yargısı özellikle Ak Parti iktidarı döneminde çok fazla sayıda ve son
derece hoyrat bir şekilde hukuksuz tutuklama kararlarına imza atıyor.
Yargı eliyle yapılan bu hukuksuzluklar, yargıyı adaltesi
tesis ederek ülkeyi daha yaşanabilir hale getirmesi gereken bir kurum olmaktan
çıkartıp siyasi iktidarın sopası haline getiriyor. Öte yandan vatandaşların
yargıya duyduğu güveni de ortadan kaldırıyor.
Yargı sistemi kendi yaptığı bu hatalı uygulamalara hukuk
diyor. Yanlış, Türk yargısının bu uygulamalarına dense dense Le’Hukuk denir!!