Her gün karşılaştığımız acı ve çirkin o kadar örnek var ki… Bunlar
Türkiye’nin nereden nereye getirildiğinin işaretleridir. Bir DTP’li
milletvekili PKK’lıları “kardeşlerimiz” olarak isimlendiriyor. Onlara
terörist denemez diyor.
Sayın Cumhurbaşkanı Gül, davetiyesini “Türkiye Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül” olarak yazdırıyor. Kısaca muhafazakârlık görüntüsü
altında geleneklere karşı çıkıyor. Cumhurbaşkanının ünvanından
“Cumhuriyet” adeta buharlaşıp uçuyor. Sayın Gül mozaikten bahsediyor.
Bir ünvanlı yazar kitabında açıkça şunları yazıyor: “Kürt sorunu,
çok-etnikli bir imparatorluğun yirminci yüzyılın başlarında tescil
edilen çöküşünden doğmuş, … gasp edilen bu hakkın yeniden ele
geçirilmesi, diğer bir deyişle, yeni bir ulus-devlet kurma imkânının
kazanılmasıdır.” Kitap İletişim Yayınları dizisinden çıkmış. Bu
örnekleri çoğaltmak mümkün. Bazıları buna Türkiye’nin demokratikleşmesi
veya modernleşmesi de diyebilir. Ancak, hiçbir ciddi Batılı ülkede
böyle bir modernleşme ve demokratikleşmenin izine bile rastlanmıyor.
Tam tersine farklılıklar reddediliyor. Kültürel çoğulculuk ancak kendi
dışlarında düşünülebiliyor. Genelde hedef alınan coğrafyalarda…
Bir ara basına da yansımıştı. Belçika’da doktora yapan bir Türk
öğrenciye tez hocası açıkça ihtar eder: “Tezinde Ermeni soykırımı
iddialarına yer vermemezlik yapma! Aksini kabul edemem. Çünkü benim
meclisimden bu doğrultuda karar çıkmıştır.” İspanya’da ETA’nın siyasi
kolu Batasuna Partisini ve örgütü öven takibata uğrar, yargılanır ve
hapse girer.
“Oryantalizm” isimli bir kitap yazan Edward Said, “Oryantalizm
Doğunun Batılılaştırılmasının tezidir.” diyor. Bir bakıma Batının
Doğuyu elindeki üstün güç ve malzeme ile kuşatmasıdır. Bu sadece
keşfetme değildir. Bu kuşatma, bugün küreselleşme olarak kullanılıyor
ve ülkelerin ekonomik kaynakları talan ediliyor. Sosyal ve etnik
yapılarına Batının çıkarlarına uygun şekil veriliyor. Üniter milli
devlet ufalanıyor. Alternatif mahalli egemenlik alanları yaratılıyor.
Dünkü sağdan ve soldan birçok aydın devşirilerek ülkesine karşı
kullanılıyor.
Türkiye’de bu amaçla Yerel Yönetimler Temel Yasa Tasarısı ve Anayasa
değişikliği gibi konular kullanılıyor. Bir ara TCK’nun 301. Maddesiyle
uğraşılmıştı. Basından elde ettiğimiz bilgilere göre; Sivil Anayasada
Türklük daha kapsamlı ve geniş düşünülmeliymiş. Acaba 1982 Anayasasının
66. Maddesinde Türklük kapsamsız ve dar mı düşünülmüş? Hangi Anayasada
ırkçılığa özenilmiş? Tam tersine 1982 Anayasası kültürel Türklüğü
dışlayarak vatandaşlarımızı hukuken Türk sayma (vatandaşlık bağı)
peşine düşmüş. Biz Anayasada yazıyor diye Türk olmadık. Her şeyden
evvel Türklüğümüz hukuki değil; hem kültüreldir ve hem de soya dayanır.
Kendini Türk olarak hisseden hiç kimseye “Sen Türk değilsin” de
diyemeyiz. Kültürel Türklüğümüz Anayasada da ifade edilebilir.
Türkçe “Devletin resmi dili”dir. Bu ifadeden “devlet”i atarak Türkçe’yi gecekondu ve mahalli dillere ortak edemeyiz.
Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez
maddeleri ile oynamayınız. Sırtınızı bir yerlere de dayamayınız. Bu
önemli konuda da STK’na önemli görevler düşmektedir. Yasalar içinde
milli tepkiyi ve direnişi ortaya koymak vatandaş olmanın gereğidir.
Kısaca adam olmaktır. Bundan önce TCK’nun 301. Maddesiyle ilgili
Ankara’da ve İstanbul’da yapılan geniş katılımlı basın toplantıları
etkili olmuştur. Türkiye’den yana olan, dışarıdan yönlendirilmeyen
kuruluşlar gereğini yapmalıdırlar. Her şart altında ve dönemde
demokratik ve yasal mücadele sürdürülmelidir. STK’nın yapacağı çok iş
vardır.
Eğer demokratikleşme ve insan hakları konularında bir şeyler
yapacaksak, Türkiye’yi yönetenlere karşı ülkeyi savunurken; artık
Avrupa ülkelerinin ayrılmaz birer etnik parçası haline gelen yurt
dışındaki vatandaşlarımızın Türkçelerine getirilen yasaklarla
uğraşalım. Avrupa’da ayağa kalkan yabancı düşmanlığı ve ırkçılıkla
mücadele edelim. Bir Nijeryalının İstanbul’da ölümü ile ilgilendiğimiz
kadar Londra’da öldürülen ve 21 gün cenazesi ailesine teslim edilmeyen
Evren Anıl ile de ilgilenelim.