Milli ve uluslar arası seviyede sonuçlar doğuran küreselleşme, kurumsallaşma çerçevesinde anlaşılması gereken bir konu haline gelmiştir. Sorun çözme ve karar alma mekanizmalarının milletüstü (ulusüstü) yapılara yerini bırakması ve bu yapıların belli hiyerarşilere göre yönetilmesi amaçlanmaktadır. Böylece, “mahallilik” (yerellik) ve millilik (ulusallık) kavramlarının evrenselleşmeye doğru bir değişim geçirmesi öngörülmektedir.
Dünyanın tek merkezli bir alan haline geleceği iddiaları yaygındır. Meselâ, bölge kalkınması da milli ve mahalli seviyeden milletüstü seviyeye taşınmakta; soru işaretleriyle dolu bölge kalkınma ajansları devreye sokularak ferdi girişimciliğin desteklenmesi, bölge kalkınması için AB fonlarının ve devlet desteğinin sağlanması hedeflenmektedir. Öte yandan kamu harcamalarını arttırıyor diye İngiltere bile bu ajansları kapatmıştır.
Aslında Dünyayı küreselleştiren güç ve güçler ile küreselleştirilenler aynı resim içinde yer almaya zorlanmaktadır. Küreselleşmenin küresel bir egemenlik peşinde koşması ve milletüstü kurumsallaşma eğilimleri, oldukça tenkit çekmiştir.
Sanayileşmenin adeta ilk dönemlerini andıran hangi şart altında olursa olsun şartsız ve kontrolsüz büyüme ve üretim nöbeti, kaynakları insafsızca kullanma tekrar gündeme gelmiştir. Bu süreç biyolojik çevrenin, tabiatın ve tabiattaki canlıların tahribatını da hızlandırmıştır.
Tüketim hırsı, kârı ve faydayı en çoklaştırma nöbeti, her değeri silip süpürmektedir. Tüketim hırsı, sanal gelirlere dayandırılınca, fert ve gruplar ile devletlerin borçlandırılması bir kısır döngü gibi sürdükçe; küresel kriz de kaçınılmaz olmaktadır. Küresel olarak ifade edilen bu kriz, bir bakıma Dünyaya egemen olmak isteyen siyasi destekli yeni ekonomik güçlerin (çokuluslu şirketlerin vb.) artık ayak bağı olan dünün ekonomik güçlerinden ve kurumlarından kurtularak yeni ufuklara ve pazarlara açılmak olarak da tanımlanabilir.
Dünyanın kaynaklarını ele geçirme, aşırı şekilde kullanma ve istismar edebilmede milli devletler üstü bir kurumsallaşmaya ihtiyaç olduğu ortaya çıkmaktadır. Milli devletler ve onların vatandaşlarının milli menfaatlere bağlı kalmaları statükoculuk olarak etiketlenmektedir.
Bu süreçte; tek taraflı ve hâkim ekonomiler lehine işleyen serbest piyasa ekonomisine, liberal değerlerin yerleştirilmesine, emperyal demokrasinin kurumlaştırılmasına ihtiyaç vardır. Bundan dolayı değişik milli devletlerde yasa ve anayasa değişiklikleri ön plana çıkarılmaktadır. Ekonomik kaynaklar ve kuruluşlar talan edilmekte; ülkeler küreselleştirmeye uyumlu hale getirilmektedir. Ekonomik yapı kadar sosyal yapı ve doku, yerel sorunlar, etniklik ve mezhep farklılıkları esas alınarak bütünlükçü değil, çatışmacı, parçacı eğilimler desteklenerek milli devletlerin savunma ve direnme gücü yıpratılmaktadır.
Bu süreç, hâkim ekonomi ve onu siyasette kullanan hâkim ülkelerce sürdürülmektedir. Onlara göre; ekonomik büyüme arttıkça; hem refah düzeyi, fert başına düşen milli gelir artacak, eşitsizlikler ve yoksulluk müdahaleye ve sosyal devlet araçlarına gerek kalmadan ortadan kalkacaktır. Bunun için devlet ekonomiden çekilmelidir. Onun yerine çokuluslu şirketler ve sus payı verilen yerli ortaklar geçmektedir. Sosyal politika ve devletin müdahaleleriyle kamu kaynakları sosyal adalet amaçlı ve üretken olmayan alanlardan uzaklaştırılmalıdır.
Bu mantık küresel rüzgarlarla estirilmekte, reel sektör ve üretici, gerekli desteği bulamamakta, kur politikaları, ihracatı değil; ithalatı prim yapar hale getirmektedir. Devamlı artan cari açık sıcak paradan medet umar hale gelmekte ve ülkeler kuşatılmaktadır. Gelişmekte ve önü açılan ülkeler bu kuşatmayla daha çok karşılaşmaktadırlar.
Küçük ve orta ölçekli sanayi, yan sanayi daralmakta; ara malı ithalatı artmakta, işsizlik büyük sorun olmaktadır. Dış bağlantılı büyük sermayenin önemli bölümünün ölçek büyütmeye teşvik edildiği ve yabancı sermayeyle ortaklığa zorlandığı görülmektedir. Ancak, zamanla önce ortak olan, hisselerin bir kısmını eline geçiren yabancı sermayenin, o ekonomik şirket veya kuruluşları bütünüyle ele geçirmesi; hem siyasi, hem de ekonomik bakımdan önlenemez olmaktadır.
Sağ- sol ideolojik ayırımı bile milli (yerli)-küreselci (teslimiyetçi) şekline dönüşmüştür. Bundan dolayı sağın ve solun milliyetsiz kesimleriyle eski aşırı sol, liberal ve sözde İslamcı ittifakı doğmaktadır.