Konudan Konuya (45) 

108

     Bazıları; zâtında doğru, muktezayı hâle göre yanlış hükümlerle; yapılması gerekeni yapmıyor, üstelik bunda kendini haklı buluyor! Evet Şeytan ve Nefis insanı doğru yoldan saptırmak için, görünüşte doğru sanılabilecek, öyle mantıkî telkinâtta bulunuyorlar ki; iyice düşünülmediği takdirde, o sözlere inanmamak ve onlara kapılıp aldanmamak hiç de kolay değil. 

     Meselâ, namaz kılmak isteyene yaklaşarak; “Allah’ın huzurunda akıl, hayal ve fikrinden menfî / olumsuz neler neler gelip geçiyor! Bunlar zihninde dolaşıp dururken, Allah’ın huzuruna nasıl çıkar, karşısında kullukta bulunmaya nasıl cesaret edersin? Allah’ın huzuruna ancak tertemiz bir kalple çıkmalısın. Önce kalbini arıt, temizle. Sonra huzurunda namaza dur.” 

     Gerçekten namaza duran herkesin hayalinden; ipe sapa gelmez neler geçmez ki! Bu durumda namaz kılamayacağına göre, “En iyisi böyle  kılmaktansa, namazdan el çekmek en doğru hareket olsa gerek!” diyerek, seccadeden geri çekilir. Namaz kılmaktan vazgeçer! Zaten Şeytan’ın istediği de budur. 

     Halbuki, insan biraz düşünse, Allah’ın huzuruna çıkan hiç kimse, zihin ve hayalinden geçen menfî ve hoş olmayan bu çeşit duygu ve düşüncelerden uzak kalamaz! Bunlara mâni de olamaz! 

Bu durumda bilmeli ki; kul iradî, kendi isteği dışında ve kendisine rağmen; akıl, fikir ve hayalinden geçen; asla kabul etmesi mümkün olmayan, bu çeşit zihnî faaliyet ve görüntülerden mes’ûl ve sorumlu değil. Çünkü bütün bunlar kendisine rağmen, isteği dışında olan; manevî, menfî esintilerden başka bir şey değiller. Üstünde durursa kendini meşgul eder. Durmazsa, kendiliğinden çekip giderler. 

     Bu hâleti rûhiyeden kurtulmanın yolu çok kolay. Beynimiz, hayal ve düşüncelerimiz; istemediğimiz, bize rağmen oluşan menfî fikir, düşünce ve hayaller için, bir menba / kaynak değil. Sadece bir mazhar. Yani menfîliklerin zuhur ettiği yer. Konduğu mekân. Göründüğü ekrandır. Ekranda görülenler ise, ekrandan değildir. Bize rağmen ortaya çıktıkları için, asla mes’ûl / sorumlu değiliz. Endişeye hiç mahal yok. Namazımıza engel falan değiller. 

     Çünkü, aynada görülen yılan ısırmaz. Aynada görülen pislik, bakanı kirletmez. 

     İşte endişe ettiğimiz, kendimize yakıştıramadığımız, fakat bize rağmen oluşan fikir, görüntü ve düşünceler; aynada görülen yılan ve pislikler gibidir. Binaenaleyh, sorumlu olmayız. Velhasıl endişe edilecek bir durum söz konusu değil. “İt ürür, kervan yürür.” diyerek namazlarımıza devam edelim, Şeytanın oyununa gelmeyelim. Doğru gibi görünen bâtıl görüşlerine, verdiği evham, vehim ve vesveselere kulak asmayalım. “Yolcu yolunda gerek.” diyerek, bildiğimiz yoldan şaşmayalım. 

     x 

     Bir kimsede gördüğümüz kusur, noksan ve eksiklikten, yanlış bir davranışı veya doğru olmayan bir sözünden dolayı; hemen onu İslâmdan çıkarıyor! Müslümanlıktan atıyor! İnsanlığı bile ona çok görüyoruz! “Ne biçim Müslüman?” “Müslüman böyle olamaz!” “Böylelerine Müslüman denmez ve denmemeli!” gibi yakışıksız, uygun olmayan sözler sarfediyoruz! 

     Halbuki bilmeliyiz ki: “Bazen söz küfürdür, fakat sahibini kâfir etmez.” Çünkü çok zaman; düşünmeden, gayri ihtiyarî olarak, şuuruna vardığımızda kendimizin bile kabul edemeyeceğimiz sözler sarfetmek hatalarına düşüyoruz!   

     Öyle Yüce, öyle Büyük bir Rabbimiz var ki: “Mağfiret ve merhametim, gazâbımı geçmiştir.” mealinde; müjdeleyici, ümitlendirici ve rahatlatıcı sözüyle, inananları rahmetiyle nasıl kuşattığını nazara vererek; kullarına kendisinden asla ümit kesmemelerini söyleyerek; yolundan ayrılmamaları gerektiğini hatırlatmaktadır. 

     Yüce Rabbin merhameti öyle geniştir ki, zerre kadar imanı olanı; er geç ebedî hayat, saadet ve mutluluğa kavuşturacağını beyan etmekte. Zerre kadar imanı olmamak ise, çok zor ve hattâ imkânsız! Öyle ise, asla ümitsizliğe düşmemeli. Zaten Yüce Allah’ın tasvip etmediği hususların başında, kulun kendisinden ümit kesmesi gelir. Nitekim kul; bir kişi cennete girecek dense, onun kendisi olmasını istemekle. Yine Cehenneme bir kişi konacak dense, o kişinin kendisi olmaması için, elinden geleni yapmakla mükellef ve yükümlüdür.                                                                                                                                                  

Önceki İçerikMilliyetçiler İktidar Olamaz
Sonraki İçerikİlkelerinden Sapmadan Gelişmek ve Olgunlaşmak
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.