Her şey iki yönlüdür. Müsbet – Menfi: Müsbet Felsefe – Menfi Felsefe, Müsbet Milliyet – Menfi Milliyet / Irkçılık gibi. Hiçbir şey hakkında ne tamamen kabul, ne de tamamen ret durumuna düşmeyelim. Her şeyin doğrusuna doğru, yanlışına yanlış diyelim.
“Huz ma safa, da’ ma keder.” / “Her şeyin iyi, güzel ve doğru olanını al. Kötü, çirkin ve yanlış olanını bırak.” düstur ve prensibimiz olmalı
Çünkü dünya zıtlar dünyasıdır: Güzel – Çirkin, İyi – Fena, Doğru -Yanlış vb.
x
Yeri gelince herhangi bir millet adının zikredilmesi tabii karşılanırken; -ne hikmetse- Türk milletinin adı söylenince, hemen o kişiye ırkçı gözüyle bakılıyor!
Nedir bu milletin adına karşı gösterilen tahammülsüzlük, hazımsızlık ve saygısızlık?
Bu millet Müslümandır. Zaten Türk demek, Müslüman demektir. Başka hiçbir millet adında bu iki mânânın kendisinde birleştiği başka bir millet yoktur. Mesela Arabın Hristiyan olanı da var Müslüman olanı da. Fakat Türk, Müslüman değilse Türk de değildir. Yani Türklüğünü muhafaza edemez. Macarlar gibi. Nitekim Avrupalının aklına, Türk deyince Müslüman, Müslüman deyince Türk gelir.
“Türk” denen bu millet adının hazmedilmemesi, o raddeye vardı ki, İstanbul’un fethi bu millete nasip olduğu için, İstanbul hakkındaki hadîsi bile reddedenler var! Bu nasıl bir taassup aman Ya Rabbi?
x
Açılan dükkânda her şey olsa da, terazi bulunmasa, iş yapabilir mi?
Açılan kumaş mağazasında her kumaş olsa da, metre bulunmasa, alış veriş olur mu?
Akîde / inanç çerçevesi bilinmeden, büyüklerin sözleri ve eserleri anlaşılabilir mi?
Hakikat ve hurafelerin birlikte bulunduğu bir ortamda; doğru ve yanlışları tartacak bir hak terazimiz yoksa, nasıl fikir alış verişinde bulunabiliriz?
Unutmayalım ki, hak ve doğru bir, yanlışlar sayısızdır. Yanlışlarla uğraşırken, birini doğru diye kabullenebiliriz! Oysa doğruyu bilenin yanlışı bilmeye ihtiyacı yoktur. Onu hemen tanır ve reddeder. Meselâ: İki kere iki dört eder. Bu bir gerçektir. Artık iki kere üçün veya iki kere beşin vb. dört etmediğini bilmeye ihtiyaç yoktur. İki kere ikinin dört olduğunu bilen, bunun dışındakileri zaten reddeder. Evet doğru ve gerçeği bilmeyen, herhengi bir yanlışı doğru diye kabul edebilir. Fakat doğruyu bilen yanlışla karşılaştığında onu hemen reddeder. Çünkü hak ve doğru bir tane, yanlışlar sayısızdır. Öyleyse hak ve doğruları bilmeye çalışalım; eğri ve yanlışlarla vaktimizi zayi etmeyelim.
x
Hz. Hüseyin: “Ey insanlar! Bedir, Uhud, Hendek savaşlarını hatırlayın. Allah Rasulü o savaşları, ‘Beni seveceksin, beğeneceksin, kabul edeceksin, bana biat edeceksin’ diye yapmadı. Tam tersine o savaşlar, Rasulullah’ı kabul etmek istemeyen ve ortadan kaldırmaya çalışan zorbalara karşı var olma savaşıydı. Rasulullah, ‘Bana tapının, benim önümde eğilin, bana çıkar sağlayın!’ dememişti. O, ‘Çalmayın, çırpmayın, adaletsiz davranmayın.’ diyerek sadece Allah’ın sözlerini hatırlatmıştı. Üstelik bu sözleri hatırlayan ve emirlerine uyan kişinin kendi kemâliyle buluşması ve ölümsüz bir hayata kavuşması söz konusuydu. O nedenle cihad sadece dışınızdaki düşmanlara karşı değil, içinizdeki düşmanlara karşı da geçerliydi, içinizdeki en büyük düşmanınız ise, doymak bilmeyen hırsınız, bitmek bilmeyen sahiplenme arzularınız, öfkeniz, kinini, kibriniz ve cehaletinizdi, asıl onlarla savaşılması gerekiyordu. Dedem Rasulullah, Mekke fethinden sonra, ‘Küçük cihad bitti, şimdi büyük cihad başladı.’ derken bunu kastetmişti.” (Vehbi Bardakçı, Kerbela, s. 352)
x
Hz. Muhammed, insanlara ne olduklarını söylemedi. Ne olmaları, nasıl olmaları icap ettiğini söyledi. Çünkü bir düşman çok, bin dost azdır. Bir düşmanın yapacağı fenalığı, bin dost önleyemez. Zira düşman, yapacağını sinsi ve gizli olarak yapar. Dolayısıyla önlenmesi imkânsız bir mahiyet arzeder.