Toplumlarda
birey psikolojisinin kitle psikolojisinden farkı anlaşılmadan sosyal olayların
yorumlarını yapmak mümkün değildir. Bireysel olarak insanların normal ve masum
olmaları kitle hareketlerinin içinde aynı normal değerlerini koruyacağı
anlamına gelmemektedir. Bugün Türkiye nüfusunun içine almış olduğu yabancı
unsurlara karşı Türk vatandaşları çeşitli tepkiler gösterebilmektedir. Bu gösterilen
tepkilerin esasında devleti yönetenler tarafından topluma dayatılan yeni
yapılanmaların sonucu olduğunu çok insan görmemektedir.
Çok yakın zamanlarda Bosna’da meydana gelen olaylar yıllarca birlikte
yaşamış insanların bir anda kitle psikolojisi ile birbirine düşman edildikleri
görülmüştür. Sırpların ve Hırvatların, Boşnaklara yapmış olduğu zulümler hâlâ
hatırlardadır. Nasıl oluyor da bireysel olarak ele alındığında bir gün önce
kapı komşusuyla iyi olan bir insan bir gün sonra onunla kanlı bıçaklı
olabilmektedir. Balkan ve I. Dünya Harbi sırasında Türklere uygulanan zulüm,
isyan ve ihanetlerde yine kitle psikolojisi içinde insanların birey olarak iyi
fakat sosyal psikoloji açısından kontrol edilemez bir imha makinesine dönüştüğü
görülmüştür. Türkiye’yi yönetenlerin bu tarihi tecrübeleri ve insanlığın yaşamış
olduğu sosyal psikoloji deneyimlerini unutmaması gerekmektedir.
Hiçbir Türk tarafından herhangi bir savaş nedeniyle geçici sığınmacı
olarak Türkiye’ye gelen insanların bireysel anlamda masumiyetleri inkâr
edilmemektedir. Fakat Türkiye’nin geleceği açısından bu insanların ileride
kitle psikolojisi içinde Türklere karşı nasıl duygular besleyeceğini tahmin
etmek zor değildir. İster el üstünde tutulsun ister tepki gösterilsin bu
kitleleri topyekûn hoşnut olmaları mümkün değildir. Türk toplumunun içine bu unsurları
katacaklarını ve bu toplulukların Türk milletine minnet-teşekkür duygularını
hissedeceğini düşünenler kuru bir hayal içindedir. Geleceğin Türkiye, Ortadoğu
ve dünya gerçeğini ilmi veriler ışığında yorumlayıp hem Türk milletinin istikbal
ve istiklalini hem de Türkiye’ye başlangıçta geçici sığınmacı statüsünde alınan
insanların kendi ülkelerine dönerek refah ve mutluluk içinde yaşamaları için; bilim
insanları ile politikacılar gerçekçi adımlar atmalı ve altından
kalkılmayacak maceralara girişilmemelidir. Günlük gazete haberlerinde ve TV
kanallarında bu konular duygusal veya tepkisel beyinlerin bakış açısından
değerlendirilmektedir. Tepkisel beyin; beyin kökü, duygusal beyin; limbik
sistem temellidir. Olması gereken akıl ve mantık çerçevesinde beyin kabuğu
dediğimiz korteksin öncülüğünde bu üç beyin kısmının birlikte analitik ve
sistematik düşünce verileri ile hareket etmesidir.
Türkiye’de ilahiyatçı-yazar bir konuk TV programında (21. Ağustos. 2021)
Hz. Yusuf (AS) kıssasını sembolik dille yorumlarken birden bire 30. dk 55.sn’de
Hz. Yusuf’un köle pazarında satıldıktan sonra “mülteci durumuna düşmüş bir
Afgan, bir Suriyeli vs. böyle düşünebiliriz” diyebilmektedir. Bilindiği gibi Hz. Yusuf (AS) Mısır’a kendi
isteği dışında gitmiştir (kardeşleri tarafından kuyuya atılmış sonra
kervancılar onu kuyudan alıp Mısırda köle olarak satmışlardır). Bir TV
kanalındaki konuk Hz. Yusuf’u (AS) anlatırken Afgan ve Suriyeli örneğini bir
anda verirken aklına ve sözcüklerine bir Doğu Türkistan, Kırım, Kerkük kısaca
Türk gelmemektedir. Onlara “Asırlardır Türklere uygulanan zulümler
onların yaşadığı göçler hiç mi aklınıza dilinize düşmemektedir” diye Türk
evladı sormalıdır.
Türk Milleti bilinçaltına dayatılan, Arapların “kavmi necip” (üstün
kavim) oldukları iddiasına inandırılmaya çalışılmaktadır. Afganların zulümden
kaçtıkları söylenirken Çin zulmünden kaçan Uygur Türklerine sınırlar bu kadar
kolay açılmadığı gibi yüzlerine kapılar kapatılmakta Çin’e iade edilmek
istenmektedir. Üstüne üstlük atalarımızın kanla aldığı vatan topraklar
Hıristiyan, Siyonist, Budist vd. her türlü yabancıya satılıp üstüne üstlük Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlığı verilmektedir. Güzel yurdumuzu halklar açısından
mozaik yapmaya çalıştıkları gibi dinler itibariyle de mozaikler ülkesi haline
getirmek istemektedirler. Cumhuriyeti kuran iradenin millî, laik, demokratik
devlet anlayışından intikam almaya uğraşmaktadırlar.
Bu ortamda Türk halkı çaresizlik içinde konuşmaya çalışınca da hemen
ırkçılıkla itham edilmektedir. Türk milleti tarihin hiçbir döneminde ırkçı
olmamıştır. Fakat Sevgililer Sevgilisi Hz. Muhammed (O’na, Ashab-ı Güzine,
Ehl-i Beytine selam olsun), yakın arkadaşları ve ailesi Arap ırkçılığından
bizar olmuştur. Türk milleti içindeki her şahsiyete “abartılı olmadan”
saygı duyar; onun için her fert de “bir insandır” ve “insanlar bireysel
olarak iyi” kabul edilir. Bundan tabii de ne olabilir. Türkler toplumsal
olarak ötekileştirmezler. Türk Halkının, vatanlarını ellerinden almaya
niyetlenmiş; misafirlik değil mülk sahipliğine hazırlanan insanlara verdikleri savunma
refleksini ırkçılıkla suçlayanlara, tarihte Arap toplumunun kendilerinden
gayri Müslüman halkları nasıl ötekileştirdiğini ve onlara mevali (Müslüman
olmuş köle) dediğini hatırlatmak gerekmektedir. Üstelik kendilerinin dışında
birçok toplumu da Araplaştırmışlardır. O toplumlar dillerini unutup
Arapça konuşmaya başlamışlardır. Psiko-tarih açısından tüm bu gerçekler
toplumsal bilinçaltında halen mevcuttur.
Yıllardır yanlış bir dış politika, Türk Milletine “ensar (hicret-göç-
eden Mekkelileri kabul eden Medineliler)-muhacir (Medine’ye hicret –göç- eden
Mekkeliler)” benzetmesi ile yahut Kur’an-ı Kerim’de adı geçen bir
peygamber üzerinden örneklendirmeyle inandırılmaya çalışılması zihinlerdeki
algı kuşatması başlığı ile değerlendirilebilir. Hâlbuki Ortadoğu’da
cereyan eden ve insanların başına gelen felaketler bu coğrafyanın ilimle,
teknoloji ile bağının kopmasından dolayıdır. Asırlardır teknoloji
emperyalistlerin elindedir. Bu coğrafya insanını ve ülkelerini kan ve gözyaşına
boğmakta biri birlerine düşman etmektedir.
Sağlıklı yorumlar yapılabilmesi için bireysel ve kitlesel
psikolojinin bilimsel kaynakları değerlendirilmeye çalışılmalıdır: Gustav Jung, bizim kişisel
bilinçdışında bulunan diğer yüzümüzü “gölge” olarak
adlandırmaktadır. Gölge, içimizdeki, engellediğimiz her şeyi yapmak isteyen,
olamadığımız her şey olan varlıktır. Bir duygunun etkisine kapıldığımızda ya da
bir öfke nöbetinde “kendimde değildim” ya da “gerçekten bana ne oldu
bilmiyorum” diyerek kendimizi bağışlanır göstermeye çalışırken bu yabancı
kişilikle uzaklardan tanışmaktayızdır. Gerçek “bize olan” gölgemizin,
ilkel, denetimsiz ve hayvansal yanımızın ortaya çıkmasıdır. Gölge aynı zamanda
kendini kişileştirir de: Birisinden özellikle hoşlanmadığımızda, bu
beğenmeyişin özellikle bir mantıklı nedeni yoksa aslında o kişideki bize hoş
gelmeyen bir nitelikten kuşku duyulmalıdır. Gölge, kişisel bilinçdışıdır.
Toplumsal standartlara ve bizim ideal kişiliğimize uymayan tüm vahşi istekler
ve duygulardır. Utanç duyduğumuz ve kendi hakkımızda bilmek istemediğimiz her
şeydir (Fordham 1999: 61).
Bilinçdışının bu yönlerini açıklamada gölge sözcüğünü seçerken, Jung’un
aklında yalnızca ana çizgileriyle, karanlık ve belirsiz bir şeyi önermekten
daha fazlası vardır. Kendisinin belirttiği gibi, güneş olmadan gölge olamaz ve
(kişisel bilinçdışı anlamında) bilincin ışığı olmadan “Gölge” söz konusu
olamayacaktır. Işık ve karanlığın, güneş ve gölgenin gerekliliği şeylerin
doğasında vardır. Gölge kaçınılmaz bir olgudur ve insan o olmaksızın bütünleşememektedir.
Boş inançlar, gölgesi olmayan bir insanın (doğal, fiziksel gölge) şeytanın ta
kendisi olduğunu ileri sürerler. Öte yandan bizler insan doğasının mayasında
biraz olsun kötülük bulunması gerektiğini içgüdüsel olarak kavramışçasına, “inanılmayacak
kadar iyi yürekli” olduğu görülen birisine kuşkuyla bakıyoruzdur (Fordham
1999: 62).
Psikoloji bakımından kitle tabiri
büsbütün başka bir manada kullanılır. Bazı muayyen hallerde ve yalnız bu
hallerde bir insanlar topluluğu, onu vücuda getiren ayrı ayrı fertlerin malik
oldukları karakterlerden çok farklı yeni karakterlere sahip olur. Şuurlu
şahsiyet ortadan silinir, bütün bu birleşmiş fertlerin fikirleri ve hisleri tek
bir istikamete yönelir. Şüphesiz, geçici, fakat pek açık hususiyetler gösteren
bir kollektif şuur teşekkül eder. Kitle bir tek varlık haline gelir ve “Kitlelerdeki
zihniyetin tekleşmesi kanunu”na tabi olur (Le Bon 1976: 32). Bir psikolojik kitlenin en çok göze
çarpan hususiyeti şudur: Kitleyi meydana getiren fertler kimler olursa olsun;
yaşama tarzları, içgüdüleri, karakterleri yahut zekâları ister benzer ister
ayrı olsun, kalabalık haline gelmiş olmaları onlara bir nevi kollektif ruh
aşılar. Bu ruh onları, her biri tek başına, ayrı ayrı bulundukları halde
duyacaklarından, düşüneceklerinden ve yapacaklarından tamamıyle başka
hissettirir, düşündürür ve yaptırır. Bazı fikirler, bazı hisler ancak kitle
halinde bulunan fertlerde zuhur eder veya fiil sahasına çıkar. Psikolojik
kitle, bir an için birbiriyle kaynaşmış, bir birinden farklı (gayrı mütecanis)
(heterojen) unsurlardan toplanma geçici bir mahlûk gibidir. Tıpkı canlı bir
vücudun hücrelerinin bir araya gelerek, bu hücrelerden her birinin malik olduğu
hususiyetlerden pek farklı hususiyetler kazanmış bir varlık teşkil etmeleri gibidir
(Le Bon 1976: 34). Kitle davranışı
konusunda Fransız sosyolog Gustave Le Bon’un çalışmaları ilk teorik çalışmalar
diyebiliriz. O Fransa’da büyük çalkantıların olduğu dönemde yaşamıştır. Kitle
ona göre barbar, saldırgan ve şiddete eğilimlidir. Le Bon, kitleleşme
sürecini üç psikolojik mekanizma ile açıklar; anonimlik, bulaşma ve telkine
yatkınlıktır. 1848 devrimiyle 1871 Paris Komününde yer alan büyük devrimci
kalabalıkları araştırmış ve onlara ilişkin eserleri okumuştur. Le Bon,
kalabalıkların “ilkel, bayağı ve irkiltici” davranışları karşısında
dehşete düşmüştür: Kalabalık içerisinde insanların uygar/bilinçli
kişilikleri yok olmakta, onun verine vahşi bir hayvansı içgüdü geçmektedir.
Le Bon şuna inanıyordu: İnsan, salt organize kalabalığın bir parçası olmakla
uygarlık merdiveninden birkaç basamak aşağıya iner. Yalnızken aydın bir
bireydir o, ama kalabalık içersinde tam bir barbardır yani içgüdüleriyle
hareket eden bir mahlûk olur. Le Bon’a göre kalabalıklar
ilkel ve türdeş davranışlara yol açar, çünkü:“• Üyeler anonimleşir ve
dolayısıyla eylemlerinden dolayı kendilerini kişisel olarak sorumlu
hissetmezler;• Bulaşma süreciyle birlikte fikirler ve duygular hızla ve tahmin
edilemez biçimde yayılır;• Ortaya atılan fikirlerle (hipnoza benzer bir
süreçtir bu) bilinç dışı anti-sosyal güdüler (insan soyunun ilk başlardaki
yabanıllığı) açığa vurulur. Le Bon’un görüşleri bugün de önemini korumaktadır”
( Hogg&Vaughan 2014: 428). Daha sonra bu kuram Freud üzerinde de etkili
olmuştur. Freud kalabalığı, bilinç dışını serbest bırakan topluluk diye
tanımlar. Ona göre iki çeşit
psikoloji vardır: Grubun bireysel üyelerinin psikolojisi ve babanın, şefin
ya da liderin psikolojisi. Bireysel psikoloji de etkili olan süper egonun
yerini kitle psikolojisinde lider almaktadır. Lider (ilkel dönemin atası)
kitlenin id’ini bilinç dışını kontrol eder İlkel dönemlerde diğer insanlar
sadece liderin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmıştır. Onun egosuna karşı
çıkmak sadece gerekli olan şeyleri vermek dışında hiçbir şey getirmemiştir.
İnsanoğlunun tarihinin en başında, lider bir “ilk baba” idi. Bugün bile bir
grubun üyeleri, eşit oldukları ve liderleri tarafından sevildikleri yanılgısına
ihtiyaç duyarlar. Ancak başkaları değil, liderin kendisi sevgiye ihtiyaç
duymaktadır. Liderin belki de buyurucu bir doğası vardır; bu oldukça
narsisliktir, kendine güvenlidir ve bağımsızdır (Freud 2014: 56). Bir diğer önemli kuramcı McDougall
kalabalığı şöyle karakterize etmiştir: “Kalabalık aşırı derecede
duygusaldır, dürtülerine göre hareket eder, tahripkârdır, kaypaktır,
kararsızdır, eylemlerinde aşırıdır, sadece kaba/inceltilmemiş duygularını onaya
serer; çok kolay etkilenir, karar verirken aceleci davranır, bir meselenin
önünü ardını düşünmez, basit ve kusurlu uslamlamalar (aklileştirmeler) yapar,
kolayca çekip çevrilebilir, öz-bilinçten yoksundur, öz-saygısı yoktur,
sorumluluk duygusu taşımaz, kendi gücünün bilinciyle sürüklenmeye hazırdır;
böylece bütün sorumsuz ve mutlak güçlerden beklediğimiz bütün tezahürleri
sergileme eğilimi içindedir.” (Hogg-Vaughan 2014: 429). Hem Le
Bon hem de Freud açıklanan kitle hareketlerinin bulaşma özelliğini vurgular.
Le Bon’un kitle modelinde bulaşma hızlı ve beklenmedik şekilde sonuçlanır.
Freud ise bulaşmayı
şu şekilde açıklar; kolay saptanabilen, ama nedeni açıklanamayan bir olaydır ve
hipnotik fenomenler kapsamına sokulması gerekir. Kalabalıkta her duygu, her
davranış sâri (bulaşıcı), hem de ileri derecede sâridir; öyle ki, bireyin kendi
kişisel çıkarını kitle çıkarına feda ettiği görülür. Bu ise, ancak kitlenin bir
parçası durumunda ele geçirilebilip, onun doğasına düpedüz aykırı düşen bir
yetenektir ( Freud, 1975: 16).
Ahmet
Hamdi Tanpınar’ın gençlik senelerindeki okumalarıyla münasebet kurduğu ve
kendisindeki mistik algıyı besleyen bir kaynak H. Bergson’un (1883) sezgi
felsefesidir. Tanpınar’ın Bergson’dan daha ziyade “zaman” anlayışı bakımından
etkilendiği bilinir. Bergson’a göre zaman, yalnız iç hayatımızın
konusu değil, bütün cihanda geçen, her an tesiri görülen evrensel bir kanundur. Oluş yahut süre, bütün kâinatta mevcut ve ondan ayrılmaz bir
haldedir. Hakiki zaman, kâinatı olduğu gibi aynen bırakmaz. Çünkü o eşyayı
kemiren, üzerinde dişlerini bırakan bir hamledir. Tekâmül, geçmişin halde
devamıdır. Dünya tekâmül ederken, bütün geçmişini hatırlıyor demektir. Bergson
felsefesi psikolojiye yabancı değildir. İnsan bilincinin aşamalarına ait
açıklamaları önemlidir. Fiziki gerçeklik ile sezgisel gerçekliği birleştiren
Bergson “bilinç dışını” “ zaman” ve “hafıza” olarak yorumlar. Ondan
etkilenen Tanpınar’da da Jung ve Freud yan yana yürür (
Şahin 2012: 442- 444).
Kolektif bilinç dışılığa bu açıdan baktığımızda kitle
bilincinin tarihsel hafızaya itildiğini “yekpare zaman” algısında
görebiliriz. Türk tarihinde büyük çoğunluğun da kitlelerin bilinç dışına
çıkarak “tarih” evrensel bir zamana dönüşmektedir. Balkanlarda Bulgar, Yunan, Sırp, Anadolu’da Ermeni,
Ortadoğu’da Arap vb. çeteler içgüdüsel bir davranışla yıllarca beraber
yaşadıkları komşularına karşı süper egolarını bilinç düzeyinden
kaldırmaktadırlar. Bilinç dışına ittikleri ve tarihî hafızalarında muhafaza
ettikleri Türk düşmanlığını şiddet ve nefret duyguları ile katliamlara
dönüştürebilmektedirler. “Kitlelerin zihni tekleşmesinin
psikolojik Kanununu” adeta
bulaşıcı bir hastalık gibi tarihin muhtelif safhalarında görmek mümkündür.
Kaynaklar:
Fordham, F. (1999). Jung
Psikolojisi, Say Yayınları, İstanbul.
Freud, S. (1975). Kitle
Psikolojisi, çev: Kâmuran Şipal, Bozak Yayınları, İstanbul.
Hogg, M. A ve Vaughan, G.
M. (2014). Sosyal psikoloji, Ütopya yayınları, Ankara.
Şahin, İ. (2012). Ahmet
Hamdi Tanpınar &Haz ve Günah, Kapı Yayınları, İstanbul.