Kolayı Zorlaştırma Gafleti

115

Hayat, zor mu? Bu hayat çekilmez, diyenlerden misiniz?
“Istırabım doğuştan / ben doğarken ölmüşüm.” dizelerini sıkça mı terennüm
ediyorsunuz?

Zor olan, hayat değil; hayatı zorlaştıran, insan. Allah,
insan için kolayı diler, “Gücünün yeteceği kadarını teklif eder. (Bakara 286)
İnsan, insanın niçin kurdu olsun ruhu olmak varken? Zorluk ve kolaylık, iyilik
ve kötülük, güzellik ve çirkinlik, dostluk ve düşmanlık bize göre anlam ve
değer kazanıyor. Biz ürettiğimiz için korku, öfke, zor, çirkin var. Biz
üretirsek, merhamet, diğerkamlık, sevgi, değerbilirlik de var. Her değerin
kaynağı da merkezi de insan olarak “biz”iz.

Hayat sınavının çok kolay olan sorularını zorlaştırarak,
kendimizi sınıfta bırakıyoruz. Arkasından niçin sınıfta kaldım, diye ağlıyoruz.
Ancak, bu sınıfın tekrarı yok. Kas ve kemiklerini güneşte iyice ısıtan yılan,
çevre kontrolüne çıkar. Bir marangoz atölyesine uğrar. Olacak ya, kuyruğu
marangozun iki tarafı dişli testeresine çarpar ve yaralanır. Yılan öfkelenir,
testereyi ısırır, ağzı kanla dolar. Kendisine saldırıldığını düşünen yılan,
testereye dolanır, güya onu hareketsiz hale getirecek, sıkboğaz edecektir.
Ancak, testere yılanın her yerini deler ve kanlar fışkırmaya başlar. Yılan, kan
kaybından ölür. Bir anlık öfke, intikam duygusu ölümüne sebep olur yılanın.
Olay ve olgular, sabırla, empatiyle anlaşılmayı gerektirir. “Teenni” diye bir
kelime var dilimizde, “acele etmemek” anlamında.

Yurdumun insanı teenniden yoksun. Ben de dâhilim buna.
Birbirimizi anlamaya çalışmıyoruz, dayatmacıyız; karşıt düşüncelere saygı
göstermiyoruz, inhisarcıyız; başkalarının haklarına kör ve sağır davranıyoruz,
benciliz; kişilere ve eşyaya işimize yaradığı kadar değer veriyoruz,
çıkarcıyız; bir vadi dolusu altınımız olsa yetinmiyoruz, tamahkârız; veren elin
alan elden üstün olduğunu birbirimize anlatıyoruz, ancak bunu hayatımıza
indirmiyoruz…

“Dövene elsiz gerek / Sövene dilsiz gerek” diyen Yunus kadar
olmaya da gerek yok hayattan şikâyetçi olmamak için. Kirlenmemiş bir fıtrat;
aşırılıktan kaçınılan yaşam, hesabı kolay verilebilir sınav için yeterli.

Evin hanımı, farenin, buğday çuvallarına verdiği zarardan
bıkmıştır, beyine bir kapan almasını söyler. Kendisinin ölümü için verilen
kapan siparişini duyan fare telaşlanır, tavuktan yardım ister. Tavuk, fareye
yüz vermez, “Bu senin problemin, ben sahibimden memnunum, yemimi de vaktinde
yiyorum, yumurtamı yapıyorum.” der. İstediği desteği alamayan fare evin ineğine
gider, “Ne olur, ev sahibine engel olun.” der. İnek, farenin telaşına anlam
veremez, onu tersler. Kapan eve getirilir, fare için sıkıntılı günler
başlamıştır. Ancak, bir yılan gelir, kuyruğunu kapana kaptırır, bu acıyla evin
hanımını ısırır. Hanımını baygın halde gören adam, ona bir tavuk suyu çorba
yapmak ister, tavuğu keser. Yılanın zehirlediği kadın birkaç gün sonra ölür.
Cenazeye gelenlere ikramda bulunmak gerekecektir. Adamın aklına ineği misafirlere
ikram etmek gelir. İneği keser. Fare, hem kızgın hem üzgün hem şaşkındır.

Hayatı güzelleştiren ve kolaylaştıran biraz da paylaşmak,
başkasını anlamak, başkası için var olduğunu bilmek, yaşatmak için yaşadığına
inanmak değil midir? Hayat, oldurmak mıdır, öldürmek midir? Oldurmayan bir
ruhun yaşattığı beden; insanlığa leş, tarihe çöptür.

Küçük şey diye bir şey yoktur; hele lüzumsuz hiç yoktur.
Martıların kanat çırpmasıyla okyanuslarda dalgaların oluşacağını idrak etmek, hazineleri
keşfetmekten daha değerli. Hayat, bumerangla oyun sahasıdır. Yaptığın iyilik de
kötülük de gün gelir seni bulur. Fare onun için, hem kızgın hem üzgün hem
şaşkındır. Keşke tavuk ve inek bunu bilseydi, evin hanımı ve beyi bunu idrak
edebilseydi. Adam hanımını kaybetmez, kadın canından olmazdı. Şimdi hepsi
yaşardı.

Siyaset, akademi ve medya alanında yer işgal edenler, toplumun
vitrinindeki modellerdir. Onlar, bizi hem temsil eder hem bize kılavuz olurlar.
Yarınlarımızın mimarıdır bu kişiler. Hayat sahnemizin ekran yüzü olan bu
kişilerin ağzından çıkan her söz, bizi düşündürür, etkiler. Onların
söyledikleri adeta bir ayet hükmündedir. Kimlik ve kariyerleriyle seçkinler
kategorisinde yer alırlar. İstenir ki davranış ve sözleriyle mensubu
bulundukları topluma yaşama sevinci versinler, aidiyet hissi tattırsınlar,
zehri bal eylesinler. İçimizi karartmasınlar, egolarının esiri olmasınlar,
olayların ve olguların künhüne vakıf olsunlar, bilmediğimizi ve görmediğimizi
bize hem bildirsinler hem gördürsünler. Zor şeeyler değil bunlar, olması
gerekenler.

Bir süreç yaşıyoruz, seçim sath-ı maili deniyor.
Siyasetçiler, gazeteciler, akademisyenler medyamızı işgal ediyor. Dinliyorum
kendilerini, zaman ayırıyorum onlara. Televizyonu kapatırken “Ben bunları niye
dinledim ki?” diyorum. İçimin karardığını, sinirlerimin gerildiğini
hissediyorum. Stüdyo değil sanki bulundukları yer, arena. Zihinlerde ve
gönüllerde saygın yer edinenleri istisna tutuyorum, pek çoğu, kırmızı görmüş
boğa gibi birbirlerine saldırıyorlar. Güzel güzel konuşmak, sabırla dinlemek
varken ne güzellik ve sabır bulabiliyorsunuz ilişkilerinde. Konuşan da dinleyen
de mutlu olmuyor. İsraf edilen zaman, kendilerine güven duyulan kimliklerin
yıpranması karamsarlığımıza yol açıyor.

Böyle olmamalıyız. Hayat orkestrasının her enstrümanını
yeniden akort etmeliyiz. Zor değil; iyi niyet, samimiyet lazım. Uzağa gitmeye
gerek yok, fabrika ayarlarına dönmek yeterli. Adı, fıtrat. Yoksa kendini
katleden yılan, şaşkınlık yaşayan fare hikâyeleri bitmez.