Kokuşmuşluktan Kurtulmak İçin

70

Genlerimiz, karakterimizin patronudur, karakterimizin
şifrelerini genlerimizde okuyabiliriz, desem fazla iddialı bir şey söylemiş
olur muyum?

Kişilerdeki gibi, toplumların da bir karakteri vardır;
kişilerin karakter kalitesini davranışlarında, toplumların karakterini, o
toplumun ortak ürünü olan atasözlerinde ve deyimlerinde görebiliriz, desem bir
itirazla karşılaşır mıyım?

Deyimler ve atasözleri, bir milletin sosyal ve kültürel birikiminin
hem saati hem pusulasıdır. Atasözlerindeki hayat algısı, dünya felsefesi bize o
toplumun geldiği ve gideceği yeri anlatabilir. İnsan-insan, insan-toplum,
insan-doğa ilişkilerin düzeyi, biçimi kendini en veciz haliyle atasözlerinde
gösterir.

Günlük hayattaki insan münasebetlerine, siyasetteki politik
değerlendirmelere baktığımda “Bu topraklarda bireysel ve toplumsal kokuşmuşluğa
yol açan, çürümeye sebep olan bir şey var.” demekten kendimi alamıyorum.
Herkesin “ak” dediği yoğurda bir başkası, niçin “siyah” der, iyi niyetle
söylenen bir sözden nasıl fitne üretir, sevgiyle yaklaşan birine neden yumruk
atar? Bunu anlamakta zorlanıyorum. Lakin her gün yüzlerce örneğini görüyorum.

“İti an, çomağı hazırla.” ile “İyi insan, lafın üzerine
gelirmiş.”, “Kurunun yanında yaş da yanar.” ile “Her koyun kendi bacağından
asılır.”, “Dışı (yüzü) güzel olanın, içi (huyu) da güzel olur.” ile “Dışı seni
yakar, içi beni…”, “Dost, dostun eyerlenmiş atıdır.” ile “Güvenme dostuna,
saman doldurur postuna.” atasözlerindeki karşıtlığı, atalarımıza hürmeten,
şimdilik, farklı durumları izah etmek için söylenmiş söz, diye izah edelim.

Kendimizde olduğu halde bunu görmeyip başkasında görerek şikâyetçi
olduğunuz, eleştirdiğimiz pek çok özelliğimizle iç içeyiz. Yalancılığı,
bencilliği, riyakârlığı, çıkarcılığı, değerbilmezliği, vurdumduymazlığı, sevgisizliği,
acımasızlığı, anlayışsızlığı, düzenbazlığı hiç kendimize yakıştıramayız, birisi
bizi bu özelliklerimiz nedeniyle değerlendirdiğinde ona itiraz ederiz. İnanırız
ki bütün güzelliklerin örneği biziz, kötülükler başkalarının eseri.

Bir tarihte sınıfta “Annelerin pek çoğu yalancıdır, çocuklar
yalan söylemeyi annelerinden öğrenir.” dediğimde öğrencilerimin hemen tamamı
bana itiraz etmişti. “Hemen her anne, çocuğunu öcülerle korkutarak susturmuş,
eğitmiş, ama o öcüler bir türlü gelmemiştir. Hiç öcü gören oldu mu?” diye
sorduğumda öğrencilerim bana hak vermişlerdi.

Kimse kızmasın; annemiz, babamız, öğretmenimiz,
siyasetçilerimiz, kendilerince meşru kabul ettikleri bir nedenle, yalan
söylüyorlar, riyakârlık yapıyorlar, bencilce davranabiliyorlar. Biz bu
kötülükleri birbirimizden öğreniyor ve birbirimize öğretiyoruz. Kokuşmuşluk,
burada.

Atalarımızdan “Söz, gümüşse sükût, altındır.” sözünü
öğrendik. Bununla ilgili kompozisyonlar yazdık. Ancak bu sözün, yalancıların,
istismarcıların, cüretkârların, kalpazanların işine yaradığını hiç düşünmedik.
Zalimler karşısında sustuk, yolsuzluk yapanlara itiraz etmedik. Edilgen olmayı
tercih ettik, “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” uyarısına rağmen
şeytanlığı tercih ettik. Sözün altın olduğu yerde sükût gümüştür, anlayışını
geliştiremedik.

“Komşuda pişer, bize de düşer.” diyen atalarımızı sanki
haksız çıkarmamak için hazırcılığa yöneldik. Çalışarak kazanmak, kendi işimi
kendim gördüğüm için ensem kalındır, diyen aslan olmak varken tembelliği tercih
ettik.

Rüşveti ayıp sayar, almak da vermek de günah deriz.
Menfaatçileri hiç sevmeyiz. Ancak “Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez.”
sözüyle ayıpladığımız bu davranışları meşrulaştırır, olağanlaştırırız. Bu tür
sözlerin, bize giydirilmiş deli gömlekleri olduğunun farkında bile değilizdir.

“Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.” sözünü hiç
kabullenemedim. Hiçbir vicdan da kabul etmez diye düşünüyorum. Bu sözle kaç
defa bastırıldığımızın, aptal ve patavatsız yere konduğumuzun farkında mıyız?
Doğru söylemekten dolayı ezildik, meydanı yalancılara bıraktık. İman ile yalanın
aynı ortamda bulunmayacağını bildiğimiz halde gereğini yapmadık.

“Bana dokunmayan yılan, bin yaşasın.” sözü belki bir
ironiydi, alaysamaydı. Bencil insanları eleştirmek için tersinden söylenmişti.
Ancak biz buradaki düz anlamı tercih ettik, kötülükler karşısında duyarsız,
mazlumlara ilgisiz kaldık. “Rabbena, hep bana.” deyişini tercih ettik. Bugün beni
sokmayan yılanın, bir gün zehirleyeceğini düşünemeyecek kadar basiretsizleştik.

“Haramzade” sıfatını kimse üzerinde taşımak istemez.
“Üzümü ye, bağını sorma.” sözünün haram yemeyi mubah kıldığını hiç düşündük mü?
Sohbetlerimizde yetim hakkından, fakir ve fukaranın hakkından söz ettik, ancak
onların bağlarına girdik, haklarını yedik, hatta gasp ettik.

Kurnazlığı erdem saydık, “Köprüden geçene kadar ayıya dayı
de.” diyerek takiyyeyi davranış haline getirdik. Kendini dayı zanneden ayılar
meydanı sarınca yakınmaya başladık.

“Karda yürü, izini belli etme.” sözünden aldığımız ilham ile
gayrimeşru işler yapmanın kılıfını hazırladık. Bir güvensizlik iklimi oluşturduk.
İnsanları “karda yürüyenler” ve “iz sürenler” şeklinde cepheleştirdik. Daha
sonra “Memleket, cephelere bölünüyor.” diye böldüğümüz toplumun içinde
bağırdık, hep başkasını suçladık.

Tohum, topraktan aldığı vitamin ile meyveye dönüşür. Her
meyve, toprağının özelliklerin taşır. Meyvenin genleri, onu yetiştiren toprak
ve iklimde kodlanmıştır. İnsan da yetiştiği iklimin genlerindeki şifreleri ile
hayatta yol alır. Bu iklimin adı, kültürdür. Kültür; ataların, ailenin, eğitim
ve sosyal sistemin bileşkesinden ibarettir.

Amacım, birilerini suçlamak veya savunmak değil. Biz, buyuz.
Atalarımız böyleydi, biz de böyleyiz, muhtemeldir ki bizim neslimiz de böyle
olacak. Yetiştiğimiz iklimin, bizim için çizdiği yol haritası bu. Doğru tespit,
doğru tahlil ve tedavinin temel şartı.

Toplumsal reforma ihtiyaç var, zihniyet devrimine ihtiyaç
var. Toplumda birey ve vatandaş olma, ailede anne-baba sorumluluğu yeniden
tanımlanmalı. Okulda öğretmen, iş hayatında yönetici, siyasette politikacı olma
anlayış ve algılamaları yeniden gözden geçirilmeli.

Tarih yeniden yapılmaz, ama yazılır, yorumlanır. Din, dil,
sanat her zaman anlaşılmaya, açıklanmaya, ilham alınmaya muhtaçtır. Bizi
biçimlendiren bütün bu paradigmalar yeniden okunmalı, yorumlanmalı,
yazılmalıdır. Bir toplumun ihya ve inşası ancak bunları yapmakla mümkündür.
Batılılar buna “yeniden doğuş” anlamında “Rönesans” demiş.

Tek koşul, samimiyet.