1. KÜLTÜR NEDİR:
Kültür veya hars; bir milletin dünü, bugünü ve yarınıdır. Kuşaktan kuşağa süzülerek aktarılan sosyal bir mirastır. Tarihsel ve toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan ve gelecek nesillere aktarılan tüm maddi ve manevi değerlerdir. Bizi saran ve hayatımıza anlam katan tüm güzelliklerdir. Aileden, okuldan, çevreden, arkadaşlardan, iletişim ve etkileşim içinde olunan tüm kişi-kurum ve kuruluşlar ile basın-yayın organlarından edinilen bilgi birikimleridir. Bizi insan yapan tüm milli, dini, ahlaki ve insani hasletlerdir. Kültür bir milletin; tarihi, kökleri, dili, dini inancı, ahlaki yapısı, gelenek ve görenekleri, mimari ve edebi eserleri, ürettiği tüm değerlerdir. Düşünce boyutunun derinliğidir, okuduğu şiirdir, söylediği şarkıdır, çaldığı müzik aletidir, oynadığı halk oyunudur. Kurduğu devletin yönetim anlayışı, halkına hizmet için oluşturduğu kurum ve kuruluşlarıdır. Toplumun milli gücüdür, hedef ve ülküleridir, yaşam enerjisidir. Yani kültür sahip olunan her şeydir.
Kültürle bağlantılı irfan kelimesi; anlama, bilme ve gerçeğe ulaştırıcı güçlü seziştir.
Medeniyet ise; bir milletin çalışıp-üreterek ortaya koyduğu eserlerin bütününüdür ve “bilim, teknik, sanat ve kültürün” tümünü kapsar. İster gelişmiş, isterse az gelişmiş veya gelişmemiş bir toplum olsun, her milletin kendine göre kültürü vardır. İlkel toplumlarda kültürün tüm öğeleri bulunmayabilir, millet safhasına erişmiş toplumlarda ise hepsi tamamlanmıştır. Bu öğelerin işlevlerini yerine getirmesi için aralarında uyum ve denge bulunmalıdır. Bazılarında görülen aşırılık veya yetersizlik diğerlerine zarar verebilir ve toplumda sarsıntı ve boşluklara sebep olur. Bu bakımdan kültür; uyumlu ve dengeli bir bütünün ifadesidir. Ondaki bu dengeli bütünlük topluma sağlık verir, kişinin toplumla bütünleşmesine ve mutluluğuna hizmet eder.
Kültür durağan değil, dinamik bir yapıya sahiptir ve toplumun yaşama düzenine bağlı olarak sürekli gelişir. Hayatın dışında değil, içindedir. Birey davranışlarını yönlendirerek toplumsal düzeni sağlar, topluma kimlik kazandırarak diğer toplumlardan farklı kılar, toplumsal dayanışma ve birlik duygusu verir (biz bilinci) ve toplumsal kişiliğin oluşmasını sağlar (sosyalleşme). Dil, din, ahlak, tarih, edebiyat, sanat, müzik, folklor, gelenek ve görenekler, mimari eserler ve müzeler; kültürün maddi ve manevi tezahürleridir. Türk Kültürü, din kültürü, iş kültürü, aile kültürü, batı kültürü, doğu kültürü vb. terimler ise; yaşamın tüm ilgi alanlarını kavramlaştırma, sınırlama ve düzenlenme ile tüm inanç ve adetleri anlatmak için kullanılır.
İnsan kültürel bir varlıktır. Her nesil atalarından kendisine geçen kültürü bünyesinde muhafaza eder, maddi-manevi katkı sağlar ve onu kendinden sonrakilere miras bırakır. Bireyin edindiği bilgileri hayata geçirmesine, milli-dini-ahlaki-insani değerlerine, sahip olduğu tüm birikimlere, akıl yürütme-eleştirme-yargılama-beğenme ve estetik gibi kişisel yeteneklerine, giyim-kuşam ve yaşam şekline, o kişinin kültürü denir. İnsanlar olayları algılayış biçiminden-giyim tarzına, düşünme kabiliyetinden-tavır ve davranışlarına kadar her konuda kültürden etkilenir. Kültür, aşağı yukarı insan yaşamının tümünü ifade eder. Bireyler kültürü doğduğu andan itibaren öncelikle aile ortamından alır, ölüme kadar olan süreçte ise çevresiyle etkileşim içine girerek geliştirir. Ömür boyu süren bu öğrenme ve uyma sürecine “sosyalleşme” denir. Sosyalleşme süreci bireyi içinde yaşadığı toplumun bir üyesi haline getirir ve aynı toplumdaki bireyleri birbirine benzetir. Ancak aynı kültürel ortamda da yaşasa her insanın yaratılış özellikleri farklı olduğu için kişilikleri birbirinin aynısı değildir. Bu farklılık da kültürü zenginleştirir.
Kültür bir toplumun yarattığı ortak değerler olduğu için orijinal ve millidir. Millilik ve orijinallik; kültürün kendi kaynaklarından beslenmesi, doğal akışına bırakılması ve özüne sadık kalınması ile sağlanabilir. Başka kültür veya kültürleri taklit etme, toplum mühendisliği ile kültürel dokuyu zedeleme veya kültür emperyalizmine maruz kalma; yaratıcılık ve doğallık olmadığı için orijinal ve milli de değildir. Çünkü ortak bir dünya kültürü yoktur. Her milletin dili, dini, ahlakı, tarihi, edebiyatı, sanatı, folkloru, mimarisi, gelenek ve görenekler ile hedef ve ülküleri farklıdır. Yani kültürler ayrı ayrı milletlerin eseridir ve kendine has kuralları vardır. Bu kurallara aykırı davranış ve dış müdahaleler; kültürel gelişimi engeller, doğal dokuyu zedeler ve toplumu gerer. Bu gibi durumlarda milli kültür gereken tepkiyi gösterir. Ancak milli refleks zayıflamışsa toplumsal huzursuzluk baş gösterir ve insanlar kimlik bunalımına sürüklenir. Bu da kültürel değişime yol açar ki; toplumun varlığı için son derece tehlikelidir, ağır tahribatlara yol açar ve bir milleti emperyal güçler tarafından yutulmaya hazır hale getirir.
Kültürler arasında doğal bir etkileşim de vardır ve bu son derece normaldir. Kültürün milli boyutu ulusal, dini boyutu uluslararası, insani boyutu ise evrenseldir. Evrensel değerler nedeniyle insanlık aynı dünyada “tüm savaş ve çatışmalara rağmen” bir arada yaşamayı başarmıştır. Cinayet, yaralama, tecavüz, gasp, hırsızlık, dolandırıcılık vb. fiiller hiçbir toplum tarafından meşru görülmez. Ancak milli bir kültürün özü kolay kolay değişmez ve bütünü ile başka bir kültüre dönüşmez. Nadir durumlarda ise artık o toplumdan eser kalmaz ve tarih sahnesinden silinip gider. Onuncu yüzyıla kadar Türk Kavmi olan Bulgarların “bu yüzyıldan sonra uğradıkları kültür değişimi ile” Slav Kavmine dönüşmeleri; bu nadir görülen öz değişikliğinin tipik bir örneğidir.
2. MEVCUT DURUM:
Türkiye dünyaca ünlü siyaset bilimciler tarafından “Bölünmüş Ülke” olarak tanımlanacak boyutlarda bir kimlik bunalımı ile karşı karşıyadır. Türkiye’nin; Mekke’yi reddettiği, Brüksel tarafından da reddedildiği söylenmektedir. Bilinen dünya tarihi boyunca ayakta kalmış ve Güçlü Devletler kurmuş Yüce Türk Milleti ne olmuştur da; doğuyla-batı arasında sıkışıp kalmış, kültürel erozyona uğramış ve bölünmenin eşiğine gelmiştir. Basında her gün yer alan sözde demokratik açılım tartışmaları insanları iyice germiş, etnik ve mezhepsel ayrımları ön plana çıkararak toplumu iki ana cephede kutuplaştırmış ve küçük bir kıvılcımın büyük patlamalara neden olabileceği toplumsal bir hassasiyet doğurmuştur.
İç ve dış şer odakları, Kürt-Türk ayrımını tetikleyerek ve Alevi-Sünni ayrımını kaşıyarak bizi parçalanmaya götürecek bir süreci başlatmışlardır. Hükümet Türkiye’nin meselelerine çözüm üretememekte, Ana Muhalefet Partisi İktidarı suçlamaktan öteye gidememekte, Türk Ordusu zafiyete uğratılmakta, Yargı siyasallaştırılmakta, Emniyet Güçleri zayıflatılmakta, devlet kurumları arasındaki çatışma artarak devam etmekte ve TBMM’nin saygınlığı zedelenmektedir. Ülkenin kendi dinamitleriyle yönetilmediği, dış müdahalelere açık hale gelindiği ve tehlikeli bir viraja girildiği görülmektedir.
Kandil Dağı ve Mahmur Kampından sözde barış elçisi olarak gelen 34 PKK’lı; Habur Sınır Kapısında Devletin Resmi Görevlilerince törenle karşılanmış ve DTP’nin düzenlediği gösterilerle kahraman ilan edilmiştir. Teröristlerin karşılanma şekilleri, üzerlerindeki peşmerge kıyafetleri, çıkarıldıkları mobil mahkemece hemen salıverilmeleri, devlete şartlı mektup getirmeleri ve DTP mitinglerinde boy göstermeleri herkesi rahatsız etmiştir. Tüm bu yaşananlar; dağdan inme, terörden vazgeçme, silah bırakma, pişman olma ve eve dönüş değil, devlete ve millete meydan okuma sürecine dönüşmüş ve sonucunda DTP Anayasa Mahkemesince kapatılmış, ancak yerine BDP kurulur kurulmaz; KCK mensuplarının mahkemede Kürtçe ifade talepleri, örgütün referandum sürecinde sözde silah bırakması ve süreyi genel seçimlere kadar uzatması, Devletin Terörist Başıyla önce diyalog sonra müzakere başlatması, BDP kongresinde İstiklal Marşı yerine Kürtçe Marş okunması ve göndere sözde Kürdistan Bayrağı çekilmesi ve Diyarbakır da yapılan sözde demokratik toplum kongresinde; demokratik özerklik, ayrı parlamento, öz savunma gücü, yer isimleri değişikliği, iki dilli ve bayraklı yaşam gibi taleplerin dile getirilmesi; ülkede kaos yaratmıştır.
İç İşleri Bakanının Polis Akademisinde sözde aydınlarla yaptığı Kürt Çalıştayı ile başlayan, Habur’la devam eden ve demokratik toplum kongresiyle içeriği netleşen Demokratik Açılım süreci, Türkiye’yi uçurumun kenarına getirmiştir. Emperyalist Güçlerin desteklediği PKK ile 26 yıldır sürdürülen mücadelede MSB verilerine göre; güvenlik güçleri 7946 şehit (5821 TSK, 775 emniyet ve 1350 korucu) vermiş, 4828 masum katledilmiş, 12 bin insan gazi olmuş, binlerce kişi sakat kalmış, karakollar-köyler basılmış, mezralar boşaltılmış, insanlar göç etmek zorunda kalmış, kamu kurum ve kuruluşları yakılıp-yıkılmış, üretim-istihdam sağlayan şirketler tacize uğramış, işyerleri tahrip edilmiş-kepenkleri kapatılmış, yollara mayın konulmuş, araçlara molotof kokteyller atılmış, ülke yangın yerine çevrilmiş, yetişmiş insanlarla kıt kaynaklar heba edilmiş ve herkese maddi-manevi büyük zarar verilmiştir. Yurdun tüm yörelerinde yapılan Şehit Cenazeleri insanları derin acılara gark etmiş, Gazilerin görüntüleri herkesi üzmüş, babalar-analar ile geride kalan dul ve yetimler ağlamış, ağıtlar yakılmış, duyulan ızdırap filmlere-dizilere-türkülere-şiirlere yansımış, tüm bu olan biten Türk Milleti’nin gerilim ve öfkesini yükseltmiş ve İzmir, Edirne, Aydın, Manisa, İnegöl, Mersin, Hatay olaylarına neden olmuştur.
Bu süreçte T.C. Devleti’nin kuruluş felsefesi inkar edilmekte, resmi politikaları değiştirilmekte, Milli Devlet ve Üniter Yapısı sorgulanmakta, Bayrağı ve Resmi Dili tartışılmakta, 36 etnik kimlik olduğundan ve ülkenin 25 bölgeye ayrılmasından bahsedilmekte, etnik kimliklerin azınlık olarak tanınmasına ve Anayasa teminatı altına alınarak siyasi ve hukuki statü kazandırılmasına çalışılmaktadır. Bu hain oyunun nihai hedefinin “hür ve bağımsız olarak yaşayan, bayrağı dalgalanan, ezanı okunan, güçlü bir ordusu bulunan, tek millet-tek devlet esasına dayanan” Türkiye’nin; milli birlik, bölünmez bütünlük ve egemenlik anlayışının yeniden tanımlanması ve anayasa değiştirilerek “çok kimlikli, çok milletli ve çok dilli federatif bir devlet yapısının” Türk Milleti’ne dayatılarak kabul ettirilmesi olduğu açıkça görülmektedir.
Türk Milletinden adeta Anadolu’daki 1000 yıllık egemenliğin devri istenmektedir. Türkiye’nin geldiği nokta Sevr’e boyun eğen, Mondros’u imzalayan Osmanlı’nın içine girdiği sarmalın tam bir benzeridir. Çünkü Batılı Devletler tarafından önümüze “Kıbrıs Sorunu, Kürt Meselesi, Ermeni Soykırımı, Ruhban Okulu ve Patrikhane” gibi tarihi meseleler aynı anda konulmuştur. LOZAN’ı delen ve SEVR’i hortlatan bu durumu görüp halkı uyarmak isteyen kişi-kurum ve kuruluşlar da; SEVR Paronayası içinde olmakla suçlanmaktadır. Elbette Hükümetin; PKK yerine TSK ile mücadele etmesi, Ermeni ve Kıbrıs açılımıyla tavizkar bir tutum sergilemesi, Suriye sınırındaki mayınlı araziyi İsrail’e kiralama isteği, füze kalkanına imza koyarak ABD-AB ve İsrail’i koruma gayreti, kilise-havra açma ve yabancılara toprak satma girişimleri, DTP’nin talepleri doğrultusunda anayasa değişikliğini gündeme getirmesi, şimdiye kadar “bir millet iki devlet” olarak görülen Azerbaycan’la ilişkileri germesi ve Başbakan’ın Amerika’da “acele etmeyin, tüm bunları hazmettire hazmettire kabul ettireceğiz” sözleri ile BOP eş başkanı olması Türk Milletinde endişe yaratmıştır.
Yaşadığımız tüm sıkıntılarda iç faktörler kadar, dış faktörlerinde büyük etkisi vardır. Kapitalizmin bir üst evresi olan küreselleşmenin artan etkisi, ulus devletlerin varlığını tehlikeye sokmuştur. ABD, AB, İngiltere ve İsrail’in stratejik işbirliğiyle oluşturulan ve aslında Batı Dünyasının tamamını kapsayan “Siyonist-Haçlı İttifak” emperyal planlarını gerçekleştirmede ciddi bir direnç olarak gördükleri Ulus Devletlerin tamamını çeşitli etnik, dini ve mezhepsel ayrılıkları kaşıyarak parçalamak ve kaos yaratarak uluslararası sermayenin talepleri doğrultusunda tek kutuplu ‘yeni dünya düzeni’ kurmak istemektedir.
Oluşumun en üstünde ‘İlluminati’ örgütünün olduğu, insanlığı üç semavi dini de dışlayan ‘Bilgi Dini’ne (Mabedi Golan Tepelerine altıgen şeklinde planlanan) götürmeye çalıştıkları ve dünyayı tek dille konuşan, aynı parayı kullanan, başkenti Kudüs olan “Faşist bir Dünya Krallığı” ile yönetmek istedikleri söylenmektedir. Dolayısıyla Ulus Devletlerin resmi dil, para, sınır, hukuk, gümrük, kota, vergi vb. milli düzenlemeleri, dini ve kültürel değerleri ile hedef ve ülküleri; küreselleşme aşamasında engel teşkil etmektedir. Bu yüzden ulus devletlere “BM, NATO, AB, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, IMF vb.” uluslararası organizasyonlar kullanılarak çok büyük baskılar yapılmakta, teslimiyetçi yönetimler kurulmaya çalışılmakta, halkın kafası medya ve sivil toplum örgütleriyle karıştırılmakta, insanlar toplum mühendisliği ile dönüştürülmekte ve hedef ülke üzerinde hakimiyet kurularak ulusal egemenliği paylaşılmaktadır.
Elbette plan kimse uyanmasın diye yavaş yavaş uygulanmaktadır. BOP veya diğer tanımı ile “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika İnisiyatifi” tek kutuplu dünya arayışının, Avrasya ve Ortadoğu’yu terbiye etme ve dönüştürme projesidir. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu çok sayıda ülkenin fiziki sınırlarını değiştirecek bu projenin muhtemel bölge haritaları; Afrika’dan-Asya’ya kadar olan bir coğrafyayı kapsamaktadır. Şimdiden Afganistan ve Irak işgal edilmiş, Yugoslavya parçalanmış, Litvanya ve Gürcistan turuncu devrimle karıştırılmış, Filistin ateş çemberine dönmüş, Beyrut ele geçirilmiş, İran nükleer program bahane edilerek tehdit edilmiş, Pakistan gibi birçok ülkede açık-kapalı operasyonlar yapılmış ve dünya kana bulanmıştır.
Asya-Avrupa ve Afrika Kıtalarının kesiştiği önemli bir kavşakta yer alan ve coğrafyasıyla büyük bir jeo-stratejik ve jeo-politik değere sahip bulunan ülkemiz konumu itibariyle; Avrupa ve Asya’dan, Ortadoğu ve Afrika’ya kadar olan büyük bir bölgeyi kontrol altında tutabilmektedir. Diğer yandan “Kuzey-Güney, Doğu-Batı, İslam-Hıristiyan, Totaliter-Demokratik, Laik-Anti Laik” düşünceler arasında köprü görevi görmektedir. Ayrıca boğazlara sahip olması, kıtalar arasındaki yolların kesişim noktasını teşkil etmesi, uranyum-toryum-bor gibi stratejik hammaddelerin topraklarında bulunması, dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip Orta Doğu ile birçok stratejik ham madde kaynaklarına sahip Orta Asya Bölgelerine yakınlığı, petrol boru hatlarının geçiş güzergâhında yer alması, üç kıtayla ticaret yapma imkanı ile genç ve dinamik nüfusu; önemini daha da artırmaktadır.
Dolayısıyla emperyalist güçler dünya hâkimiyet teorilerinin merkezinde görülen bu stratejik coğrafyaya, Türkiye gibi güçlü bir devletin tek başına hâkim olmasını, yeni dünya düzeni planları için bir tehdit unsuru olarak algılamaktadır. En büyük korkuları da, Selçuklu ve Osmanlı gibi iki büyük devlet kuran Türk Milleti’nin eninde sonunda bölgesel aktör olacağı ve Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu ve Orta Asya’da yeni bir oluşuma gideceğidir.
Bu yüzden de; Türkiye’nin Güneydoğusu-Irak’ın Kuzeyi ile Suriye ve İran topraklarının bir kısmında “Kürdistan” Doğu Anadolu’da “Büyük Ermenistan” Ege ile Marmara’da “Büyük Yunanistan” İstanbul’un göbeğinde “Patrikhane” Nil ile Fırat-Dicle Nehirleri arasındaki sözde vaat edilmiş topraklarda “Büyük İsrail” Devletleri kurmak ve ülkemizi parçalayarak SEVR’i uygulamak istemektedirler. Batı Dünyası artık gizli olmayan bu emellerini medyada açıklamakta ve çeşitli platformlarda önümüze koymaktadır.
Yani Türkiye üzerinde uygulanan turuncu devrim neredeyse tamamlanmak üzeredir. Bugün kilise-havra açmaya başlayan, azınlık vakıflarını genişleten, misyonerlik faaliyetlerini hızlandıran, Ruhban Okulunu faaliyete geçirmeye hazırlanan, yerli ve milli sermayenin büyük bölümünü ‘kapitülasyonları hatırlatan’ tavizlerle ele geçirerek bizi şirketlerinde bordrolu çalışanlar yapan, bankacılık sistemini kontrol ederek insanlarımızı borçlandıran ve taşınmazlarına el koyan, AB Mahkeme kararlarıyla Osmanlı Dönemindeki emlaklarını geri alan, destekledikleri sivil toplum örgütleri ve kontrol ettikleri medya organları vasıtasıyla halkımızı yönlendiren, kültürel değerlerimizi aşındıran, birçok işyerinin adını yabancılaştıran, ülkemizden hatırı sayılır bir oranda toprak ve gayrimenkul alan ve özel güvenlik kanunundan faydalanarak kendilerini bizden iyi korutan batılılar, yarın “ana dilde eğitim” yasalaşırsa; kendi dillerinde eğitim veren okullar da açarak aileleriyle gelecekler ve ülkemize iyice yerleşerek kurdukları site ve işyerlerinden bizi yönetmeye başlayacaklardır.
Yakında devlet memuru, asker, belediye başkanı ve milletvekili de olmak isteyecekler ve başımıza geçeceklerdir. Elbette milli kültürümüzü yok etmeye çalışacaklar ve bizden önce isimlerimizi, sonra yaşantımızı ve dinimizi değiştirmemizi isteyecekler, bizi zaman içinde kendilerine benzetmeye çalışacaklardır. Çürümüş toplum ve aile düzenleri Türk Milleti’ne de sirayet edecek ve insanlarımız hızla milli-manevi değerlerini yitireceklerdir. Tüm bunlar Türk Dünyası ve İslam Alemiyle bağımızı tamamen kesecek ve zaman içinde tarih sahnesinden çekilmemizi sağlayacaktır. Küçük Amerika haline getirilecek Vatanımız sermayenin kontrolüne geçecek ve üç kıtaya açılan bir pazar olacaktır.
3 Kasım 1839’da Tanzimat Fermanı’nın (Gülhane-i Hatt-ı Şerifin) okunmasıyla başlayan Batılılaşma macerası 172 yıldır sürmekte ve Türk Milleti’ni şaşı yaparak tüm bu gerçekleri göremez hale getirmektedir. Ülkeyi içinde bulunduğu sarmaldan kurtaracak ve toplumu aydınlatacak aydınların bir kısmı da doğuyla-batı arasına sıkışıp kalmış ve kendi öz kültürüne yabancılaşarak teslimiyetçi bir anlayışa bürünmüştür. Fikir dünyamız “Alevi-Sünni, Türk-Kürt, Laik-Anti Laik vb.” sığ tartışmalarla o kadar meşguldür ki; milletin menfaatleriyle, devletin bekası tamamen unutulmuştur.
AB’ne girebilmek için “halka sorulmadan” meclisten çıkartılan paketler; birlik ve bütünlüğümüzü bozacak, üniter devlet yapımızı zaafa uğratacak ve geleceğimizi ipotek altına alacak sıkıntılara neden olmuş ve Batı Dünyasına İstiklal Harbi kazanımlarından ciddi ödünler verilmiştir. Ortaklığa alınmayan, serbest dolaşım hakkı verilmeyen, ucu açık bir süreçte kapıda bekletilen ve sadece Gümrük Birliği ile Avrupa Ordusuna kabul edilen ülkemiz; Batı Dünyasının pazarı ve jandarması olmaya mahkum edilmiştir.
AB; asli unsur olan Kürtlerin etnik, Alevilerin dini azınlık sayılması, KKTC’nin tasfiye edilmesi ve Kıbrıs Rum Yönetiminin adanın tek hakimi olarak tanıması, Fener Rum Patrikhanesinin ekümenikliğinin kabul edilmesi, Ruhban Okulunun açılması, Ermeni Soykırımı Yasa Tasarısının kabul edilmesi ve gümrük kapısının açılması, ulusal sularımızın uluslararası bir konsorsiyumun kontrolüne verilmesi vb. akıl almaz tavizler istemektedir.
Bu noktaya nasıl gelinmiştir. Hiç bitmeyen İrtica, Laiklik, İmam-Hatip, Başörtüsü vb. kavgalarla halk bezdirilmiştir. Azınlık olan Yahudiler cumartesi günleri Havra’ya, Hıristiyanlar ise pazar günleri Kiliseye “tatil günleri olduğundan” rahatça giderlerken; asli unsur olan Müslümanların Cuma’ya gidebilmesi için öğle yemeği saatinin namaz vaktine göre ayarlanmasına laiklik öne sürülerek izin verilmemiştir. Ramazan Ayında ise mesai saatleri irtica hortlar gerekçesiyle iftar saatine göre ayarlanmamıştır. Başörtülü kızların Üniversitelere alınmaması, gençlerin ikna odalarında başörtülerini çıkarmaya zorlanmaları, YÖK’ün meslek liselerine “İmam-Hatip Okulu mezunlarının önünü kesmek için” katsayı uygulaması, muhafazakar ve eşi başörtülü devlet memurlarının fişlenerek takip ve kontrol edilmesi, memuriyete girecek gençlerin ailelerinin mutasıp olup-olmadıklarının kontrol edilmesi vb. uygulamalarla; insanlara kendi kurdukları devlette zulüm yapılmış, 1000 yıldır bu topraklar için Şehit-Gazi olan asli unsur incitilmiş, yani devlet bindiği dalı kesmiştir.
Bu ve benzer uygulamalar insanlar arasında ayrım yapıldığı ve çifte standart uygulandığı tartışmalarını yoğunlaştırmış, akabinde devlet hiç beklemediği bir hükümetle çalışmak zorunda kalmış ve millet de hiç bitmeyen kavgaların yaşandığı bir girdabın içine girmiştir. Elbette devletin milletle kavgası da, seçilmiş hükümetin devletle kavgası da yanlış olmuş ve bu süreçte ihtiyaç duyulan destek arayışları yüzünden Batı Dünyasına birçok taviz verilmiştir.
Sonuç itibariyle sahip olduğumuz tüm milli, dini, ahlaki ve insani değerler hızla aşınmakta ve batılılaşma, çağdaşlaşma, modernleşme derken gelinen çözülme noktasında; madde bağımlılığı ve fuhuş artmakta, içki ve sigara tüketimi patlamakta, gasp-hırsızlık-dolandırıcılık-kapkaç-cinayet-yaralama-tecavüz vb. suçlar çoğalmakta, şiddet eğilimi tırmanmakta, porno salgını almış başını gitmekte, gençler terör ve suç örgütlerinin ağına düşmekte, mafya ciddi sorun olmakta, metropollerde oluşan gettolar güvenlik güçlerince kontrol edilememekte, misyonerliğin etkisiyle dinini değiştiren ve ateistliği tercih edenler ile satanistlik gibi sapkınlıklara yönelenler görülmekte, boşanma oranları yükselmekte, geleneksel aile yapısı bozulmakta, insanlar icra dairelerine düşmekte, hapishaneler dolup-taşmakta, rüşvet ve yolsuzluğa çözüm bulunamamakta ve ülke kaosa sürüklenmektedir. Sosyal ve kültürel boyut ihmal edilerek yürütülen iktisadi politikalar ise sadece birilerini zengin etmiş ve yabancı sermayeyi güçlendirmiş; ancak işsizlik ve yoksulluğu hat safhaya getirmiş, gelir dağılımını iyice bozmuş, bölgeler arası gelişmişlik farkını artırmış, iç göçü tırmandırmış ve Türk Halkını çaresizliğin pençesine itmiştir.
Milletin aileyi kutsal görmesi, akrabalık bağlarının güçlü olması, kurban-zekat-fitre gibi yardımlaşmanın devam etmesi ve hala yitirmediğimiz bazı değer yargıları sayesinde toplumsal çöküş yavaşlatma ve herkes evladına sahip çıkmaktadır. Halkımız bin yıllık kardeşliğin verdiği büyük bir sağduyuyla “yapılan onca olumsuz propaganda ve verilen şehitlere rağmen” birbirine kin ve nefretle bakmamakta ve küresel güçler tarafından önüne konan ayrıştırma senaryolarını elinin tersiyle itmektedir. Ancak bu durumun ne kadar süreceğini hiç kimse kestiremez. Metropollerde durum vahimdir ve hiç kimse canından, malından ve namusundan emin değildir.
3. ÇÖZÜM ÖNERİLERİ:
Mevcut durum aslında hepimizi derinden etkilemektedir. Çünkü bu ülkede yaşamaktayız ve kaybedecek maddi-manevi çok şeyimiz, en azından evlatlarımız, torunlarımız, yeğenlerimiz, hısım-akrabamız var. Bu yüzden hiçbir ayrıma gitmeden bu ülkede yaşayan insanların tamamına milli-dini-ahlaki-insani bir eğitim vermeliyiz. Gençlerimizi kültür emperyalizminden, terör ve suç örgütlerinin kucağına itilmekten ve bazı sapık anlayışların tuzağına düşmekten kurtarmalı; devletine, milletine, ailesine faydalı insanlar olarak yetiştirmeliyiz. Bu konuda aileler, devletin tüm kurumları ve sivil toplum kuruluşları elinden geleni yapmalı ve Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli Türk Kahramanlığı ve Türk Kültürüdür.” sözleri ışığında çalışma başlatılmalıdır.
Türk Devletlerinden yabancılar tarafından yıkılan üç devlet vardır. Biri Çinliler tarafından yıkılan Göktürk Devleti, diğerleri Batılılar tarafından yıkılan Hun ve Osmanlı Devletleridir. Bunun dışındakiler beylik kavgaları yüzünden yıkılmış ve genellikle soy ve sülale değişikliğine uğramıştır. Osmanlı’nın-Selçuklu’nun, Türkiye’nin de Osmanlı’nın devamı olduğu düşünülürse; Türk Milleti’nin bir şekilde varlığını sürdürdüğü görülecektir. (Türkiye’nin Bayrağı Osmanlı’nın son 200 yılda kullandığı bayrakla aynıdır.) Kendisini Türk-İslam Ülküsüne adayan Alparslan TÜRKEŞ’in “Türklük Bedenimiz, İslamiyet Ruhumuzdur” özdeyişi, mensubu olmaktan kıvanç duyduğumuz Türk Milleti’nin ancak İslam İnancı ile donanarak var olabileceğini çok iyi anlatmaktadır. Çünkü Batı Hun İmparatorluğu; Türkler o zaman İslam Diniyle şereflenmediği için Hıristiyan Batı Kültürü altında ezilmiş ve asimile edilerek yok olmuştur. Osmanlı ise; Türk Kültüründen uzaklaşıldığı, Batılı Ülkelerde başlayan aydınlanma hareketi idrak edilmediği ve ilme gereken önem verilmediği için parçalanmıştır. Yani ampulün iki kablosu vardır, Türk ve İslam. Kablonun biri kesilirse ampul yanmaz.
Çocuklarımız, yani geleceğimiz milli kültürünü; aile, okul ve çevre üçgeninden alır. Bu üçlü birbirini tamamlar. Zincirin halkalarında boşluk olur ve yanlış kişi ve kurumlarca doldurulur ise “şu anda olduğu gibi” istenmeyen sonuçlarla karşılaşılır. Evlatlarımızı evlerimizde, okullarımızda, camilerimizde, kışlalarımızda, işyerlerimizde ve sivil toplum örgütlerimizde; vatana ve millete hayırlı birer fert olarak yetiştirmeli, onlara ilim ve bilimle beraber; Türklük gurur ve şuurunu, İslam ahlak ve faziletini ve geleneksel aile değerlerini doğru olarak vermeliyiz. Çocuklarımız göğsünü gere gere “Ben Türküm, Müslüman’ım ve Soyadım şu” diyebilmeli, milli-dini ve aile kimliğiyle gurur duymalıdır. Aksi halde kimlik bunalımı yaşayacaklar, kendileriyle barışık olmayacaklar, her sahada mutsuz ve başarısız kalacaklar ve oluşturdukları toplum yavaş yavaş çözülerek yok olacaktır.
Doğan çocuğa verilen ad her şeyden önemlidir ve ilk adımdır. İsim onun kendisini dış dünyaya takdimidir ve kimliğinin şekillenmesinde önemli bir faktördür. Müslüman olsun diye Arapça ve Medeni olsun diye gavurca isim koyma alışkanlığı yanlıştır. Kur’an tüm insanlığa indirilmiştir ve Müslüman olmak için Arap ismi taşımak gerekmez. Elbette İslam Büyükleri ile Türk Milleti’ne mal olmuş “Muhammed, Mehmet, Mustafa, Kemal, Ali, Hasan, Hüseyin, Selahattin, Adem, İsa, Musa, Hızır, İlyas, Eyüp, Recep, Şaban, Ramazan, Cemal, Burak, Arif, Hamza, Ahmet, İbrahim, Ömer, Osman, Abdullah, Adil, Hilal, Hatice, Ayşe, Fatma, Sema, Saliha vb.” isimler müstesnadır. Türk-İslam isimlerini beraber kullanmak ve iki ad vermek de yaşatılması gereken köklü bir gelenektir. Tüm bunlar İmparatorluktan gelmemiz nedeniyle dilimizin zengin oluşundandır.
Ancak evlatlarımıza “Oğuz, Mete, Cengiz, Atilla, Fatih, Yavuz, Kürşat, Alp, Alper, Alperen, Alptekin, Alparslan, Aykut, Alpagut, Aybars, Altay, Akçakoca, Akın, Ogetay, Orhun, Çağatay, Sungur, Tuğrul, Aybüke, Almıla, Asena, Ayça, Ayla, Ayseli, Begüm, Başak, Burcu, Çağla, Dilek, Duygu, Deniz, Ekin, Gül, Gökçe, Oya, Petek, Sırma, Sevinç, Tolunay, Pınar, Nazlı, Nihal, Selenga, Ülkü, Yıldız, Yonca vb.” Türk Büyüklerinin adları ile Türkçe İsimler koymaya ve kulağına Ezanla okumaya dikkat etmeliyiz. Sonra Türk Kültürü ve İslam Ahlakıyla yetiştirmeli, milli-dini-ahlaki-insani değerleri kapsayan iyi bir terbiye vermeliyiz. Alın teriyle helal para kazanmayı, doğruluk ve dürüstlükten ayrılmamayı, yalan söylememeyi, hırsızlık yapmamayı, kul hakkı yememeyi, gönül kırmamayı, büyükleri saymayı-küçükleri sevmeyi, kibir ve gururdan uzak durmayı, hoşgörülü ve iyi niyetli olmayı, olaylara sabırla ve toleransla yaklaşmayı öğretmeliyiz. Misafirperverlik gibi geleneksel aile değerlerini aşılamalı, namus-şeref ve haysiyet gibi kavramların önemini vurgulamalıyız.
ALLAHINI-Kitabını-Peygamberini bilen, Vatanına-Milletine-Ailesine bağlı, Bayrağına-Ezanına saygılı, Devleti ebed müddet gören, Anne ve Babasına of bile demeyen, yaşlılara hürmette kusur etmeyen, büyüğü gelince ayağa kalkan, eşi ve çocuklarını ALLAH’tan hediye gören ve bir ömür koruyup-kollayan, çevresine saygı ve sevgiyle yaklaşan, örf-ananelerine bağlı, kendi türküsüyle-folkloruyla coşan, Amentüye itikat eden ve dini vecibelerini yerine getiren “abdestini alan, namazını kılan, orucunu tutan, zekatını veren” doğru ve düzgün nesillere ihtiyacımız vardır. Nesli korumak İslam Dininin de emridir. Bu yüzden büyükler evlatları ve torunlarıyla yakından ilgilenmeli, kesinlikle erkek kız diye ayırt etmemeli, onlara sevgi ve şefkatle yaklaşmalı, bildiklerini bıkmadan usanmadan anlatmalı ve tüm birikimlerini nesilden nesile aktarmalıdır.
Aile içinde verilen eğitim kadar, ailenin devamı ve kutsallığı da önemlidir. Aile ortamında büyümeyen veya anne-babalarından yeterli sevgi-şefkat ve ilgi görmeyen çocukların büyüdüklerinde; şiddet eğilimi içinde oldukları, suça daha fazla karıştıkları, terör-mafya-fuhuş ve uyuşturucu organizasyonlarının tuzaklarına düştükleri bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla geleneksel Türk Aile yapısı yaşatılmalı, eşler birbirlerine sevgi ve saygıyla yaklaşmalı, namus davası dışındaki küçük anlaşmazlıklar için yuva yıkılmamalıdır. Aile büyükleri ve komşular yangına körükle gitmemeli ve kavga eden çiftleri barıştırma gayreti içine girmelidir. Mahkemeler boşanma davalarında hassas olmalı ve küçük hadiselerden dolayı eşleri ayırmamalıdır. Müslüman olmayana kız vermeme ve Müslüman olmayan kızı almama geleneği devam ettirilmeli, kültür farklılığının doğan çocukları olumsuz etkileyeceği bilinmelidir.
Türk Erkeğinin Güzel Kadın düşkünlüğü nedeniyle ülke kaynakların Rusya’ya transfer edildiği, cinsel hastalıkların yayılma eğilimi gösterdiği ve ajanlık faaliyetlerine maruz kalındığı dikkate alınmalı ve Türk Kadını “sadece misafirliğe giderken değil, evde de bakımlı olarak” kocalarını bu illetten kurtarmalıdır. Devlette bu konuda gereken tedbirleri almalı ve aile müessesesini korumalıdır. Türk Milleti’ni yaşatan en büyük gücün aile olduğu, iç ve dış şer odaklarınca bilinçli olarak bu kutsal kuruma saldırıldığı unutulmamalıdır. Aile ortamında savaşçı olarak yetiştirilen ve kendisine vatanını-milletini ve namusunu koruması öğretilen güçlü erkeklerle, yuvayı dişi kuş yapar zihniyetiyle büyütülen iffetli kadınlardan oluşan bir toplumun sırtı yere gelmez. Baba Ocağı-Ülkü Ocağı ve Asker Ocağında gerekli milli ve manevi değerleri alan bir milleti yok etmek mümkün değildir. Bizim kültürümüzde üç şeye kına yakılır. Koyuna kına yakılır ALLAH’a kurban olsun diye, erkeğe kına yakılır vatana kurban olsun diye, geline kına yakılır beyine kurban olsun diye. Bu kültürü yıkmak mümkün mü?
Zincirin aileden sonraki ikinci önemli halkası “Milli Eğitim”dir. Uzun yıllar uygulanan İngilizce Eğitimle birçok nesil kendi öz kültürüne yabancı hale getirilmiş ve Türk Milletinden kopartılmıştır. Milli kimliğini yitirmeyenler ise aileden aldıkları terbiye ile ayakta kalmışlardır. Milli Şair Mehmet Akif’in İstiklal Marşında “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” diye nitelediği Batı Dünyasına karşı savaşarak bağımsızlığını kazanan Türk Milleti, kendi eğitim sistemiyle “müstemleke” haline gelmiştir. Eğitim hakikaten milli hale getirilmeli, okullardan “Vatan-Millet-Bayrak ve Ezan aşkıyla dopdolu, tarihini-edebiyatını-dinini-diyanetini bilen, milli ve manevi değerlerine bağlı, milliyetçi, imanlı, kendisini ilim ve bilime adamış, fikri hür, irfanı hür” Müslüman-Türk Gençleri yetişmelidir.
Türk Dili, Tarih ve edebiyatı ile İslam Dini ve Ahlakı yeterince öğretilmeli, sanat ve musikimiz ile mimari eserlerimiz de dahil kültürümüz tanıtılmalı ve sağlam kafa sağlam vücutta bulunurdan hareketle spora önem verilmelidir. Bizim okullarımızdan; vatan hainleri, terör ve suç örgütlerinin uşakları, uyuşturucu-fuhuş batağına saplanmış ve her türlü adi suçu işlemeye hazır sapkın nesiller yetişmemelidir. İngilizce eğitime son verilmeli ve gençlerimiz Güzel Türkçemizle eğitilmelidir. Çocuklarımız yabancı bir dille değil, Türkçe düşünmelidir. Yabancı dil dersleri “devletin ve iş dünyasının ihtiyacına göre” müfredat programlarına ayrı bir ders olarak konmalıdır.
Anayasada teminat altına alınmasına rağmen eğitim ve öğretimde başka dillerin kullanımı; Türkçeye yabancı kelimelerin girme sürecini hızlandıracak ve dilimiz özelliğini iyice yitirecektir. Okullarımızdan Türk Edebiyatını dışlamayı amaçlayan maksatlı görüşlerle, kitaplarımızdan Milli-Milliyet-Milliyetçilik sözcüklerini kaldırmak isteyen aymazlara tepki verilmeli, Türk Gençliği köklerinden koparılmamalıdır. İngiltere’de Shakspeare okutalım mı diye bir konuyu düşünmek mümkün değilken, Türkiye’nin Divan Edebiyatını dışlaması anlaşılır değildir. Yüzlerce yıllık Mehter Marşını ve Türk Sanat Müziğini sevenleri